๑۩۞۩๑ Eğlence Dünyası ๑۩۞۩๑ => Dini Hikayeler => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 21 Mayıs 2010, 05:46:58



Konu Başlığı: Büyük Ev
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 21 Mayıs 2010, 05:46:58
Büyük Ev

Bu hikâye, iki kısımdan oluşuyor. Aslen iki hikâye de aynı hadiseyi anlatıyor. İlk kısım, kelime haznesi 400 civarında olan küçük bir çocuğun gözünden anlatılacak. Son ve ikinci kısımda ise henüz 8 yaşında olan bu küçük çocuğun göremediği arka plan, bir başkası tarafından aktarılacak…

BİRİNCİ BÖLÜM
“Adım Mansur. Afganım. Afganlılar çok cesurdur. Ben de çok cesurum. Babam bana ve anneme suda gitmeyi öğretti. Ve ben hiç korkmadım. Hemen öğrendim. Bizim evimiz küçük. Ama bizim evimizde sadece biz kalmıyoruz. Memed Amcam ve çocukları da bizim evde yaşıyor. Memed Amcam babamın abisi. Ondan büyük yani. İki el parmağından bir kişi fazlayız o küçük evde. Babam her gece ağaçların çiçek zamanı buradan gideceğimizi söyledi. Ağaçlar çiçek açtığı zaman bu küçük evden çok büyük ve tek bizim olacağımız evimize gidecektik. Babam öyle söyledi. Sonra babam birden hasta oldu. Karnının yanında uzun bir pençe yarası oluştu. Babamın karnı bazen kanıyordu. Ama babam yeni, büyük evimize gidince bunun iyileşeceğini söyledi. Cuma gününde her zaman suya gittik. Ama babam hiç suda gitmedi. Çünkü karnı hastaydı. Su çok soğuktu. Ama ben çok cesurum. Hiç korkmadım. Annem de çok cesur. O da korkmadı. Annem ve ben bir elin parmağı kadar Cuma gittik suya. İkimizde suda gidebiliyorduk artık.”
***

“Memed Amcamın bir elin parmağı kadar çocuğu var. Onlar da Safiyya, Durkadın, Aslan, Muharrem ve küçük Nurhan. Küçük Nurhan çok hasta. Bizimle hiç oynayamıyor. Annem söyledi, onun karnı aç olduğu için hasta olmuş. Annesinin memesinden süt gelmiyormuş. Bizim evimizde her zaman yiyecek olmaz. Bazı gece karnım kedi gibi seslenir. Aç olduğum zaman öyle olur. Annemin de karnı kedi gibi seslenir. Ben duyarım çünkü. Ama babam büyük evimize gittiğimizde kocaman dolap içinde çok yiyeceğimiz olacağını söyledi. Babam söyledi, bana arasında çikolata olan ekmek verecek. O ekmekten bir defa yedim. Çok güzel. Babama askerler vermişler. Babam da bana ve anneme verdi.”
***
“Bizim Afganistan’da çok asker var. Babam onların başka yerin askeri olduğunu söyledi. Bizim top

rağımıza gelmişler. Babam onların kimini seviyor, kimini de sevmiyor. Bayrağı kırmızı olan var. Ay ve yıldız var içinde. Şundan işte. Bunun aynısı. Onlar da babam gibi Cuma günü gelince namaz kılıyor. Babam onları seviyor. Bayrağı mavi çizgili olanlar var. Onların bayrağında çok yıldız var. İki elin parmağından çok. Ama babam onlarla konuşma dedi. Ama babam bilmiyor. Bir gün onlar da bana arasında çikolatalı ekmek verdiler. O da çok güzeldi. O ekmeği Memed Amcamın küçük Nurhan’a verdim. Nurhan çok sevdi. Yengem ağladı o zaman. Beni çok öptü. Neden ağladı anlamadım.”
***
Benim bir tane naylon tüfeğim var. Onu çok seviyorum. Ben çok cesurum. Ona bir ip bağladı annem. Boynuma asıyorum. Babam büyük evimize gidince bana asker elbisesi alacağını söyledi. Hemen büyük evimize gitmek istiyordum. Ama bunu babam hemen iyileşsin diye çok istiyordum. Babam bir gece gökyüzüne bakarak bana büyük evimizi anlattı. Gökyüzünde ay vardı. Çok beyazdı ve güzeldi. Babama büyük evimizde de ay var mı diye sordum. O da var dedi. Orada çok oynamak için eşyam olacakmış. Askerler oynarken gördüm. Topum da olacakmış. Memed Amcamın büyük oğlunun da var. Geceleri başkası almasın diye onu hiç kimsenin bilmediği bir yere saklıyor. Hemen eskimesin diye de çok az oynuyor. Benim de olacak. Oynadığım zaman gece evimizde duracak. Hemen büyük evimize neden gitmiyoruz dedim babama. Ben hemen gitmek istiyordum. Babam oraya başkaları ile gideceğimizi söyledi. Biz onların gelmesini bekleyecekmişiz.”
***
“Bizim evimiz soğuk olur kar zamanında. Yağmur olduğu zaman da su akar tavandan. Memed Amcam ve oğullarıyla akmasın diye üzerine naylon gergi gerdik. Babam çalışmadı. Çünkü karnı hasta ve kanıyor her zaman. Naylon gerginin üzerine de toprak örttük. Güzel oldu. Artık su akmıyor. Ama yine de soğuk. Soba yanınca sıcak oluyor ama soba çok yanmıyor. Çünkü sobaya atacak az. Memed Amcam her gün küçük çocuklar sobaya atacak toplayın diyor. Biz de her gün güneş batıp gece olmadan sobaya atacak toplarız. Bazı gün ben çok toplarım. Memed Amcamın oğlu Aslan hep az toplar. Bu yüzden Memed Amcam beni çok sever. Hep “Aslan bunun adını koymalıydık” der babama. Babam bu zaten “aslan” diye beni sever.

Ama sobaya atacaklar hemen biter. Güneş doğduğu zaman örtümün altından çıkmak istemem hiç. Soba sönmüş ve çok soğuk olmuş olur. Annem ve yengem sabahları mutlaka sıcaklık* yapar. Yengemin sıcaklığı daha güzel olur. Annem onun gibi yapamıyor. Babam ve ben ona hep gülüyoruz. Ama mahsustan babam dedi ki büyük evimizin her yerinde soba olacak. Hem de sobaya atacak toplamamıza gerek yok. Çünkü soba arabaya konulan petrol ile yanıyormuş. Nasıl oluyor bilmem. Çünkü arabaya konulanı ben gördüm. Su gibi akıyor. Su yanar mı ki? Ama babam çok bilir. Öyle diyorsa öyledir. Ve büyük ev hep sıcak olurmuş. Güneş doğduğunda yediğimiz yemek de çok çeşit olurmuş. Sadece sıcaklık olmazmış. Babam anneme “En çok sen sevin. Zaten güzel sıcaklık yapmıyorsun.” diyor. Ama mahsustan. Çünkü babam annemi çok seviyor. Annem de babamı çok seviyor. Ben ikisini de çok seviyorum. Onlar da beni çok seviyor. Büyük eve gidelim artık. Ben büyük evi de seviyorum.”
***
“Sobaya atacak toplamak kolay. Ama su getirmek çok zor. Çünkü sobaya atacak her yerden bulunuyor. Sobaya ne atarsan yanıyor. Ama ne bulursan içilmiyor. Sadece su içiliyor. O da temiz olmalı. İçinin toprağı az olmalı. Memed Amcamın bir tası var camdan. Suyu onun içine koydu mu ne kadar topraklı görünüyor. Suyu aldığımız yer çok uzak. Evimizin arkasından yol var oraya gitmek için. Kar zamanı olmazsa annem ve yengem su almaya gidiyor. Ama kar zamanında babam ya da Memed Amcam gidiyor. Komşumuzun bir arabası var. Çok eski. Ama çok güzel. Bazen onunla gidiyoruz su almaya. Çok kolay oluyor. Komşu kadınların hepsini arabayla su almak için götürüyor. O zaman annem ve yengem ona çok dua ediyor. Bilal’in babası o. O çok iyi adam. Ama her zaman değil. Çünkü petrol çok para ile alınıyormuş. Onların çok parası yokmuş. Babam büyük evimize gidince bizim de arabamız olacak, dedi. Çok da paramız olacakmış. Çok petrol koyup gezdirecekmiş annemi ve beni. Ben babama sordum ki o zaman su almak için hep arabayla mı gideriz? O bana dedi ki; su almak için gitmemize gerek yokmuş. Çünkü borulardan geçen su evimize geliyormuş. Su alınan yerde gördüm. Kadınlar suyu borudan dolduruyor. İşte o borudan çok uzun olacakmış ve bir ucu bizim evimizin içinde olacakmış. Çok merak ediyorum.”
“Komşumuz Bilal’in saçı hep uzun. Ama bizimkiler değil. Bizimki dediğim Memed Amcamın çocuklarının da. Çünkü çok az yunuyoruz. Annem öyle söyledi. Onların arabası ve çok büyük tasları olduğundan çok su getiriyorlarmış evlerine. Ve çok yunuyorlarmış. Yunmazsan saçında bit olurmuş. Ben bit gördüm bir kere. Memed Amcamın kızı Safiyya’da oldu. O kız olduğu için saçını uzatabilirmiş. Yoksa biz gibi kesilince oğlan gibi oluyor. Memed Amcam bit olunca bir defa kestirdi saçını.
Biz iki elin parmağı kadar günde yunuyoruz kar zamanında. Ama güneş sıcak olunca çok yunuyoruz. O zaman kendimiz bile su aldığımız yere gidip yunabiliyoruz. Hem de yanımızda annemiz olmadan. Annem söyledi ki babam bizi büyük evimize götürünce saçımı uzatabilirmişim. Çünkü o zaman eve gelen borudan her gün bile yunabilirmişim. Hem de büyük evimizin sıcak olacağını da söylemişti babam. Keşke ağaçlar hemen çiçek açsa da uzaktaki büyük evimize gitsek.”
***
“Ve ağaçlar çiçek açmaya başladı. Artık gitmemiz gerekiyordu. Zaman geldi. Küçük evimizde son günlerde çok üzüldüm. Herkes çok üzüldü. Memed Amcam bile beni kucağına alıp alıp öptü. Babamın bir güneş batımında eve gelip de yarın gidiyoruz dediği zaman yine kucağına aldı ve ağlayarak kokumu içine çekti. O gece hiç uyumadık. Herkes ağladı. Memed Amcamla babam dışarı çıktılar. Bir vakit bizim bilmediğimiz bir şeyler konuştular. Sonra aşağı mahalleden bir kadın geldi evimize. Babamın karnındaki hastalığı sardı. Yoğurt gibi bir merhem sürdü önce. Yolculukta iyi olsun, zorlanmasın diye. Yengemle annem birbirlerine bir şeyler verdiler. Yengem kendi bohçasından bir şeyler çıkardı. Annemin küçük sandığı vardı. Onu yengeme verdi. Babam onu yanımızda götüremeyiz. Sadece bir kat giyecek almalıyız demişti. Annem de bize küçük bir bohça hazırladı. Naylon tüfeğimi de Aslan’a verdim. Memed Amcamın büyük oğlu Muharrem de bana topunu verdi. O gece onu saklamamış, ilk kez gece eve getirmişti. Ama babam onu da alamayacağımızı söyledi. Muharrem de bu gece onunla yatabileceğimi söyledi. Belli etmedi ama ağlıyordu. Gece çok gece olunca bizim uykumuz geldi. Ama büyükler uyumadı. Biz bütün çocuklar yan yana uyuduk o gece. Bir kolumda Aslan diğerinde de top oyuncağım vardı. Nasıl uyandığımı hatırlamıyorum. Annem beni kucaklamış ve arkasına bağlamış. Gece çok gece olunca çıkmışız evden ve evimizin önüne gelen bir kamyona binmişiz. Ben o kamyonu, güneş doğduğunda kocaman su dolu denizin kenarında beklerken uyandığımda gördüm.”
***
“Herkes, bizim küçük ev kadar büyük kayalıkların dibinde bekliyordu. Kamyon da oradaydı. Annem işte bu kamyonla geldik dedi. Buradaki herkes nasıl içine girdi anlamadım. Ama sığmışlar işte. Kocaman su dolu denizi ilk kez görmüştüm. Babam çok anlatmıştı ama bu onun anlattığından da büyüktü. Şimdi söyleyeceğimden utanıyorum. Çünkü ben Afganım ve Afganlar korkusuz olurlar. Ama babam bize buradan gitmemiz için suda gitmeyi öğretti ise ben bunu yapamazdım. Korktum ilk kez. Babama sordum. Zorla gülümsedi ve hayır dedi. Suda gitmeyi öğrendiğin kadar küçük bir suda gerekecek bize dedi. Rahatladım. Ama sonu gökyüzü ile birleşik gibi duran deniz beni korkuttu. Anneme sarıldım.

Ben gibi üç beş çocuk daha vardı. Bir tanesinde oyuncak vardı. Topu almadığı için babama kızacaktım. Ama baktım babamın karnındaki hastalık canını acıtıyor. Onu üzmemek için sormadım bile. Bu kadar siyah adam ilk kez orada gördüm. Sarı adamlar da vardı ama onlardan askerlerin içinde çok gördüm. Siyah adam çok komikti. O ve iki adam daha herkese ekmek arasında yiyecek dağıttılar. Ekmeği bana veren siyah komik adam başımı okşadı ve beni sevdi. Sonra anlamadığım bir şeyler dedi. Güldü ve gözünün birini hızlı kapatıp açtı. Ekmeğin arasında babamın karnına sürdükleri gibi bir şey vardı. İçinde de yeşil küçük yuvarlaklar. Ama tadı çok güzeldi.

Sonra da uzaktan, kamyondan çok daha büyük bir gemi geldi. Önceden gemi fotoğrafı görmüştüm. O gemi beyaz ve çok temizdi. Bu gemi komşumuz Bilal’in babasının arabasından bile eski ve çürük görünüyordu. Gemi görününce herkes çok sevindi. Tabi ki sevinirlerdi. Herkes uzaktaki büyük evine hemen gitmek istiyordu. Gemi iyice yaklaştı. Bu kadar demir nasıl oluyor da suda batmıyordu. Hayret!”
***
“Geminin içi çok pis kokuyordu. Bir gece ve bir gündüz, hep geminin içinde oturduk. Çok sıkıcıydı. Bazı çocuklar ağladı. Ama ben ağlamadım. Zaten babam hastaydı ve çok canı acıyordu. Sadece bir sabah ve bir akşam yine bize ekmek arasında merhem gibi güzel şeyden verdiler. Sonra siyah adam ve yanında bir adam geldi. Yanındaki adam hiç komik değildi. Bağırarak bir şeyler söyledi. Babamın yanındaki adam onun ne söylediğini söyledi. Adam artık ininceye kadar yemek olmadığını, sularının çok az olduğunu ve kimsenin artık tuvalete gitmemesi gerektiğini söylemiş. Dışarıda gece olmasına rağmen ilk gün içeride ışık yakmışlardı. O gün yakmadılar. Gece çok gece olunca bazıları tuvaletini orada yaptı. Zaten çok pis kokuyordu. İnsanlar dışarı çıkamadıklarından oraya tuvalet yapınca çok daha pis koktu. Bir iki kişi ağlayacak oldu. Ama o herkese bağıran adam tekrar gelip herkese bağırdı. Kimseden ses çıkmadı ondan sonra.
Babam anneme ve bana iyice sarıldı. Sanki korkuyor gibiydi. Bunu ona söylemedim. Ama göğsüne başımı dayadığımda kalbi at nalı gibi hızlı atıyordu. Ve havasızlıktan çok terliyordu. Annem bana büyük eve girdiğimiz zaman her şeyin çok güzel olacağını anlattı. O zaman bu bağıran çağıran adamlardan da bu çürük gemiden de kurtulacaktık. Daha cesur olmamı istedi. Tabi bir de asla altıma tuvaletimi yapmamalıydım. Çünkü suya girmek zorundaydık ve suyun karşısında giyecek başka kuru elbisem olmayacaktı. Bu yüzden tek kuru elbiselerimizi sudan geçerken ıslanmasın diye, iple naylon torbaya iyice dolayıp bağlamıştık.”

İKİNCİ BÖLÜM
“Gelen postaları masalara dağıtmakla görevli genç odama girdi. Elindeki birkaç kurye poşetini masama bıraktı. Yine saygıyla selam vererek odadan çıktı. Bilgisayarda yazdığım haberi son kez inceleyip gencin masama bıraktığı zarf ve poşetlere uzandım. Hızlıca karıştırıp neler geldiğine bir göz attım. Yine fatura ve hesap ekstreleri çoğunluktaydı. Ama bir tanesi ilginç bir adresten geliyordu. Üsteğmen Zekeriya Aşkar yazıyordu gönderen kısmında ve Kocaeli Jandarma Komutanlığı’ndan geliyordu. Yanlışlık olmasın diye kime gönderildiğine baktım, ismim yazıyordu. Diğer her şeyi elimden bırakarak büyükçe zarfı açtım. İçinden neredeyse bir rapor düzeninde yazılmış on iki sayfalık iki yazı ve üç adet de fotoğraf çıktı. Bir de gazete küpürü vardı. Önce gazete küpürüne baktım. Hiç de yabancı gelmedi. Benim geçen yıl yaptığım bir haberdi bu. İnsan tacirleri tarafından Türkiye üzerinden kaçak olarak Avrupa ülkelerine giderken Sakarya Nehri’nde büyük çoğunluğu boğulan Afgan mültecilerin haberiydi. Fotoğrafı arkadaşım çekmişti. Nehrin kenarına cesetleri sıralanmış bir sürü insan. Tabii, bu cesetler sadece bulunabilenlerdi. Sonra fotoğraflara bakmaya başladım.

Küçük bir Afgan çocuğun resmiydi bu. Resimlerin arkasına notlar düşülmüştü. Bir tanesinde çocuk ağlıyordu. Arkasına baktım. Bir tarih ve bir not vardı. Notta çocuğun çekilen ilk resmi olduğu yazıyordu. Tekrar çevirerek baktım. Zayıf, ağlamaktan bitap düşmüş ve muhtemelen fotoğrafını çeken kişiye, endişe ile bakıyordu. İkinci fotoğrafa baktım. Ranza sisteminin olduğu bir yatakhanede çekilmişti. Bir askerin yanındaydı bu kez aynı çocuk. Ama ilk resimdeki kadar zayıf ve bitkin görünmüyordu. Yanındaki askerin şapkasını kafasına takmış, asker selamı vererek makineye gülümsüyordu. Resmin arkasını çevirdim. Yine bir tarih vardı. İlk fotoğraf ile bu ikincisi arasından 2 aylık bir süre geçmişti. Notta da “Kocaeli Jandarma Komutanlığı Misafirhanesi” yazıyordu. Son fotoğrafa baktım. Yine aynı çocuk. Bir çalışma masasında resim yaparken çekilmiş fotoğraf. Başını geriye doğru kaldırarak resmi çeken kişiye gülümsüyor bu kez çocuk. Önünde de çizdiği resim. Resimde sadece büyük bir ev var. Önünde de el ele tutuşan beş kişi var. Ortada bir çocuk. İki yanında da biri kadın diğeri erkek büyük ikişer kişi var. Resmin arkasını çevirdim. Geçen haftanın tarihi atılmış. Not olarak da “Büyük Ev” yazılmış.

Merakla birbirine zımbalanmış on sayfalık ve iki sayfalık iki ayrı dosyayı karıştırdım. İki sayfalık olanın üzerinde ismimi görünce önce onu okumaya karar verdim. Selam ve iyi dileklerle başlıyordu yazı. Bir mektup havasındaydı ve çok sıcak bir dille kaleme alınmıştı. Kısaca geçen yılki olay ile hafızamı tazeleyerek bir iki paragraf daha devam etti. Sonra da asıl merak ettiğim konudan, resimlerdeki çocuktan bahsetmeye başladı. Bütün bunları bana gönderen Zekeriya Komutan şunlardan bahsediyordu…
Resimdeki çocuğun adı Mansur’muş. Afganistanlı kendisi. İnsan tacirleri tarafından kandırılarak umut yolculuğuna çıkarılan binlercesinden sadece bir tanesi. Mansur, bu yolculuğa annesi ve babası ile birlikte çıkmış. Afganistan’ın hangi bölgesinden bunu şu an bilmek pek mümkün değil. Çünkü çocuk bölge ve yer isimlerini bilmiyor. Ama Amerikan ve Türk askerlerden bahsettiğine göre de üslere yakın bir yerlerden olmalı.

Mansur’un babası, bu yolculuk için gerekli olan parayı büyük ihtimalle bir böbreğini bölgede faaliyet gösteren bir organ mafyasına satarak karşıladı. Allah bilir ne kadar fiyat biçtiler bu ailenin kaderine. 1000 belki de 1500 Avro.

Bir günlük mesafe ile denize ulaştıklarına göre İran taraflarından gemiye binmiş olmalılar. Sonra da muhtemelen Mersin açıklarında karaya çıktılar. Bir kamyon konteynırında 30 saate yakın bir yolculuktan sonra Kocaeli taraflarına ulaşmış olmalılar.

Çocuğun anlattıklarına bakılırsa Tuna nehrini geçerek Yunanistan’a ulaşmak olarak yolculuğun hedefi saptanmış. Ama insanlık dışı bu ticarete bir de aşağılık bir kandırmaca eklenmiş. Bütün bu insanlar, gecenin bir vakti Sakarya Nehri’nin kıyısına indirilmiş. Yağmur ve fırtınanın olduğu, nehrin sel suları ile deli gibi çağladığı bu yerde “Haydi bakalım, karşısı Yunanistan.” denilerek ölümün kollarına bırakılmışlar.

Mansur’u bulduklarında yanında sadece babası varmış. Babası da gerek gemi yolculuğu sırasında gerekse de bu kirli sulardan mikrop kapmış ve baygın bir hâlde imiş. Çocuğun “suda gitmek” diye anlattığı yüzme işini de anlaşılan annesi pek iyi öğrenememiş olmalı ki, gazetede yayınlanan resimlerdeki cesetlerden bir tanesi annesine ait. Babası ise hastanede yapılan bütün müdahalelere rağmen kurtarılamamış. Zaten 65 kişilik olduğu tahmin edilen gruptan Mansur tek çocuk olmak üzere 3 kadın ve 6 erkek kurtulabilmiş. Çoğu birbirini tanımıyor.

Mansur, iki ay psikolojik destek de görerek ilgili komutanlığın misafirhanesinde kalmış. Çok zeki bir çocuk olmalı. Bu iki ayda nerede ise temelde bir insana yetecek kadar Türkçe konuşmayı öğrenmiş. Afganistan büyükelçiliği ile irtibata geçerek iki ay boyunca misafir edilen kazazedeler konsolosluğa teslim edilmiş. Ama Zekeriya Komutan çocuğun anlattıklarından yola çıkarak gerekli müracaatları yapmış ve çocuğu evlatlık olarak almak istemiş. Fakat henüz dava sonuçlanmamış. Bu konuda benim de yardımımı talep ediyor.

Şu an çocuk Zekeriya Komutan ve eşi ile birlikte yaşıyor. Ama dava biraz karışık bir hâl almış. Eşi ile birlikte çocukları olmayan bu aile çoktan onu çocukları olarak kabul edip bağırlarına basmışlar. Okula da başlamış küçük Mansur ve henüz 400 kadar sınırlı olan kelime dağarcığı ile ilk baştan başlayarak, anne ve babasını kaybettiği bu hüsran yolculuğunu anlatmış. Zekeriya Komutan da bu notları virgülüne bile dokunmadan düzenleyerek bana göndermiş.
İki sayfalık bu açıklamayı okuduktan sonra merakımın zirvesine ulaşmıştım. Bir an evvel “Adım Mansur. Afganım. Afganlılar çok cesurdur. Ben de çok cesurum. Babam bana ve anneme suda gitmeyi öğretti. Ve ben hiç korkmadım.” diye başlayan 10 sayfalık metni okumaya başladım. Oradaki hayatından değişik notlar düşerek anlattığı bu hikâyeyi çoğu yerinde gözyaşlarıma hâkim olamadan okuyordum. Bir avuç dolar için insanlığını ve başka insanları da başkalarına bir mal gibi satan insan görünümlü canavarların korkunç yüzünü iliklerime kadar hissettim. Bir ara masamda duran su şişesine uzandığımda Mansur, az topraklı diye ülkesindeki suyu tarif ediyordu. Borular ile evine geleceğinin ve her gün yıkanabilmenin hayalini kuruyordu satırlarında. Boğazımın düğümlendiğini düşünerek ve utanarak bir iki yudum içebildim.
Ve son paragraf. Son paragrafın üzeri tamamen gözyaşımla ıslandı diyebilirim. İşte Mansur’un son paragrafı:

“Anneciğim, babacığım. Ben şimdi o büyük evdeyim. Burada her gün yunabiliyorum. Memed Amcamın çok beğendiği sudan bile daha topraksızını içiyorum. Ev aynen söylediğiniz gibi sıcak. Kocaman ve Memed Amcamları bile içine alacak kadar fazla odası var. Rüyalarımda bile göremeyeceğim kadar çok oyuncağım ve her renkten iki elin parmağı kadar topum var. Zekeriya Babamın arabası da var. O bir asker. Hani şu senin sevdiğin bayraklı olanlardan. Bana her akşam arasında çikolata olan ekmekten getiriyor. Onun adı çokoprens. Ama çok yediğim zaman yüzümde kızıl noktalar oluyor. Bu yüzden az az yiyorum ben de. Anne görmelisin. Saçlarım babamınki kadar uzadı. Ve Zekeriya babam bana, küçük bir asker elbisesi aldı. Bir de karısı var. Fatma Anne o da. Beni çok seviyorlar. Ben de onları seviyorum. Kendileri ile yaşamam için uğraşıyorlar. Siz şimdi çok uzaklardasınız biliyorum. Gökyüzündeki aydan bile uzaksınız belki. Ama sizi hiç unutmuyorum. Bu büyük evde kendimin olan odamda üzerime gergiyi çektiğimde sizin için ağlayarak dua ediyorum uyumadan önce. İnşallah gittiğiniz yerde sizin de bundan büyük bir eviniz vardır ve beni orada bekliyorsunuzdur.”

 Faruk KEYSAN