๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Din Psikolojisi => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 10 Kasım 2010, 12:17:31



Konu Başlığı: Mistik mizaç ve kişilik
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 10 Kasım 2010, 12:17:31
C- Mistik Mizaç Ve Kişilik
 

Şüphesiz ki, mistik sıradan bir insan değildir; o, bazı güç ve kabiliyetlerini diğer insanlara göre daha fazla geliştiren ve kullanan, buna karşılık bazı insanî özelliklerini sınırlandıran ve daraltan, böy­lece farklılaşmış olan bir mizaç ve kişilik sahibidir.

Mistiklerin en göze çarpan özelliklerinden birisi, “duygusal” olmalarıdır. Duygu ve heyecan hayatı onlarda en üst seviyede seyretmektedir. Mistik, ge­nellikle insanların pek çoğundan daha yoğun duy­gular ve canlı bir hayâl gücü ile donanmış kişidir. Fakat bu, mistiğin hiçbir fikir ve irade faaliyetinde bulunmadığı anlamına gelmez. Mistikler, coşkun ve taşkın bir dinî hayat yaşarlar. Duygu ve heyecan hayatının bu baskınlığı tabiî olarak kişinin bütün hayat düzeninde sonuçlarını ortaya koyar. Bunun sonuçları çok belirgin olduğu zaman az ya da çok marazı bir görünüm ortaya çıkarır. Bütün or­ganizmayı sarsan şiddetli uzvî yan etkiler, bozukluklar ortaya çıkabilir; ağlamalar, titremeler, bir­denbire patlak veren krizler, kendinden geçmeler boy gösterebilir. Bir diğer yönden de, heyecan ge­riliminin çok büyük değişmeleri, daralmalar ve ge­nişlemeler (kabz-bast; havf-recâ; heybet-üns..), yük­selmeler ve alçalmalar (fenâ-bekâ; gaybet-huzur, sehv-sekr..) ve zihin hayatlarında az ya da çok rit­mik dalgalanmalar kendisini gösterir. Mistiklerin büyük çoğunluğunun, yaşadıkları tecrübeleri ne­sirden çok şiir tarzında ifade etmeleri, onlardaki bu duygu zenginliğinden ileri gelmektedir.

Mistiklerdeki duygusal karakter özelliği ilişkilere de yansır. Müridin mürşidi ile, diğer insanlarla ve en üstte Allah'la olan ilişkisi daha çok duygusal sis­temler halinde gelişip olgunlaşır. Allah, mistik için bir anlama değil aşk ve muhabbet objesidir. İlâhî aşk,  mistik tecrübeyi besleyen en güçlü kaynak, bütün inançların özü kabul edilen en yüksek ilkedir. Mistik, nisbeten içe dönük bir tiptir; toplum me­seleleri ve dünyevî konular karşısında ilgisiz gö­zükür. Bu ilgisizlik, dış âlemden vazgeçtiği için artık ona hiçbir önemi vermeyen, kendi kendisine, kendi iç dünyasına kapanmış olan saf bir zihin durumu içerisinde bulunmasından ileri gelmektedir. Bütün ilgisi Allah'a yönelik olan mistik için, iç yalnızlık bir gaye olmaktadır. Dünya ile ilgili ve dinî amaca hiz­met etmeyen herşeyden derece derece ilgiyi kesmek, benliğin tekleşmesi ve karışıklığa meydan veren un­surların   tamamını   dışarı   atmak   suretiyle   dü­şüncenin yatıştırılması, mistiklerin ruh hâllerinin en belirgin özelliğidir. Temelde bu, her zaman ki­şiliğin dağılmasının ve birçok konuya bölünmesinin yol açtığı ızdıraptan sakınmak için hemen hemen iç­güdüsel, bazen tamamen şuurdışı bir çabadır.

Bu şekli ile ele alınırsa mistisizm, mutluluğu arama biçimlerinden biri olarak göz önüne alınabilir. Çeşitli vasıtalarla şuur alanının bir çeşit da­ralması, kalbi ve düşünceyi sükûnet ve huzura ka­vuşturan tek yönlü şuur akışına yol açar. Düşüncenin bu yolla tekleşmesi ve saflaşması so­nunda mutluluk, huzur, sözle anlatılamaz saadet duyguları yaşanmaktadır. Zaten mistik tecrübe, esas alarak “sıcak ilgi belirtisi olan zevk verici bir duygu” olarak yaşanmaktadır. Öyle ki, bu büyük mutluluk ve sözle anlatılamaz huzur ve zevk duy­gusu, mistiği kendine ait herşeyden vazgeçiren ve büyük fedakârlıklara sevkeden cezbe ve coşku içe­risine sokmaktadır. Psikanalistler bu durumu, insanî şehvetin yüksek bir dereceye çıkması olarak yorumlarlar. Leuba, hıristiyan mistisizminde sıkça kullanılan cinsî sembollere dayanarak, basit cinsî zevk ile mistik zevki aynı şey olarak değerlendirme eğilimindedir [588]. Bu tür görüşlerin yüzeysel be­lirlemeler olmaktan öte bir değeri yoktur.

Sosyal duygunun zayıflaması, mistiklerin ha­yatında sürekli bir durum değildir. Özellikle islâm tasavvufunda, tarikat hayatı içerisinde toplumsal ilişkilerden ve toplumdan bütünüyle kopmadan çok, yeni bir toplumsal ilişkiler sistemi içerisinde yerleşme durumu müşahede edilmektedir. Böylece sûfî, belli bir olgunlaşma vetiresinden sonra ye­niden aktif duruma geçme, içe dönüklükten dışa dönük hâle gelme ve birtakım sosyal faaliyetler içe­risinde yeni hayatını düzenleme yönünde bir ge­lişim gösterir. Fakat sûfînin, halk içinde de olsa Allah'a dönük olan temel ilgi ve şuuru, kalabalıklar içerisindeki yalnızlık ruh hâli (=halvet der encümen) değişmez bir özellik olarak varlığını korur.

 
D- Mistik Tecrübenin Açıklanması
 

Şimdiye kadar, gerek bir bütün olarak mistik hayat ve gerekse tek tek mistik hâl ve tecrübelerin psikolojik açıdan açıklanıp yorumlanması başarılı bir sonuca ulaşmış sayılmaz. Konu ile ilgilenen psi­kologların bir kısmı mistisizme methiyeler diz­mekten ileri gidememiş, bîr kısmı da, insandaki ilâhî boyutu hiçe sayarak, mistik tecrübeyi maddî ve beşeri sınırlar içerisine hapsetmiştir. Bundan do­layı da,  İkbâlin belirttiği gibi;

“modern psikoloji, dinî hayatın dış kenarına bile henüz ilişememiş ve dinî    tecrübe    denilen    şeyin    zenginlik    ve    tenevvüünden  çok  uzak” [589]  bir  noktada  kalmıştır. Çünkü, bir başka araştırmacının ifadesiyle;

“mo­dern psikoloji hasta psişenin ilmidir; yoksa ölüm­süz ruhun ilmi değildir. Bu, Müslümanların ‘süflî nefs’ dedikleri şeyin ilmidir ve onun ‘ulvî ruh’la veya bütün dinlerin ölümsüz olduğunu bildirdikleri ruhla ilişkisi yoktur” [590]. Esasen psikolojiden, mis­tisizmin tam bir açıklamasını beklemek de doğru değildir. Çünkü o, daha çok müşahhas davranışları araştırabilecek   araçlara   ve   teorilere   sahip   bu­lunmaktadır. Bu konu ile ilgili olarak ileri sürülen bazı   teori  ve   açıklamaları  da  bu  çerçevede   de­ğerlendirmek gerekir.

 
1- Geriye Dönüş (regression) Yorumları :
 

Bazı psikanalistler [591], mistisizmi “ana rahmi tecrübesine saplanıp kalma” olarak açıklarlar. Onlara göre, mis­tik hâl henüz doğmamış bebeğin kendisine hayat veren ve hayatta kalmasını sağlayan anneyi henüz kendisinden ayırdedemediği bir durumdur. Bu, herşeyin bir haline geldiği en yüksek derecedeki son­suz mutluluğun yer aldığı rüyasız, derin “mutlu uyku” hâlidir. Böylece mistik tecrübe, belli bir an­lamda ilk çocukluk durumunun yeniden bir uyanışıdır. Mistik tecrübe kısmen belki, şuur dışında uyuyan kompleksler veya dürtülerden kökten kurtularak ve ferdin bebekteki şuur seviyesine yer­leşmesinden dolayı psikoz riskine girebildiği bir “ge­rileme” gibidir. Fakat çocukluğa bu garip dönüş içinde kişi, kendisini bir yetişkin yapan, güçlükle gerçekleşmiş gelişmenin bütününü de beraberinde taşır. Mistik birlik tecrübesi ile çocukluğun orijinal tecrübesi arasındaki tek fark da burada görülür.

Tasavvufta bir “ayrılık” teması vardır; tasavvuf, insanın en derin ıztıraplarmın kaynağında Allah'tan ayrılığı bulmaktadır. Sûfîler bu telâkkilerini “elest misâkı” [592] na dayandırırlar. Buna göre insanlar henüz insan olarak mevcut değillerken, Allah'ta mevcut idiler. Bir tür sudur olan yaratılıştan önceki bu hâl içerisinde sonsuz bir mutluluk ve tamlık vardır. Yaratılış, insanın ezelî ve ebedî olandan kopması, böylece birlik ve tamlığı yi­tirmesi anlamına gelmektedir. İnsan kendi aslına, yâni ilâhî birliğe yeniden dönme konusunda Allah ile ahidleşmiştir. Allah ile birlik hâli insanın ilk hâli olduğuna göre, tasavvufî tecrübe de daha bu dün­yada iken bu asla dönüş anlamını taşımaktadır. Bunun içindir ki, Cüneyd-i Bağdadî, birlik (tevhid) halini:

“kulun son hâlinin ilk hâli durumuna dön­mesi, olmadan evvel olduğu gibi olması” [593] şeklinde açıklamıştır.

Görünüşte, psikanalistlerin yorumları ile sûfîlerin yorumları arasında önemli bir benzerlik vardır. Her ikisinde de bir geriye dönüş, ana kay­nağa dönüş tecrübesinden söz edilmektedir. Fakat bu ana kaynak birincisinde dünyevî bir plânda ele alınırken, ikincisinde metafizik ve tarih öncesi bir mânâ ifade etmektedir.

 

2- Alt-Şuur Yorumları :
 

Mistisizmin psikolojik mekanizmasını bir alt-şuur olayı olarak ele alanlar vardır ki, bunların başında W. James gelir. O mis­tik tecrübe için genel bir zihni ifadenin mevcut ol­madığını,  bu tecrübenin  aklın  sahasından daha derin, daha canlı, daha hareketli bir sahaya ait ol­duğunu,  bu yüzden de aklî delil ve itirazlardan uzakta olduğunu ileri sürer. James'e göre mistik şuur, normal şuurumuzun bir uzantısı olmakla bir­likte, ondan daha büyük ve kuvvetli, şuur eşiğinin altında barınmakta olan bir psikolojik yapıdır. Bu alt   şuur,   bizim   şuurumuzun   aydınlık   sahasını saran bir kısımdır ki,  burada şimdiki  hâlde  fa­aliyetimizi yöneten fikirler birer flaş hâlinde çakar. Şu halde alt şuur, aydınlık şuurda toplanan şey­lerin   artmasıyla   büyüyen   bir   depo   değil,   fakat hafızanın temin ettiği pekçok duygu ve fikirler ifade etmekle birlikte, irsî unsurları da ihtiva eden bir yı­ğındır. Devamlı hareket hâlinde bulunan bu yı­ğında, bitip tükenmez bir işlenme hâli vardır ki, bu sayede kişiliğimiz zenginleşir. İşte vecd hâlinde in­sana dışarıdan bir hâkim kuvvet izlenimini veren şey,   yukarıya  doğru  çıkan  bu  alt  şuurdur.  Tamamen beklenmedik durumlarda gözüken bu alt-şuur, başka bir kişilik gibi görünür. Alt-şuur yal­nızca mistiklerde değil, herkesde mevcut olduğuna göre, mistik tecrübelerle alt-şuura bağlı diğer olay­lar arasındaki farkı ortaya koyacak ölçü  nedir? James'e göre bu ölçüler; “iç aydınlanma sağlama, mantıkî bakımdan   "tatmin   edici”   olma,   “pratik fayda ve verimlilik” olabilir [594]. Anestezi gibi bazı du­rumlarda da birtakım içedoğuşlar olmakla birlikte, bunlar kaypak ve geçici şeylerdir. Halbuki mistik tecrübedeki ilham şahsın bütün hayatına yol gösterecek niteliktedir. Mistik tecrübenin insana açtığı hakikatlerin mantık bakımından tutarlı ve tatmin edici olması yalnızca buna İnanan kimseler için bir mânâ ifade eder. Mistik tecrübe imanı güçlendirdiği için, düşünceleri bir dengeye ulaştırmakta ve böy­lece faaliyetleri sağlam ve güvenli hâle koymaktadır.

James'in teorisinin geçerliliği, alt-şuur denilen zihin sahasının mahiyeti ve bunun şuurla olan iliş­kisi hakkındaki bilgilerimize bağlıdır. Alt-şuur as­lında zihnimizin çalışma tarzını anlayabilmek için icad edilmiş bir hipotezden ibarettir. Bunun özelliği, duyularımızın çalıştığı hâllerde şuura aksetmeyen unsurları ihtiva etmesidir. Böylece rüya, ateşli has­talık, ilaçla uyuşma vs. gibi hâllerde zihnimizi işgal eden alışmadık şeyleri bu alt-şuurun ortaya çık­ması olarak kabul ediyoruz. Fakat alt-şuurun ger­çek muhtevasının ne olduğunu bilmiyoruz. James orada sadece ferdî hatıraları değil, aynı zamanda ırka, yani insan cinsine ait hatıraların da bulunduğunu ileri sürüyor. Buradan hareketle, ferdî alt-şuurların ulûhiyetin bir parçası olduğu söy­lenemez mi? Böylece mistik hâller, ulûhiyetin in­sana tesir için kullandığı bir vasıta sayılamaz mı? Bunun doğru olması için, mistik tecrübenin sadece mekanizma olarak değil, muhteva olarak da hep birbirine benzer şeylerden meydana gelmesi gerekir. Halbuki vecdin muhtevası ferdî hafızaya ve sosyal çevreye göre değişmektedir. Başka bir deyişle, Müs­lüman sûfî vecd esnasında Hz. Peygamberi ve Müs­lüman velileri görürken, Hıristiyan mistiği Hz. İsa ve Havarileri vs. göstermektedir [595].

 

3- İç Gözlem Yorumları :
 

Mistikler, murakabe yoluyla bütün dikkat ve iradeyi kendilerine ve ken­dilerindeki Allah'ın etkilerine yöneltmek suretiyle arzu ettikleri birliğe ulaşmanın mümkün olduğunu söylerler. Vecd anında da zihin bir ayna hâline gel­mekte ve ilâhî hakikatler o aynaya aksetmekte diye inanırlar. Bu şekilde zihinde birtakım suretlerin be­lirmesini bazı süfîler irade ve arzu gücünün mükemmelleşmesine bağlarlar. Necmüddin Kübrâ'ya göre,                 “İrade güçlenir ve talepteki samimiyet de kuv­vetli olursa, himmet sahibi ile matlub arasında (maddî veya manevî) bir rabıta meydana gelir. Bu rabıta ya îcad ve var etme veya ifna ve yok etme su­retinde hasıl olur.” [596], İrade gücünü bu şekilde ge­liştiren bir mistik, kendi iç dünyasında arzu ettiği görüntüleri; meydana getirebilir. Bunun birçok örneklerine rastlamak mümkündür [597]. Buradan ha­reketle mistik tecrübeyi, mistiğin kendi kendine ger­çekleştirdiği bir “iç gözlem” olarak değerlendirmek mümkün olmaktadır,. Elbette ki, bu sıradan ve ko­layca gerçekleştirilen bir şey değildir; belli bir ruhî ol­gunluk elde edildikten, sonra yapılan bir iç gözlemdir. Esasen bu konu psikolojide oldukça tartışmalıdır. Galton'a göre[598], bir kimsenin kendi zihninde geçen şeyler hakkında söyledikleri, tıpkı bir coğrafyacının yeni bir memleket hakkında söyledikleri kadar ge­çerlidir. Burada içe bakış muhtevası olan imajlar zih­nin aldığı genel bir istikâmete göre belirlenmektedir. Mistik hangi iman ve din değerlerine bağlı ise, mistik tecrübenin ona açtığı dünya da bunlarla bağımlı ve sı­nırlı olmaktadır. Sûfîlerin kendi ifadesiyle;

“suyun rengi, içinde bulunduğu kabın rengidir. Hakk sana senin renginde görünür. Çünkü O'nun rengi yoktur” [599]. Böylece kişinin zihni hangi din ve inancın de­ğerleriyle dolu ise, mistik tecrübe sonucu zihnin ona açacağı dünya da buna uygun bir dünya olacaktır.