๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Diğer Yazılar => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 18 Eylül 2011, 17:27:57



Konu Başlığı: Yazarlarının dilinden Semerkandla ilgili hatıralar
Gönderen: Zehibe üzerinde 18 Eylül 2011, 17:27:57
Diyorlar ki...



Mayıs 2007 - 101.sayı

Semerkand Dergisi kaleme aldı, DİĞER YAZILAR bölümünde yayınlandı.

Yazarlarının dilinden Semerkand’la ilgili hatıralar, duygular, düşünceler...

Ali DEMİRTOPUZ
Samandıra'da İnecekler

Bizans harabelerinin çevrelediği ot bürümüş kestirme yoldan geçerek o minik mescide geliyorum. Namaz ve son bir sigara... Çakıl taşlarını çiğneyerek yolumadevam ediyorum.Kapıdayım. Derin bir nefes alıyorum. “Lâ havle velâ kuvvete illâ billah...”

Editörümüz Sabahattin Aydın’la kısa bir hasbıhalden sonra soruyorum: “Yazıyı okuyabildiniz mi?”
“Okuyamadım, diyor, daha doğrusu bir iki sayfasını okudum ve bıraktım. Bu yazı, diyor, dergimiz için çok uzun ve sıkıcı..”
Bir ay boyunca tüm mesaimi uğruna feda ettiğim o muhteşem eserim iki kelime ile hayatını kaybediyor. Bir anafora dönüşüp beni yutmaya çalışan koltuğumun kenarlarına son bir çabayla yapışıyor ve nihayet sesimi çıkarabiliyorum: “Yani?”
“Devam edeceksin,” diyor, sonra beklediği yazının temel özelliklerini izah ediyor.
Dönüyorum ve yeniden başlıyorum. Yazıyorum, bozuyorum, tekrar yazıyorum. Bin kere okuyorum yazdıklarımı. Kelimeler gözümde anlamlarını yitiriyor. Umutsuzluk çullanıyor üzerime. Ne olacaksa olsun diyor ve gönderiyorum. Bir de not ilave etmişim.. “Biliyorum olmadı ama göndermeden edemedim.”
Cevap geliyor: “Olmuş işte. Ben beğendim.”
Donakalıyorum...

Hüseyin OKUR
Kültür Dünyamıza Bir Işık

Evet; tam yüz sayı olmuş yani yüz ay... İlk sayının başyazısı hâlâ dün gibi aklımda: “Müslüman Barıştan Yana Olandır.” Kısa ve geçici dünya hayatında insanın zamanınıen güzel şekilde değerlendirebileceği hem dinlendirici, hem de feyiz veren, kültürle
tasavvufun bir araya geldiği mükemmel bir dergi...
Semerkand Dergisi, tespit edilmiş bir çizgiyi büyük bir kararlılıkla, ölçüsünden taviz vermeden, ilkelerinden bir adım bile taviz vermeden ulaşılan menzilin adıdır. Okurlarına daha faydalı olabilme aşkıyla, hizmet nimettir düsturuyla ve ilk günkü heyecanıyla yayın hayatını sürdürüyor.

ZEHRA KORKMAZ
Semerkand'lı Olmak

Birazdan bir şehre gireceksin.
Adımların ürkek, acemi yollarında yürüyeceksin.
En çocuk halinle, en masum, en içten yürüyeceksin.
Şehir sana yürüyecek.
Kayboldum dediğin anda bulacaksın.
Toprağında büyümüş gibisin.
Dallarından meyve aşırmış, çimenlerinde yuvarlanmış, avcunu dayayıp çeşmelerinden
kana kana su içmiş gibisin.
Camilerinde babana çaktırmadan bakarak ilk defa secdeye kapanmış gibisin.
Diz çökerek hocalarına ilk defa Sübhaneke dersini vermiş gibisin.
Birazdan bir şehre gireceksin.
Şehrin kapıları açılmış sonuna kadar; gönlüne gel der gibi, gülleri der der gibi.
Yeniden yaşıyor gibisin her anı, her ana yeniden giriyor gibisin. Acemiliğin ondan.
Ürkekliğin, tatlı telaşın, çocuksu merakın ondan.
Şehri adımladıkça kendi kalbine de varıyorsun. Her kıvrımdan kendini soruyor, her
kıvrımda kendini buluyorsun.
Ağırlıklarından kurtulmuşsun, öyle hafi f yürüyorsun.
Kelime kelime, adım adım kendine varıyorsun.
Yolda rastladığın yaşlı teyze hoş geldin diyor, erik veriyor. Erikleri ceplerine dolduruyor,
yağmurda ıslanarak yürüyorsun.
Damlalar içinde akan nehrin sularına karışıyor. Bazen deli, bazen durgun akıyor.
Şehrin sen oluyor, sen şehrin oluyorsun.
Sen Semerkand’dasın. Şehr-i yârde.
Sen Semerkandlısın.

Yusuf YAVUZ
Semerkand'a Güzelleme

Ufuklarda ışık gözlüyor idik,
Nihayet meydana çıktı Semerkand;
Gönül sohbetleri özlüyor idik,
Nice taassubu yıktı Semerkand.

Bir bahar mevsimi çiçek açarken,
Yağmur bekleyenler göğe bakarken,
Susuzlar ovada suyu ararken,
Şifalı su olup aktı Semerkand.

Gerekeni yazdı hava basmadı,
Kimseye kızmadı ama susmadı,
Allah’ın kuluna surat asmadı,
Herkese şefkatle baktı Semerkand.

Her ay elden ele dolaşmasıyla,
Yüz binlerce dostla buluşmasıyla,
Yüz bir sayısına ulaşmasıyla,
Yüz bir rehber ışık yaktı Semerkand.

Ahmet ALEMDAR
Bir Pencere Açmak

100 sayılık uzun soluklu bir koşunun son demlerinde koşuya katılan ama hâlâ topallayan ve dolayısıyla geride kalmayı hak etmiş bir kişi olarak yazı serüvenimden bahsedeyim.

Bana dergide yazı yazma teklifi yapıldığında, her ay sürekli yazı yazmamın zor olabileceğini, ancak zaman zaman bazı yazılar verebileceğimi söylemiştim. Bu zorluğun şahsi meşguliyetlerimin yoğunluğuyla ilgisi olsa da asıl sebep, yüz binlere ulaşan ve yüce dinimizin hem zahirî hem de batınî boyutlarını kapsayan böyle bir dergide yazmanın hafi fl etilemez sorumluluğuydu.

Neler yazacağımı da bilmiyordum. Teklifte özel olarak belirlenmiş bir yazı içeriğinden bahsedilmemişti. Yazılarıma bir “pencere” açarak başlamayı düşündüm. Geldiğim noktada görüyorum ki aslında okuyuculardan ziyade kendi dünyama pencere açmaya çalışmışım. Yazdıklarımın değeri bilinmez ama dergiyi eline alan her sınıftan ve her yaştan insanlara duygu ve düşüncelerimi paylaşabileyim derken, yavaş yavaş anlıyorum ki öncelikle kendi iç dünyama sesleniyormuşum.

Sürekli yazamayacağım diye düşünürken, birkaç ay hariç genelde kendimi her ay bir yazı tasarımında buluyorum. Yazıyı ben mi yazıyorum yoksa kalem mi? Neler yazacağım derken yazılar arasındaki yol haritasının işaretleriyle heyecanlanıyorum. Önümüzdeki aylara ait birkaç yazının konularını artık tahmin edebiliyorsam da, bu serüvenin nereye kadar uzanacağını ve nasıl bütünleneceğini bilemeyeceğimi biliyorum. Ayrıca her yazımda haddimi aştığımı da büyük bir mahcubiyetle idrak ediyorum.

Yazdığım metinlerin içerisinde yer alan ayet-i kerimeler, hadis-i şerifl er ve Allah dostlarına ait kutlu sözlerin dışındaki cümle, kelime ve hatta her harf için sizlerden aff ıma vesile olmak üzere dualarınızı bekliyorum. Hürmetle…

Akif GÜLER
Hayat Bir Anı

Hani herkesin hayatında yaşadığı bir kesit vardır ya, bazıları için hüzünlü, bazıları için neşeli, bazıları için kaçırılan bir fırsat, bazıları için sanki hiç yaşanmamış bir an. Ama unutulmayan...
Emin olun herkesin böyle bir ânı var, ta Adem a.s.’dan beri. Bazıları için dönüm noktası olan, bazılarını olgunlaştıran, bazılarını hayatın dışına fırlatan…
Semerkand’da başlamak da benim için böylesine bir andı. Hayatı, niyeti, birliği, ayrılığı ve kendimi anlamanın ânı.
Vesselam...

Halil AKGÜN
Semerkand'ın Esintileri

Semerkand’ı ilk duyduğumda “ne güzel bir isim bulmuşlar” demiştim. Bunu derken Semerkand şehrinin İslâm medeniyetindeki yerini düşünüyordum. Semerkand aynı
anda ilmi, irfanı, izzeti, estetiği, kanaati, asaleti, kısacası Kur’an’ın “ihsan” dediği niteliklerin hepsini bezenmiş bir şehri temsil ediyor. Şehir deyince bugün aklımıza kalabalık yerleşim birimleri geliyor. Trafi k, büyük binalar, kirlilik, suç geliyor. Oysa klasik İslâm şehirleri, bir arada yaşamanın bir artı değere dönüştüğü yerlerdi. İnsan onurunun korunduğu, cemaat olmanın ilme, estetiğe, zerafete, güvene dönüştüğü yerler. Semerkand’ın bizim tarihimizde böyle bir yeri var.

Semerkand’ı ilk defa elime alıp incelediğimde dergiye farklı bir kaygının hakim olduğunu gördüğümü hatırlıyorum. Kaygı ile kastettiğim endişe değil; daha ziyade dikkat ve incelik. Yeni doğmuş bir bebeği korumak için gösterilen inceliğe, rikkate yakın bir kaygı. İnandığı ilkelerin arkasında sapasağlam duran ama bunu yaparken izzet, onur ve zerafetini tehlikeye atmayan bir kaygı. Ele aldığı konular ve konuları ele alış biçimiyle farkını ortaya koyan bir dergi. Lumpenliğin, kolaycılığın, anlamsızlığın, dünyevîliğin, kabalığın ayyuka çıktığı bir Türkiye’de Semerkand farklı bir iklimden esintiler getirmek için yola çıkmış görünüyordu. Bugün geldiği yere bakınca, yaptığı işin esintiden daha fazla bir şey olduğunu görmek zor değil.

Dergiye ilk yazımı gönderdiğimde nasıl karşılanacağı konusunda hiçbir fi krim yoktu. Ele aldığım konu, üslubum, ileri sürdüğüm gerekçeler, kullandığım örnekler, kurduğum cümleler acaba nasıl karşılanacaktı? Ciddi bir editör tezgahından geçecek miydi? Yoksa Türkiye’deki pek çok derginin yaptığı gibi “ne olsa olur” türünden bir yayın politikası mı izleniyordu? Bu sorunun cevabını herhalde pek çok yazar arkadaş merak ediyordu. Fakat ben yurt dışında olduğum için günübirlik ve yüz yüze bir iletişim kurma şansım yoktu. Editör’den gelecek ilk cevabı beklemek zorundaydım.

İlk yazıma ilişkin tashihler geldiğinde epey şaşırdığımı, hatta hafi f yollu kızdığımı hatırlıyorum. “Bu bambaşka bir yazı olmuş!” demiştim kendi kendime. Üslup adeta yeniden tanımlanmış, bazı paragrafl arın yerleri değiştirilmiş, cümleler kısaltılmış, fazla
bilinmeyen kelimelerin yerine başkaları konmuş… Kısa süreli bir şaşkınlıktan sonra yazıyı tekrar okudum. Kendi yazdığımla kasabın, pardon editörün masasından çıkan halini karşılaştırdım. Ve şunu keşfettim: Yazının ana fi krine hiç bir yerde müdahale edilmemiş. Söylemek istediğim şey, daha anlaşılır, sade ve dolambaçsız bir dille yeniden ifade edilmiş. Editörümüz gerçekten editörlük yapmış. Yazarın fi krine saygıda kusur etmemiş; tersine daha iyi anlaşılması için yerinde müdahalelerde bulunmuş.

İşte benim Semerkand’daki yazı hayatım böyle başladı. Birkaç yazı sonra artık benimle editör masası arasındaki mesafe epey azalmıştı. Semerkand kalemimi terbiye etmişti. Bir felsefeci olarak bu bana dil ile düşünce, fi kir ile ifade arasındaki ilişkiyi yeniden düşünme
fırsatı verdi. Klasikleşmiş yazarların kendilerini nasıl ifade ettiklerine tekrar baktım. “Zor ve karmaşık yazmak, derinlikli yazmak değildir” ilkesini hatırladım; daha doğrusu artık buna kanaat getirdim. Popülizmin her türüne karşı birisi olarak “kolay ve anlaşılır yazmak popülizm değildir” fi kri de bende giderek yer etmeye başladı. Bu ikisi arasında bir itidal noktası olmalıdır, dedim. Semerkand’daki yazı serüvenim bu itidal arayışının da hikâyesidir.

Fakat itidal sadece üslupla ilgili bir şey değil. Semerkand, özde itidali esas alan bir dergi.Tasavvufun, İslâm’ın marjinal bir boyutu değil, özü olduğunu söylerken de Semerkand aynı itidal tavrını sergiliyor. Ahir zaman zuhuratına karşı koyarken de itidali tavsiye ediyor. Uzun vadede adil, dürüst, mümin, barışçıl olanın kazanacağını söylüyor. Küfrün, nisyanın, kabalığın seviyesine inersek sadece üsluba değil öze ilişkin de bir şeyler yitireceğimizi hatırlatıyor.
Semerkand bize özde ve sözde orta yolun doğru yol olduğunu söylüyor.

Zekai ŞENGÜN
Semerkand Çalışanı Olmak

Hangi işte çalışıyorsanız o iş alanında iyi olmanız beklenir. İşyeriniz sizin o işte iyi olmanızı ister; iyi bir mühendis, iyi bir işletmeci, iyi bir pazarlamacı, iyi bir usta vs... Mesai saatleriniz dahilinde işinizi iyi yaptıktan sonra da kimse size karışmaz. Özel hayatınızda iyiymişsiniz, kötüymüşsünüz, bu yalnızca sizi ilgilendirir. Bu bir yana, öyle işler de var ki o işte başarılı olmak için özellikle kötü olmanız gerekebilir. Yalan söyleme, kötü ürünleri iyi gösterme, yalnızca kendi başarınıza sevinme gibi insanlık dışı bir ahlâk edinmeniz gereken işler… Bizzat ahlâk dışı olan işlerden söz etmeye ise gerek yok.

Bir de şöyle bir iş ve işyeri düşünün ki, bu işin sahipleri size şunu söylüyor:

“Önce kendi nefsinize, hal ve hareketlerinize, niyetlerinize dikkat etmeniz gerekir. Bu şekilde davranmanız, hem insanların hidayetine hem de yaptığınız işlerin daha bereketli olmasına vesile olur. Sizin yaptığınız işler, bereket isteyen işlerdir. Okuyucunun, derginizi ya da kitabınızı açtığı zaman, orada yazılanların dışında bir feyz ve bereket alması gerekir. Yoksa sizin yazdıklarınızı başkası da yazabilir, yazıyordur da… Sizler dininizin emirlerini
layıkıyla yaşamadan, okuyucuya asla tesir edemezsiniz. Niyetiniz ve yaşadıklarınız bir düzene girmezse, yaptığınız çok hizmetler hatır için olur. O zaman da hiçbir mana ifade etmez.”

Evet, ben bir Semerkand çalışanıyım. Maişetimi sağladığım bir iş için sabah kalkıp işime geliyorum. İşim de her iş gibi benden iyi olmamı istiyor. Fakat çok insanın yapabileceği bir işte iyi olmayı değil, özellikle iyi bir insan olmamı istiyor. Bir insan, bir müslüman
olmamı…

Galiba bu iş zorla adam edecek bizi. İnşallah…

Ahmet MİROĞLU
Tesadüf; Tevafuk,Tanışma; Dostluk ve Duman altı Durumlar

Semerkand Dergisi’yle, daha doğrusu dergi ekibiyle tanışmam biraz tesadüfî oldu diyebilirim. Tabii dünyada tesadüf diye bir şey olduğuna inanırsanız. Zira bazı feylesofl ara göre dünyada “tesadüf” dışında her şey mümkündür. Doğrusu ben de aynı kanaatteyim. Hatta derinlikli düşünen bazı Müslümanlar bu gibi şeyler için “tesadüf” yerine “muvafık, uygun olma, denk düşme” anlamına gelen “tevafuk” kelimesini kullanma hassasiyetindedirler.

Gerçekten iyi incelerseniz, bir şeylerin bir şeylere muvafık ve uygun olduğunu, denk geldiğini görürsünüz. O halde giriş cümlemizi şöylece değiştirebiliriz: Semerkand ekibiyle “tevafuken” tanıştım. Yani tanışmamız murad olunmuş ki yollarımız kesişiverdi.

Bu kertede kimin veya neyin, nasıl yahut ne şekilde vesile olduğunun artık pek bir önemi kalmaz. Fakat “vefakârlık” ve “kadirşinaslık” da bir müminin erdemi olduğu için tevafuk bakımından değilse de, işte bu iki haslet bakımından benim Mehmet Işık -yoksa Kemal Süleymanoğlu mu deseydim- Bey’in bu işteki payını yâd edip hatırlatmam gerekir. Yalnız küçük bir hamişle… Meğer biz bu ekibin bazısıyla üniversite çağlarında zaten aynı sınıfta okumamış mıyız? Ve yine meğer biz bu ekibin bazı üyeleriyle ortak dostlara, iş ve çalışma arkadaşlarına sahip değilmiş miyiz? Neyse, önce yaz tatillerinde Ankara’daki dergi merkezine uğramaya ve ara sıra yazmaya başladım. Sonra talepler sıklaştı. Derken kendimi yıllar sonra bir anda yeniden dergi sayfalarında buldum. Boşuna, eline –yoksa diline miydi- matbaa mürekkebi bulaşan bir daha ifl ah olmaz dememişler.

Şu farkla ki, bu sefer derginin mutfağından uzaktaydım. Fakat gidiş gelişlerimde mutfak çalışanlarının özverili, özenli, titiz işçiliklerini görüyor, seviniyordum. Zaman zaman ekip olmanın gerekliliğine, diğergamlığa, uyuma; tashihe, yazım kurallarına, dergiciliğe; habercilik ilkelerine, anlayış farklılığına, sıradanlaşmamaya dikkate… dair hoş sohbetler yaptığımızı hatırlıyorum.

Muhtemelen başlığa bakıp “bu duman altı durumlar” da ne ola, diyorsunuzdur. Özel sohbetlerde ve bilhassa genel toplantılarda o malum 10-12 cm’lik ince duman
çıkarıcıların toplu yakımından neş’et eden duman canım, öyle farklı bir şey değil... Eğer siz de benim gibi sigara tiryakisi değilseniz, insanların adeta yarışırcasına birbiri ardına ucunu tutuşturduğu bu nesnenin boyuna posuna ve çapına inat ne yaman bir “duman” çıkarıcı olduğuna şaşırırsınız elbette.

Şaka bir yana, ülkemizde çıkan dergilerin “tık nefeslik” sorununu şimdilik aşmış gözüken Semerkand’a uzun ve hayırlı bir ömür diliyorum.

Muzaffer TAŞYÜREK
Semerkand Ailesinde Yer Almak

Semerkand adına yazacak ne kadar çok şey var. Ama yazmaya başlayınca uçup gidiyor hepsi. Bir hedefe beraber yürümek için yola çıktığım arkadaşlarım için onlarda gördüğüm güzellikler adına o kadar çok şey var ki, yazacak...

Semerkand ailesi çok güzel insanlardan oluşuyor. Çünkü kaynağı çok güzel. Gönülden gönüle sevgi, muhabbet, aşk, iştiyak, azim, gayret köprüleri kurmak için yola çıkmış kutlular kervanı için çok şeyler yazmak, çok şeyler söylemek gerekiyor. Ben onları bu kutlu ve kutsî yolculuklarında tebrik ediyor alkışlıyorum..
Bu kutsî yolculukta sonuna kadar yer almak isterdim. Bunu özellikle belirtiyorum. Ama olmadı. Beceremedim. Bir el bizi çekti kenara aldı. Demek buraya kadarmış.. Gönül burukluğum var ama kırgınlığım yok.

Semerkand bana çok şeyler kattı. Bunu açıklamam mümkün değil. O kutlu eserin duvarlarında benimde harcım ve renklerim bulunduğu için mutluyum. Geleceği için
umutluyum..

Umuyorum ki o eserin çatısı altında “Hey, orada kimse var mı?” diye seslendiğimde “Biz varız!” diyecek kardeşlerim ve dostlarım vardır. Oralarda bir yerlerde “Biz varız!” diyecek, ahde vefa gösterecek gönül dostlarıma kucak dolusu selam, gönüller dolusu muhabbetlerimle..
Yolunuz açık olsun.

“Bedenimde bir can var avuç içi kadar, o canda bir kalp var dünya kadar.” Hepiniz o dünyanın içindesiniz..

Ali YURTGEZEN
Okuyucuya Teşekkür Borcum Var

Semerkand’ı sekiz yılı aşkın bir zamandan beri sahiplenen okuyuculara hasbelkader bu dergide yazan birisi olarak teşekkür borcum var. Bu teşekkür, yazmak adına irfanımızın zaten var olan güzelliklerini Semerkand sofrasına taşımak gibi bir “hizmet” nimetine mazhar olmama vesile teşkil etmelerine değil sadece. Yazılar aracılığıyla naklettiklerimden ziyade okuyuculardan aldıklarım kâr oldu bana.

Muhtemelen farkında değildirler ama duruşları, kabûlleri, hâl dilleri ile törpüleyip durdular beni. Yazarken hep yanı başımda hissettim onları; bazen bir malayaniden çekip aldılar, bazen sivri bir ifadeden dolayı kaşlarını çattılar.

Yazdıklarım el içine çıkarılır hale geldiyse eğer, bu, yoldaşların manevî murakabesiyle olmuştur. Böyle kutlu bir “iletişim” içinde daha nice yıllar birbirimize ayna olmaya devam ederiz inşallah.

Murat YILMAZ
Semerkand'a Karikatür

Semerkand isminde bir derginin yayınlanacağını ilk duyduğum zaman çok meraklanmıştım. Derginin konularının neler olacağını tahmin ediyordum. Merak ettiğim konu derginin görselliğiydi. Derginin görünümü nasıl olacaktı? Sadece düz yazıların yayınlandığı klasik edebiyat dergisi görünümünde mi olacaktı? Yoksa
okuyucuyla bütünleşmede görselliğin etkisi kullanılacak mıydı?

Ve 1999 yılının Ocak ayında birinci sayısı yayınlanan derginin kapağını ilk gördüğümde heyecanım daha da arttı. Çünkü derginin kapağında logo, sayı ve fi yat bilgilerinden başka yazı yoktu. Çok güzel tasarlanmış, açık tarihi bir kapıdan bakıldığında bulut ve sisler içinde silüet görünümlü küçük bir cami ve evlerin resmi vardı.

Dergiyi ilk gören kişide ister istemez acaba içinde ne var diye merak ettiren bir kapaktı. Derginin iç sayfalarına bakmadan dakikalarca bu kapağı incelemiştim. Derginin tanıtım cümlelerinden biri olan “içinizdeki kayıp ülkeye açılan kapı:"Semerkand" sözüne uygun bir enfes resimdi.

İç sayfalara geçtiğimde yazı ile bağlantılı olarak diğer resim ve fotoğrafl arı gördükten sonra dergiye olan hayranlığım daha da arttı. Semerkand Dergisi birinci sayısından itibaren çok iyi hazırlanmış bu resim ve fotoğrafl ara büyük önem verdi. Yazılan yazı nasıl okuyucuyu bilgilendiriyorsa, o yazı içindeki resim ve fotoğrafl ar da en az yazı kadar insanı etkileyip düşünce boyutunda yeni ufuklar açıyordu.

Açıkçası bu görsellik içinde karikatüre neden yer verilmediğini kendi kendime ara sıra soruyordum. Nedenleri arasında itiraf etmeliyim ki karikatür sanatına karşı çok fazla ilgilerinin olmadığını zannediyordum. Fakat 2003 yılında bir internet sitesinde karikatürlerimi görüp benden dergi için de karikatür çizmem istendiğinde çok şaşırmıştım. Demek ki benim sandığım gibi Semerkand Dergisi karikatüre ilgisiz değilmiş. Ve gerek e-posta yoluyla yaptığımız yazışmalarda, gerekse telefon görüşmelerimizde dergi yönetiminin karikatür sanatı hakkındaki bilgisi, duyarlılığı ve karikatür bilinci beni daha da çok hayrete düşürüp şaşırtmış ve etkilemişti.

Bir dergi veya gazetede karikatür çizen biri için en önemli konulardan bir tanesi dergi yönetiminin karikatüre yaklaşımı ve desteğidir. Ben bu desteği Semerkand Dergisinde fazlasıyla gördüm. Ülkemizde Semerkand Dergisi’yle aynı formatta yayınlanan dergilerin sayfalarında karikatür pek fazla görülmez. Görülse dahi uzun soluklu olmamıştır. Yayınlanan karikatürlerde genellikle illüstrasyon tarzı olup, eleştiriden ziyade soyut veya şiirsel anlatımlı çizimler olmuştur. Oysa karikatür demek eleştiri demektir. Semerkand Dergisi karikatürün asıl işlevi olan bu eleştiri boyutuna büyük önem göstermiş ve sayfalarında eleştirisel karikatürlere de yer vermiştir.

Dikkat edilirse Semerkand Dergisi’nin hassas olduğu konuların başında İslâm gelmektedir. Özellikle İslâmî yaşayışta görülen eksikliklerin ve yanlışların üzerinde her sayısında durmakta ve okuyucularını bilgilendirmektedir. Yapılan  yanlışlıkların eleştirilmesinde karikatürü kullanmak ise çok büyük bir cesaret istemektedir. Semerkand Dergisi’nin gösterdiği bu cesareti her dergi kolay kolay gösteremez. Okuyucunun yanlış anlamasından çekinerek karikatürü kullanmakta tereddüt edebilir. Çünkü karikatürün etkisi yazı gibi değildir. Görselliğinden dolayı daha keskin ve nettir. Kendilerini demokrat, özgürlükçü veya fi kir hürriyetinde rakipsiz gören birçok dergide bu özeleştiri özelliğini pek bulamazsınız.

Bana en çok sorulan sorulardan bir tanesi karikatürlerimin konularını veya esprilerini nereden bulduğumdur. Verdiğim cevap ise çok kısadır. Ben çizdiğim karikatürlerin konularını ve esprilerini Semerkand Dergisi’nden buluyorum. Dergide yazılarını okuduğum yazarlar bana öyle fi kirler veriyor ki, bana sadece okuduklarımı karikatür diliyle anlatmak düşüyor.

Bu yönüyle Semerkand Dergisi’nin karikatür yaşantımda bana çok büyük katkıları olmuştur ve olmaya devam etmektedir.

Bir karikatürcü için Semerkand Dergisi’nde karikatür çizmek çok zevklidir. Fakat zevkli olduğu kadar da zordur. Çünkü Semerkand Dergisi okuyucuları diğer dergi okuyucularına benzemiyor. Ayrıcalıklı ve bilinçli bir okuyucu kitlesi var. Bu bilinçli okuyucu kitlesine karikatürle yaklaşmak için de karikatür çizen kişinin kendini ve bilgilerini sürekli yenilemesi gerekiyor. Bu yenilemenin adresi de yine Semerkand Dergisi olmaktadır.

Muhabbetle.



Kürşat Salih YAMAN
Mutlu Yıllar Semerkand

Semerkand, gül neslinin kalem tutan evladı
Ceddi Semerkand demiş, ondan almış bu adı

Yürüyüşü pek vakur, davranışı yumuşak
Bu yüzden onu sevdi, kucakladı bu kuşak

Fikri de zikri de hak, haktır ona dayanak
Yağar gönül evine hep sağanak sağanak

Din, tarih, edebiyat, ne varsa hep toplamış
Tekrar eleğe vurup, bir daha yorumlamış.

Biz bu davaya râmız, budur bizim davamız
Hizmet nimettir diye bayraklaşmış sevdamız

O yüzden tek değilsin, seninle etmişiz and
Yüz sayıdır neşr buldun, bin yüz daha Semerkand!



Dilaver SELVİ
Semerkand RUHU

Semerkand bana bir yurdu değil, hep manevi bir ruhu hatırlattı. Bu ruh, bütün alemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed s.a.v. Efendimiz’e aşık ve onun meşrebinde olan safi bir ruhtur.

Bu safi ruh etrafında şekillenen Semerkand, şu beş aileye hizmet sunup rahmet olmayı hedefi ne almıştır: Kan bağı ile oluşan aile: Bu, anne-baba ve diğer aile fertlerinden oluşan yuvadır. Gönül bağı ile oluşan aile: Bu, Allah için sevilen kâmil bir mürşidin etrafında kurulan gönül merkezli takva cemaatidir.

İman bağı ile oluşan aile: Bu, iman edip İslâm dairesine giren her müminin oluşturduğu toplumdur. İnsanlık ailesi: Bu, Hz. Âdem a.s. ve Hz. Havva’nın evlatlarının oluşturduğu bütün insanlık cemiyetidir.

Kainat ailesi: Bu, insanın dışındaki diğer canlıların ve varlıkların oluşturduğu bize emanet
edilen bütün dünyadır.

Kâmil bir insan olmak, bütün bu ailelere karşı görevlerini hakkı ile yapmaya bağlıdır. Bu görevler, dinimiz tarafından tek tek öğretilmiştir. Kâmil insan, bütün aleme rahmet olan müslümandır. Bugün insanlık, para ve petrolden daha çok, günah ve gafl et içinde ölmüş gönüllere manevi hayat taşıyacak kâmil insanlara muhtaçtır.

İşte Semerkand, bu kâmil insanı yetiştirmeyi hedefe alan Muhammedî bir meşreptir. Bu meşrep, Allah’ın zikrini ve aşkını kalbe nakşeden bir terbiye okuludur.

Bu aşıklar kervanına Allah için katılanların gözü aydın olsun. Cenab-ı Hak bizi bu kervandan ayırmasın.


Bülent MANAS
Adam Olacak Çocuk

Annem elinde bir dergiyle geldi. Bir göz at, bakalım nasıl bulacaksın, diye. Baktım Semerkand. Bak, bunlar da şiir yayınlıyorlar, sen de şiirlerini yollasana belki yayınlarlar, dedi. Karıştırdım. Bu bir edebiyat dergisi değildi. Olmaz anne, deyip dergiyi ve konuyu kapattım. Ama annem kapatmadı. Sonraki günlerde dergi bir şekilde benim masamda, mutfak tezgahının üstünde, vestiyerde ve daha pek çok anda ve yerde annem tarafından karşıma çıkartılmaya devam edildi.

Yeni evliydik ve ailemle beraber kalıyorduk. Afyon’a ilk kez gitmemin üzerinden neredeyse bir sene geçtikten sonra yine Afyon’dan evlenmiştim. Hayatın değişik zamanlarında karşılaştığım olayların bana muziplikler yaptığını, bu olayların benim katı tutumlarıma karşı beni ve aldığım kararları altüst eden dersler verdiğini biliyordum. Ama akıllanmıyordum işte… Annem için hayatımın bir dönemini kapatmış olmam, alışkanlıklarımı terk etmiş olmam yetmiyordu. Bak, namaz da kılıyordum. Hatta beş vakit kılıyordum. Akşamları az da olsa dersimi yapıyordum. Daha ne istiyordu benden. Onun istediği, şu dergiye gidip oradaki insanlarla tanışmam, ismi neydi, Selahattin mi, Sabahattin mi, bir adam varmış, eşi annemin arkadaşıymış, çok kitap okurmuş, iyi adammış, onunla keşke bir tanışsaymışım…

Bana bir şeylerin dayatılmasından gıcık olurum. Ama itiraf etmeliyim ki Afyon’dan döndüğüm o günden beri içimden çıkmayan bir şey vardı. Boğazımda bir yumru gibi duran bir şey. Yüzümdeki sevincin bittiği, dibe çakıldığım günlerden sonra her şey iyiye doğru değişmeye başlamıştı. Değişen ve iyileşen şeyler karşısında içimde geçmeyen bir duygu beni sarmaya başladı. Bu, borçluluktu. O koca adama borçluydum işte. Sonunda annemin bana verdiği numarayı aradım. Karşımda Sabahattin Bey vardı. Nasılsınız, iyisiniz, siz nasılsınız… Benden de ona bahsedilmişti. Demek edebiyatla ilgiliydim, neden bir gün çıkıp dergiye gitmiyordum. İnşallah, deyip kapattım telefonu. Ama gitmeyecektim. Hayatımda bu kadar ukala bir sesin ne işi olabilirdi. Kendilerini ne sanıyorlardı bunlar!

Annem düşüncelerimi öğrenince bir hayli üzüldü. Bir daha da bu konuyu açmadı. Konu kapandığına göre ara sıra dergiye bakabilirdim. Aslında gördüğüm diğer dinî içerikli dergilere göre hiç fena değildi. En çok çocuk sayfalarına baktığımı hatırlıyorum o dönemler. Tüm bunlar unutulmuştu ama şu borçluluk hissi ara sıra beni ziyaret ediyor ve kendimi kötü hissediyordum. Bir şey yapmalıydım, ama ne?

Yaz gelmişti. Hanımın köyünde, dayısının düğünü olacaktı. Onlar önceden gitmiş, ben de peşlerinden gidecektim. Afyon’dan sonra otostopla gitmek istedi canım niyeyse. Bu, yolda kalmışlık hali, bana eski günlerimi anımsatıyordu. Ve yol boyunca durup beni yoldan alan her kişi de bir güzellik, bir sevinme sebebiydi. Otobüse binip gitsem bunları yaşayabilir miydim? İnsan büyümüyor vesselam…

Birkaç vasıta değiştirip, sonunda küçük bir benzin istasyonunda kalakalmıştım. İstasyonun sahibi, ismini tam hatırlayamıyorum ama Muharrem Abi, bana çay ikram etti. Ben de ona çantamdan şeftali verdim. Yolun kenarına oturduk, konuşmaya başladık. Derken Muharrem Abi Allah dostlarından bahsetmeye başladı. Evvelden bugüne geldi. O ne söylerse ben başımla tasdik ediyor, doğru olduğunu, kabul ettiğimi söylüyordum. Muharrem Abi açıldı, coştu, bir muhabbete kapıldı gitti. E, kurban, dedi sonunda, bunları biliyon da, Allah razı olsun, niye beni konuşturuyon, bilmezden geliyon, dedi. E, güzel konuşuyordun, dedim. Ve ona şu bizim borcu anlattım, dinledi. Kararlı bir şekilde ayağa kalktı. Ne zaman dönüyon Ankara’ya, dedi. Şu zaman... Tamam, dedi. Orada Semerkand diye bir dergi var, dedi. O derginin başında da Sabahattin diye güzel bir insan var. Git, dedi, onu bul. O sana yardım eder. Seni severler, sahip çıkarlar, git, dedi. Ben tüylerim diken diken, mahçup, susa kaldım. Ona ne dergiyi aradığımdan, ne Sabahattin Beyle konuşmamdan bahsettim. O geçen gelen bir traktörü durdurdu. Gideceğim yeri söyledi. Beni onlara emanet etti. Tokalaşmakla yetinmedi, bir kardeş gibi sarıldı, sırtımı sıvazlayıp ardımdan el salladı. Yanından geçtiğimiz ağaçlar, köylüler, römorkta ağlayan bir adam gördüler. Gözüne toz gitmişti herhalde…

Düğün evinden Ankara’ya dönünce, bir iki gün ne yapacağımı bilmeden iş güçle uğraştım. Okula, işe gittim. Kendimi dünya telaşına kaptırdım. Unutmadım ama
erteledim. Sonunda Rasim Özdenören Abinin yanına gittim. Borcumu anlattım. O da bunu ne sıklıkla düşünüyorsun, dedi. Her gün, dedim. Gel o zaman benle, dedi, seni birileriyle tanıştırayım. Kış gelmişti ve Ramazandı. Rasim Abi, bir iftar sofrasında Atilla Pamirli ile tanıştırdı beni. Bu ne kadar değişik bir adamdı böyle... Onunla aynı köylüydük. Benimle muzip, hatta şok edici bir mizahla konuşuyordu. Ümitlenmiştim. Seni, dedi, bizim dergiye götüreyim. Ne dergisi, dedim. Semerkand... Sabahattin’le tanıştırayım seni, dedi, yarın gel…

Ertesi gün Atilla Pamirli’nin yanına da gitmedim. Ama anladım ki kaçacak bir yer yok. Sonunda döve döve götürecekler böyle giderse. Arkadaşım Cihat’ı aradım ve birlikte derginin kapısına vardık. Sabahattin Abi, Zekai Abi oradaydı. Adem vardı, Ersan vardı… Çaylar geldi. Sohbet edildi. Ben bu olan bitenleri anlatmadım, yıllarca bende kaldı. Ama o kadar da kötü değildi canım. Sabahattin Abiye de ukala olduğunu düşünerek haksızlık etmiştim.

Yine bir süre gitmedim dergiye, ama sonra yine orda buldum kendimi. Akif Abi, Ümit Abi ve Feyzullah Beyle tanıştım. Sonra beni, biz bir edebiyat dergisi çıkartacağız diye kandırdılar. Önüme okur mektuplarını yığdılar. Ve bir akşam Sabahattin Abi, çocuk dergisini sen hazırla, dedi. Ben anlamam, dedim. Hayır, dedi, anlarsın, hatta bunu en iyi sen yaparsın, dedi. Ben olmayacağını, yapamayacağımı düşünerek, borçlu kalmamak, annemin gönlünü almak için başladım.

Günler, geceler, sabahlar birbirine karıştı. Cam sehpanın üzerinde yediğimiz karpuzları, peynirleri, içtiğimiz çayları hatırlıyorum. Sonra dergiyi hazırlamaya dalıp, koşarak abdest alıp namaz kılışımızı. Dergi sayfalarını yere serip yaptığımız eleştirileri… Dergi matbaaya gidene kadar yaşanan telaşı, dergi matbaadan gelince sayfalarını koklayarak okumalarımızı... Sonraki sayıları, sonraki sayıları ve bir ekmek gibi pişirip hazırladığımız, iyi olsun diye titizlenmekten grafikerleri canından bezdirdiğimiz sayıları… Sabahattin Abinin arabasıyla eve dönerken, gün batımına karşı yaptığımız, o hiç bitmesin istediğim yolculukları, konuştuklarımızı, sustuklarımızı, hiçbir okulda öğrenemezdim. İnandığın şeyler için yazmak ve el içine çıkaracağın bir işe emek vermek… Bir şeyi dert edinmek ne güzelmiş. Bu kapıya borçlu olmak ne güzelmiş… Geriye kalan, her şeyden sonra bir gün, aynı ağacın altında, yüzümüzde sevinç, toplanıp bir arada olacağımızı ümit etmek…

Geçerken uğrayıp hemen kalkmayı düşündüğüm bu yer beni kendine bağladı. Ömrüm buraya adandı. Dergiler, kitaplar derken, o Bülent gitti, bir başka Bülent geldi. Ve ben o günden daha borçlu hissediyorum kendimi. O günden bugüne eğer adam olduysam, zahiren bu dergi adam etmiştir beni. Bir işe yaradığını hissetmek, çok güzel bir duyguymuş. Bir daha dünyaya gelsem yine bunları yapmak isterdim. Allah’a şükür, ne güzel günlerdi…

Evet Muharrem Abi, haklıymışsın…

Erkan GÜVERCİN
Bulmacasız Dergi

1999 yılında, Dergi’nin ilk faaliyet günlerinde, Kızılay’da bir apartman dairesindeki adresine gitmiştim. Mütevazı dairenin küçük salonunda tanımadığım, entelektüel tipli birkaç kişi vardı. (Atilla Pamirli, Sabahattin Aydın...) Selamdan sonra: “Dergi çıkaracakmışsınız, bulmaca yayınlayacak mısınız? Sizin için de uygunsa ben yapabilirim,” dedim.

Bana bulmaca düşünülmediğini belirttiler. Ben de bir derginin bulmacasız eksik olacağını ifade ettim ve onları ikna ettim. Bana: “Peki, yaparsak bizden ne ücret talep edeceksiniz,” diye sordular.

Ben de: “Üniversite bitirdim, bir kariyerim olmadı, ticarette de başarılı değilim. Bulmacam yayınlandığında hanıma gösterip; bak bir baltaya sap olamadım ama bir dergide bulmacam yayınlanıyor diyeceğim,” dedim.

Bu samimi tarzımdan ötürü ağabeylerin keyifl enip uzun süre gülüştüğünü hatırlıyorum.

Doğrusu derginin, milletimizin itikadı ve ahlâkî değerleri kesif bir şekilde yıpratılırken, ehl-i sünnet ve’l-cemaat çizgisinin önderi bir hizmet neşriyatı olacağını, iç dünyamızda büyük bir eksikliği tamamlayacağını oraya gittiğimde tahmin edememiştim. Herkes dergi çıkarıyor, biz de vasat bir dergi çıkaracağız, diye düşünüyordum. Şimdi ise her bu yolun yolcusu gibi ben de dergimizle gurur duyuyorum. Bu büyük hizmette küçük bir parça olmak beni çok mutlu ediyor. Nice yıllara Semerkand.


Mehmet IŞIK
Mahlas Kullanmanın Azizliği

Dergimize mahlas kullanarak yazmaya başladım. Öyle de devam ediyor. Güzel bir düşünce sonucu bu karar çıkmıştı. Düşünce şuydu: Semerkand dergisinde kişilerden ziyade bilgi, fi kir ve hakikatler ön plana çıksın. Bu düşünce benim oldukça hoşuma gitmişti. Bunun da mutlaka bazı mahzurları olabilirdi. Ama işte biz böyle başlamış olduk. Sabahattin Aydın ağabeyin tavsiyesi olan Mehmet Işık mahlasıyla da epeyce barışık durumdayım.

Mahlas kullanmanın bazı azizlikleriyle de karşılaşmadım değil. Bir fakültede öğretim üyesiyim. Dergide de hemen hemen her ay mahlasla yazılar yazıyorum. 2005 yılında hac mevsimi yaklaşınca, yanlış hatırlamıyorsam Aralık ayında “Kâbe ve İnsan” başlığıyla uzunca bir yazı hazırlamıştım. Yazı yayınlandı.

Bu esnada girmiş olduğum derslerden birinde konu hac ibadetine gelmişti. Dergiye hazırlamış olduğum yazı bütün canlılığıyla zihnimdeydi. Hac, zaten insana farklı buudları yaşatan bir ibadet. Ben de hac ibadetinin manevi tesiri içerisinde o yazıdaki bilgileri sınıfta ders olarak işledim. Öğrenciler de, ben de çok duygulandık hatta “keşke imkanımız olsa da bu sene hacca gidebilsek” diye de söylendik.

Bir öğrencim ertesi hafta Semerkand dergisinde “Kâbe ve İnsan” yazısını görünce merak edip okumuş. Benim derste anlattıklarımla yazının bire bir örtüştüğünü görmüş. Yazara bakmış, Mehmet Işık… Düşünmüş ki “Bizim hoca bu yazıdan faydalanarak gelip dersi anlattı da kaynağını bile söylemedi.” Böyle bir durumu bana hiç yakıştıramamış. Ama gelip de bana bir şey söylemedi. Belki de beni utandırmak istememiş. Bununla birlikte bir hocası olarak bana olan güveninde epeyce sarsılma yaşamış.

Aradan dört beş ay geçtikten sonra bir şekilde Mehmet Işık’ın benim mahlasım olduğunu öğrenmiş. Bu sefer de farklı bir üzüntü yaşamaya başlamış. Nihayet geçtiğimiz günlerde bir ders esnasında yaşadığı bu durumu yine ders ortamında bize anlattı. Hepimizi epeyce güldürdü.

Semerkand için ve özellikle benim için çok değerli olan saygıdeğer editörüm Sabahattin ağabey benden ilginç bulduğum hatıra yazısı isteyince, mahlas kullanmanın böyle bir azizliğine şahit olduğumu sizlerle paylaşmak istedim.

Ömür boyu Semerkand ikliminde sizlerle görüşmek ve emr-i hak vaki olduğunda bu iklimde teslim-i ruh etmek niyazıyla… Allah’a emanet olunuz.

Faruk GÜRBÜZ
Ne Müstear İsim Ama...

Semerkand’da ilk çıktığı yıllarda yazmak bir tutku idi. Harıl harıl yazıyordum. Tabii Sabahattin Bey de hayli meşakkat çekiyordu yazılarımızı edite ederken. Biz hızımızı alamadık. Ha bire yazıyorduk. Tabir caiz mi bilmem ama cayır cayır yazıyorduk adeta...

Bir gün editörümüzden bir haber geldi ve benden müstear isimle bir yazı yazmamı istedi ve bende artık bu dergide tutunduk, beğenildik sevinci hasıl olmuştu. Güzel bir yazı yazdım.

Ama müstear isim bulmakta ben şahsım zorlandım doğrusu. Bana bu ikinci yazım için müstear bir isim bulma işi editörümüz Sabahattin Bey’e kalmıştı...

Neyse, ikinci yazımı heyecanla bekliyordum. Bir de baktım ki yazım “Cemil Mollahanoğlu” müstear ismi ile yayınlanmıştı. Bunun benim için bir hatıra olma değeri şuradan geliyordu:

Sabahattin Bey beni yeni tanımıştı. İnanın, babamın adını bilmiyordu ve bize köyümüzde ne gibi bir lakap verildiğini de bilmiyordu. Benim için seçtiği isim bir tevafuk olmuştu. Benim babamın adı Cemil idi ve onun dedesinin adı da Akif idi, Molla Akif derlerdi. Bize de köyümüzde Molla Akifgil derlerdi.

Sabahattin Bey’in bizi tanımadan bize bulduğu ad beni bu açıdan çok memnun etmişti:
Cemil Mollahanoğlu... Gerçekten de köyümüzdeki şanımız benimle tekrar dillenmiş oldu. Şimdi çocuklar tutturmuş; babacığım soyadımızı değiştirip Mollahanoğlu koyalım, diye.

İnanır mısınız, bu soyad değiştirme işi Sabahattin Bey’den önce babamın da zaman zaman aile ocağımızda gündeme getirdiği bir mesele olmuyor değildi. O da, Akifoğlu mu koysak acaba, diyordu. Selamlar…

Ebubekir SİFİL
Bir Kutlu Kervan

2001 yazının sıcak günlerinden biri. Telefondaki kişi kendisini Semerkand dergisinin editörü olarak tanıtıyor ve beni derginin merkezine davet ediyor.

Semerkand’da niçin yazmadığımı soranlara, o güne kadar hep “geçiştirici” cevaplar vermiş, “dışarıdan” takip etmeye çalıştığım bu dergiyle yolumuzun bir
gün mutlaka kesişeceği kanaatini içimde hep saklı tutmayı tercih etmiştim.

Derginin Yeni Ziraat Mahallesi’ndeki merkezinde bir yazarlar toplantısı var ve yıllar öncesinden (hemşehrilik dolayısıyla) tanıştığımız Faruk Gürbüz dışında,
içeridekilerin tamamıyla henüz tanışıyoruz.

Alabildiğine kısa bir intibak sürecinin ardından, paylaştığımız şeylerin fazlalığı, daha doğrusu tam anlamıyla ortak bir zeminde bulunuyor oluşumuz sohbete
kıvamını veriyor ve işte Semerkand’dayım. Ne hasbî, samimi ve “rahat” biratmosfer!..

İlk yazım Ağustos 2001 tarihli 20. sayıda çıkıyor. Sonrası malum.. Birbirinden değerli isimlerle birlikte 100 sayıyı geride bırakmışız. Rabbim rızasına muvafık eylesin..

O ortamın bereketinin, sıcaklığının ve “bağlayıcılığı”nın farkına ancak yıllar sonra Dergi İstanbul’a taşındığında hakkıyla varabiliyorum. Meğer ne büyük
bir yer edinmiş yüreğimde Yeni Ziraat Mahallesi’ndeki o ortam!..

Şimdikinden daha sık yapılan istişarî toplantılar dolayısıyla olsun, yazıların teslimi için olsun Semerkand’a gitmek ayrı bir huzur ve iştiyak veriyor.
Sohbetler, cemaatle namazlar, hatmeler… Hiç vesile olmasa bile yolu düşürüp geçerken uğramasam eksiklik hissediyorum. Ankara’da ikametimin bu 27. yılı
ve hiç “uğrak yeri”m olmamıştı. Semerkand bunun tek istisnasıydı.

Şimdi Semerkand İstanbul’da ve yine birlikteyiz. Şu farkla ki, artık bir “uğrak yeri”m yok…

Öyle de olsa, biliyorum ki Semerkand, yüzyılların ötesinden gelen feyiz ve bereketi, istikamet ve safveti her ay evlerimize, yüreklerimize taşıyor. Biliyorum
ki, çok az yayın organına nasip olmuş bir mazhariyetle ülke sınırlarını aşan kocaman bir sevgi halesi var şimdi ve merkezinde de Semerkand!

Kemiyet ve keyfi yette eşine ender rastlanır türden bir mazhariyet bu. Yola çıkarkenki niyet ne kadar önemliyse, yürürken istikametin muhafazası da o kadar önemli. Bu niyet ve bu istikamet sebebiyle Semerkand’ı bu kıvamda tutan tutuyor!

Daha nice 100 sayılara inşallah…



Konu Başlığı: Ynt: Yazarlarının dilinden Semerkandla ilgili hatıralar
Gönderen: ✿ Yağmur ✿ üzerinde 31 Temmuz 2016, 23:02:55
Esselamu aleykum
Semerkant Dergisi ni çok seviyorum...Semerkant li insanların hayatları anlatmaları çok güzel olmuş....Rabbim derginin üye sayısını artırsın inşallah....Rabbim c.c. Razı olsun inşallah....