๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Diğer Yazılar => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 21 Eylül 2011, 16:40:43



Konu Başlığı: Nedir Gönlümüze Göz Açtırmayan?
Gönderen: Zehibe üzerinde 21 Eylül 2011, 16:40:43
Nedir Gönlümüze Göz Açtırmayan?



Haziran 2007 - 102.sayı


T. Ziya ERGUNEL kaleme aldı, DİĞER YAZILAR bölümünde yayınlandı.

"ÇIKAR GERD-İ BELÂ EFLÂKE, İNMEZSE YAŞIM HÂKÇIKAR HÂKE
GÖZ AÇTIRMAZ FELEK BİR DEM, DİL-İ MAHZÛN U GAMNÂKE"

[Göz yaşlarım yere dökülmezse, bekaların tozu toprağı göklere çıkar;
Felek bu hüzünlü ve gamlı gönlüme bir an olsun göz açtırmaz]

Divan şiiri, daha doğru bir adlandırmayla “klasik şiirimiz”, tasavvufun inşa eylediği bir medeniyetin edebiyatıdır. Tasavvuf ise, malum, söze dökülmesi neredeyse imkansız olan mücerret haller silsilesidir. Bu sebeple Divan şairi “mazmun” denilen standart hayallerle, çok bilinen mizansenlerle, müşahhas sembollerle aktarmaya çalışır anlatmak istediklerini. Görüntü yahut “zahir”, maksat değil vasıtadır bu şiirde. Siz bakmayın kabuktan öze yol bulamayıp mazmunların görüntüsüyle oyalananların “ekşi” dediğine.

Klasik şiirimizde çizilen çok sıradan, çok maddi bir tablo bile ne şairinin zihninde ne de okuyucusunun idrakinde asla zahirî manaya indirgenmeyen usta işi bir tecrit örneğidir. Kısaca, göründüğü gibi değildir kadim şiirimiz. Ehl-i vukuf, görüntüyü varlık olarak değil, mücerredin ifade tarzı olarak kaale alır, bunun anlatılmak istenen hale uygunluğunu gözetir.

17. asrın ilk yarısında bu dünyadan geçip gitmiş Şeyhülislâm Bahâî Efendi de kesretten kurtulup vahdet idrakine ulaşmanın “zikir”le mümkün olabileceğini böyle anlatıyor yukardaki beytinde. Evet, görünüşte kesretten de vahdetten de zikirden de söz edilmiyor gibi. Soyu Hâce Bahâüddin Nakşibend k.s.’a dayandığı için “Bahâî” mahlasını alan, tütün tiryakiliğiyle ve zamanın İngiliz büyükelçisini dövmesiyle maruf bu renkli şeyhülislâm, toz kalkmaması için yerlerin sulanması ameliyesinden yola çıkıyor. Yerleri sulamadığınız zaman rüzgâr tozu toprağı savurur, gözünüzü açamazsınız.

Şair, böyle bir sıkıntıyı yaşamamak için ağlayarak, göz yaşlarıyla toprağı ıslatmak gerektiğini söylüyor. Bu elbette bir mübalâğadır. Çok ağlamaya, göz yaşlarını çok akıtmaya işarettir. Ancak ne kadar çok akıtılırsa akıtılsın, gözyaşıyla toprağın tozmasını önlemek söz
konusu edilemeyeceğine göre, ağlama isteğinin başka bir maksadı olmalıdır. Nitekim “belâ tozları” göklere kadar çıkmakla “gönül”e göz açtırmamakta, basireti engellemekte, gönlün görmesine fırsat vermemektedir.

“Toz” (gerd), sabit bir varlığının olmaması ve çokluğu sebebiyle “kesret”i temsil eder. Masivadır. İnsanın Kâlû Belâ’da, yani Elest Meclisi’nde Cenab-ı Hakk’a verdiği ahde sadakati, masivaya maruz bırakılarak sınanmaktadır. Bu dünyada kesrete takılmadan, mevcudatın müstakil varlıklar olduğu zehabına kapılmadan vahdeti müşahede edebilmek ve buna göre davranmak insanın imtihanıdır.

“Vahdet” bir idraktir. Gönül gözüyle yahut basiretle olur. Kainattaki bütün varlıkların aslında tek ve mutlak “Varlık”ın esmaı ile sıfatlarının tecellisi olduğu, hakikatte Allah’tan başka mevcut bulunmadığı şuuruna böyle ulaşılır. Ancak, imtihanın tabiatı icabı vahdet kesretle perdelenmiş, insanın görünen âlemin ötesine nüfuz ederek hakikati görmesi istenmiştir. Kolay değildir; tozun toprağın savrulduğu bir ortamda nasıl gözümüzü açamaz, böylece görme hassamızı layıkıyla kullanamazsak, toz hükmündeki mükevvenat da Mutlak Hakikat’i görmemizi engeller. Fakat zorluğuna rağmen böyle bir imtihanın imkan ve vesilelerini de Cenab-ı Hak kullarına bahşetmiştir.

Bu imkan ve fırsatlara da beytin zahirinde işaretler var. Göz açtırmayan yahut göze kaçan toz zerreleri görmeyi engeller ama bir müddet sonra gözün salgıladığı yaşlarla dışarı atılır. Öyleyse sık sık görüşümüzü engelleyen masiva tozlarının gönül gözünden temizlenmesi, körlüğümüzün kalıcılığının önlenmesi için gözümüzde yaş olması, ağlamamız şart. Ağlamak masivadan
arınmaktır. Ağlamak, bir şekilde fark edilen mutlak hakikate sürekli vakıf olamamanın aczinin ifadesidir. Ağlamak, Cemâl-i Mutlak’tan başka hiçbir güzelliğe kani olmamaktır. Ağlamak, gurbette olduğunu bilmek, sıla hasretiyle yanmaktır. Nasıl tanımlarsak tanımlayalım neticede ağlamak, tek ve mutlak varlığı hatırlamanın tezahürüdür; “zikir”dir.

Hülasa şair aslında yerleri sulamaktan, toz kalkmasını önlemekten falan söz etmiyor. Diyor ki, bir zikir ifadesi olarak gözyaşı dökmüyorsanız, gönlünüze göz açtırmayan masivadan kurtulamaz, hakikati göremezsiniz. Gönül aynanızın üzerindeki toz toprak göz yaşlarıyla yıkanmadıkça, orada ilahî tecelliyatı müşahade edemezsiniz. Kesret ile sürekli meşguliyet gönlün de gözünü sürekli açamaması, hep bir uyku halini yaşamasıdır. Uyku gafl ettir.

Zaman zaman kesrete takılmak, bunun sıkıntısını yaşamak tabiidir; çünkü imtihanımız budur. Ama derhal zikirle, hiç unutulmaması gereken varlığı hatırlayarak bu tutsaklıktan, bu gafl et halinden kurtulmak gerekir. Böyle bir tutsaklığa, eziyet veren bu badireye hiç düşmek istemiyorsanız eğer, bunun da yolu var: tozmaması için sürekli yerleri sulamak! Yani sürekli ağlamak. Yani Cenab-ı Hakk’ı bir an olsun hatırdan çıkarmamak.