๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Diğer Yazılar => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 21 Ağustos 2011, 09:33:47



Konu Başlığı: Mürteci Mimari
Gönderen: Zehibe üzerinde 21 Ağustos 2011, 09:33:47
Mürteci Mimari


Mart 2009 - 123.sayı

Ahmet HÂŞİM kaleme aldı, DİĞER YAZILAR bölümünde yayınlandı.

Kültürümüze, sanatımıza dair klasikleşmiş kimi yazıları bugünkü bakışla yeniden okumak önemsenmelidir. Böyle okumalar bir yandan düşünsel bir arınmaya sebep olurken, diğer yandan yaptığımız yanlış ezberlerin de farkına varmamızı sağlar. Ahmet Haşim’in pek çok yazısı gibi aşağıdaki mimariye dair yazısı da bu açıdan kayda değer görülmelidir. 

“İttihat ve Terakki” yalnız siyasî bir partinin adı değildi; yarım yamalak tarihî bilgilerin ve ham bir zevkin kaynaklarından akıp gelen ilmî ve estetik bir akımın da ismiydi. Bir taraftan, sözde inkılâpçı ve yenilik taraftarı olan İttihat ve Terakki edebiyatı, diğer taraftan, ruh ve manada garip bir mazi hayranlığıyla malûldü: Bu edebiyat “hal”den nefret eden, “mazi”ye hayran, “şehir”den korkan, “köy”e doğru kaçan bir edebiyattı. Çoban türkülerinin şaheserleri yendiği ve tozlu kıyafethanelerden fırlayan kırmızı şalvarlı hortlakların tiyatro sahnelerinden taşarak, korkunç bir maskara alayı halinde hayata akın ettiği zamanlar, “merkez-i umumî”nin iyi günlerine rastlar.

İttihat ve Terakki, edebiyata bir köylü kıyafeti düzüp ağzına da yeşil kamıştan yontulmuş bir de düdük verirken, mimariye de bir cübbe ve bir sarık giydirmişti: Bu siyasetin mimarisi türbe ve medreseyi taklit eder. İşte o tarihten beridir ki İstanbul’un her tarafında bu biçim binalar inşa etmek ve bu mimariye de “Milli Mimari Rönesansı” ismini vermek adet oldu. Halbuki yeni doğmuş dedikleri, hakikatte çok yaşlı bir ihtiyar idi.

. . .

Asrımızın kendine mahsus bir mimarisi olmadığı ve olmasına imkan bulunmadığı, artık herkesçe bilinen, münakaşaya değmez bir hakikattir. Ne gariptir ki bu basit hakikati yalnız bilmeleri lazım gelenler bilmezler. Şimdi her memlekette, aciz ellerin çekici altında kanayan hasta mermerlerin eski üstat ellerine hasretle ağladıklarını, herkesten işitiyor, her yerde okuyoruz. Taşa hayat ve hareket vermek bahsinde, bugünün şeytana taş çıkaran hünerli insanları, iki üç asır evvel gelip giden saf ustalara çırak olmaya bile lâyık değildirler. Süleymaniye’nin taşlarını ölçen pergeli düştüğü yerden kaldırıp kullanacak artık hiçbir insan eli yoktur. Sinan’ın eserlerine karşı vâlih ü hayran durabilmek kabiliyeti bile, yaşayan en büyük mimar için büyük bir şereftir.

Çünkü mimari güzelliğini artık biz çağdaşlar anlamıyoruz, duymuyoruz. Gözleri kör olanlar nasıl ışığı göremez, kötürüm olanlar nasıl yürüyemez, dilleri tutulanlar nasıl konuşamazlarsa, taşların havadaki nizam ve ahenginden hasıl olan güzelliği anlamayı veya meydana getirmeyi de biz şimdi bilmiyoruz. Bu melekemizde hasıl olan çöküntünün sebepleri çoktur, başlıcasını söyleyelim:

Mimari, her sanattan ziyade hayat ve adetleri kopya eder. Muayyen bir inşa tarzına sahip olmak üstünlüğüne erişen o asırlardır ki, onlarda bütün bir millet aynı imanın mıknatısiyetine tutulmuş, aynı fikirle hareket eder ve aynı hırsla çalkalanır görünür. Eskiden imanların en kuvvetlisi “din imanı” olduğu içindir ki mimarinin en büyük şaheserleri şimdiye kadar mabetler ve türbeler olmuştur.

Bu cins kuvvetlere artık baş eğmeyen asrımızın bir mimarisi yoktur.

. . .

Cami, türbe ve medrese tarzı, padişahtan son nefere kadar bütün Osmanlıların kıyafetçe şeyhülislâmdan ayırt edilmediği zamanlara mahsus bir mimaridir. Bu mimari ancak yaşlı çınarların gölge saldığı meydanlarda, palabıyıklı süvarilerin cirit oynadığı, davulların gümbürdediği, kırmızı ve yeşil bayrakların havalarda sırma ve ipeklerini dalgalandırdıkları bir âlemde mana alır. Sultan Selim devrinin kıyafeti bugünkü yeknesak giyinişimize göre bin defa daha göze cazip görüneceği muhakkak iken, canlandırılmasını düşünmek ne kadar gülünç ise, bu dinî mimariyi yaşatmak fikri de o derece gülünçtür.

Sivri tırnakları çelikten bıçaklar gibi parlayan, traş olmuş çehreli yeni erkekler ve işitilmemiş, paha biçilmez hayvan kürkleri içinden altın renginde yılan gözleriyle bakan yeni kadınlar için cami biçiminde “sinema” ve türbe şeklinde “hal” inşası fikri, ancak güzelliğin hidayetinden mahrum kalmış adamların şaşkın hayalinde vücut bulur.
Bu tarzda maziye dönüş bir soysuzlaşma, bir irticadır. (Gurebâhâne-i Lâklâkan’dan)