๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Diğer Yazılar => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 15 Ekim 2011, 06:44:24



Konu Başlığı: Köleniz Olmakmış Gerçek Hürriyet
Gönderen: Zehibe üzerinde 15 Ekim 2011, 06:44:24
Köleniz Olmakmış Gerçek Hürriyet


Ekim 2006 - 94.sayı

İbrahim TOZLU kaleme aldı, DİĞER YAZILAR bölümünde yayınlandı.


Asr-ı Saadet, hürriyetine düşkün olanların asrı idi. Hür olmanın yalnızca Allah’a kullukla mümkün olduğunu görüp, bütün bağlardan kurtulmak için Allah Rasulü’nün eline sarılanların asrıydı. Ashab-ı Kiram, o yüce elin kölesi olup hürriyete ulaştı ve hür olmak isteyenlere asırlar boyunca gökteki yıldızlar gibi işaret edip yol gösterdiler. Meğer hürriyet O’nun kölesi olmakmış...

Cahiliyye devri...

Kâinata rahmet “Muhammed Aleyhisselam”  gelmeden önceki dönemin adı...

Zaman karanlıktı. Zemin, putperest insanların egemenliğindeydi. Mekânlar, insanların küfrüne ve şirkine tanık olmaktaydı. Beytullah mahzun idi; etrafında dönenleri gördükçe... Mekke toprakları kuraktı, çoraktı; “Rahmet”e muhtaçtı...

Ve...

Kâinata Rahmet “Sevgili” hayattaydı. Mekke’de Kureyşliler’in arasındaydı.  Daha peygamberliği ilan edilmemiş... Ancak o, bir nebi idi. O, “Rasul” olsun diye dünyayı şereflendirmişti. Hayatıyla, yaşantısıyla, insanlığıyla hatta insanların içinden çıkmış haliyle... Tam bir insan. Dahası O’na “Muhammedü’l Emin” diyorlardı. Çünkü O, “Nur” idi, yaratılmışların ilki ve en nurlusu idi. Önce güven verdi aleme, sonra cümle alem O’na güvendi. Peygamberliği ilan edildiği yaşa kadar, “Muhammedü’l Emin” olarak kırk yıl zaman geçirdi...

Zamanın Efendisi


Kimileri vardı cahildi, müşrikti, kâfirdi, hiçbir şey bilmiyordu; hatta bilmediğini de bilmiyordu. “Ben gidiyorum ki zamanın efendisi gelsin.”1 diyerek Cenab-ı Hakk’ın katına yükselen İsa Aleyhisselam’a gerçekten inananlar çok azalmıştı. Ebu Cehiller, Ebu Lehebler kol geziyordu.

Oysa aleme çoktan “Nur” gelmişti. Bir güneş gibi, gece karanlığındaki dolunay gibi... İnsanlığa şahit, müjdeleyici, uyarıcı ve davetçi olarak gelmişti. O’na Kitab-ı Kerim’de:

“Ey Peygamber! Biz seni aydınlatıcı bir kandil olarak gönderdik.”2 diye hitap edilecekti.

Kisra’nın sarayı yerle bir olmuştu, Gökler ve yer aslında sel olup taşmıştı ama yüreklerde damla rahmet yoktu. Zira “Rahmet”e inananların ilk günlerde sayısı azdı. Biri kadın ikisi çocuktu...

Hz. Hatice r.anha Validemiz... Hz. Ali r.a.; on yaşında... Hz. Zeyd bin Hârise r.a.; sekiz yaşında...

Panayır yerinde satılan çocuk

Mekkeliler ise gününü gün etmekteydi.

Ukâz, Mecenne, Zülmecâz panayırları günlerce sürerdi. Bütün kabileler akın akın gelirdi. Şenliklerin haddi hesabı yoktu. İnsanlar mal gibi alınıp satılıyordu; değeri yoktu ki baş tacı edilsin. Aslına bakılırsa şehirde kazanlar kaynıyordu. İnsanlarda yürek yoktu ki, “Rahmet”e yönelsin... Ancak alemlere rahmet Muhammed Aleyhisselam yine de bir umutla insanlara Allah’ı tanıtmak için bu panayırlara gidiyordu.

Ne var ki...

Kureyşliler katıydı, kabaydı, her ne kadar güvenmiş olsalar da bu gence, gençlerini kendilerinden uzaklaştırdığına inanıyor ve herkese “Sakın ha!... Kureyşliler’in genci seni dininden döndürmesin!..”3 diyorlardı.

O zamanlar yalnızdı Gönüller Sultanı Aleyhisselam, sevenleri azdı...
Yine de Mekkeliler O’na “Kureyşli Genç” demişlerdi. Ve O‘nun ardından gelenleri olacaktı...

İşte...


Bu panayırlarda vaktiyle satışa çıkarılmıştı; Zeyd bin Hârise daha sekiz yaşında iken...

Panayırda kendisini köle olarak satan çocuk tacirlerine inat, insanlığa direnmişti o... Bir baskın sırasında alıkonulmuş ve ailesinden kaçırılmıştı. Babası ne kadar ağlamış, ne kadar ıstırap çekmiş ve ne ağıtlar yakmıştı. Bir bulan, bir gören olsa idi nelerini vermezdi! Ancak evladı Zeyd’in, Kureyş’in en güvenilir insanı “Muhammedü’l Emin”in yanında bulunduğunu öğrenince koşa koşa gelmiş, alemlere rahmet olan insanın huzurunda;

“Ey Muhammed, ne olur yavrumu bana ver, alıp gideyim.” deyivermişti.

Nereden bilsin ki; O’nun insanlara hükmetme derdinin olmadığını, aksine insanların O’na tabi olabilmek için sayısız zorluklara katlandığını, katlanacaklarını...

“Kendisini çağırın, dilediğini tercihte serbesttir.” buyurdu, O nur yüzlü insan...

Gören gözle hayran olmuştu Zeyd, Alemlerin Sultanı Efendimiz Aleyhisselam’a; o, Nur-u Muhammedî’yi idrak edecek kadar olgun, Allah tarafından seçilecek kadar yüce insan, zamanı gelince Kur’an-ı Kerim’de adı geçecek olan tek sahabi idi: Hz. Zeyd r.a...4 Ancak kimilerinin gözünde zavallı bir köle... Bundan ne olur ki dedikleri bir çocuk!..

Peygamberliğin ilan edildiği zaman ilk üç müslümandan biriydi Zeyd... Belki de yüreğini, Efendisi Muhammedü’l Emin’e daha babası ve amcası geldiği zamanlar, “Yemin ederim ki ben, sana hiç kimseyi tercih etmem. Sen, bana baba ve anne makamındasın!..”5 diyerek vermişti. İhtimal ki o günler, insanların kalıplarına değil, gönüllerine, yüreklerine sahip olabilen mutmain bir kalbin, neferlerini seçim zamanıydı. Dost’un kalbine girme günleriydi. Arkadaşlık ile dostluğun birbirinden ayrıştığı vakitlerdi.

Sevenin sevdiğine özlemi


Kâinatın Serveri Efendimiz Aleyhisselam...

Zeyd’e hiçbir zaman köle olarak bakmadı; kaldı ki o komutan olacaktı, hizmetleri sırtlanacaktı, Gönüller Sultanı Efendimiz s.a.v. Taif’e gittiğinde, kendisini taşlayanlara vücudunu siper edecek, hatta zaman gelecek ordunun başına geçecekti. Dahası şahadet şerbetini içerken, Alemlerin Efendisi s.a.v. Medine-i Münevvere’de onun şahadetini minberden duyuracak ve şöyle hitap edecekti müslümanlara:

“İşte!.. Bayrağı şimdi Zeyd bin Hârise aldı, atını ileri sürdü ancak onu şehit ettiler... Şimdi de sancağı Cafer bin Ebî Talib aldı, onu da şehit ettiler, ardından bayrağı Abdullah bin Revaha aldı, o da şehit oldu. En sonunda bayrağı Allah’ın kılıçlarından bir kılıç Halid bin Velid aldı ve İslâm ordusu muzaffer oldu...”6 diye anlatacaktı.

Hatta Zeyd’in kızı, Rasulullah s.a.v. evlerini ziyarete gelince eteğine yapışacak, Alemlerin Efendisi de ona bakıp bakıp yüksek sesle ağlayacaktı da; Sa’d bin Ubade Hazretleri dayanamayıp soracak; “Ya Rasulallah sen de mi?!..” diyecek, Kâinatın Serveri de: “Bu, sevenin sevdiğine olan özlemidir.” buyuracaktı.7

Bu genç mi komutan olacak?


Hârise, torunu Üsame’yi görebildi mi bilinmez ama; Zeyd’in oğlu Üsame’yi gören nice dedeler vardı; Asr-ı Saadet yıllarında, at üstünde ve mübarek bir seferde... Hicretin 11. yılıydı ve henüz Safer ayı çıkmamıştı.

Alemlerin Sultanı s.a.v., “Refîk-i A’lâ” yolculuğuna çıkmak üzereydi. Şiddetli baş ağrısı başlamıştı. Ateşi giderek yükselmekteydi. Zeyd oğlu Üsame r.a. Hazretlerini yanına çağırdı ve:

“Ey Üsame!.. Şam’a Rumların beldesi Belkâ sınırına git, babanın şehit edildiği bölgeye ulaş, giderken de hızlı git, haberin bile önüne geç, üzerlerine şimşek gibi saldır, yanına kılavuzlar al ancak onların içinde az kal!..” emrini verdi.

Hedef bir, gaye tek idi: Allah Rasulü’nün s.a.v. isteğini yerine getirmek...

Hz. Üsame henüz o vakit, on sekiz yaşındaydı. Hemen hazırlıklara başladı. Ordu karargâhına geldi. Karargâh birlikleri “Cürf” denilen yerde bulunuyordu. Cürf ise Medine’nin dışında Avâlî denilen semtte idi.

Medineli müslümanlar emre tam itaat ettiler. Ensar ve Muhacirin tamamı karargâha koştu. Hepsi de hazırdı. Kimler yok tu ki o gün haberi hemen duyup da gelen… Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Ebu Ubeyde bin Cerrah, Hz. Sa’d bin Ebi Vakkas, Hz. Katâde bin Numan (r.anhüm). Ne var ki bazı insanlardan bir ses yükseldi:

“Zamanında Medine’ye hicret etmiş bulunan şu kadar büyük sahabe varken bu genç mi komutan olacak?!.”

Sesler ardı ardına çoğalınca, kalpler ürperip daralınca, bazı insanlar bir an olsun dalınca, Alemlerin Efendisi s.a.v. o son günlerinde başına siyah sarığını sardı, şöyle hitap etti insanlara:

“Allah’a and olsun, bu gün Üsame’nin komutan tayin edilmesine nasıl itiraz ediyorsanız, daha önce de onun babasının komutanlığına aynı anlayışla itiraz etmiştiniz. Allah’a yemin olsun ki, babası komutanlığa nasıl layık idiyse ve benim yanımda insanların en sevgilisi idiyse, oğlu da komutanlığa öylece layıktır!..”

Mesele “baba oğul meselesi” değildi. Çocuğun, babalık makamını idrak etmiş olmasıydı.

Ve... Kâinatın Efendisi, hane-i saadete yürüyüp gitti. İnsanlar, sefere katılacak olanlarla vedalaşmaya başladı. Efendimiz s.a.v. ise oldukça rahatsız idi, hastalığı artmıştı.

Üsame Ordusu


Sahabe-i Kiram, bu ümmetin derdine derman olacak nice olayları hayatlarında ilmik ilmik dokudular, olayları bir nefeste soluklayıp bize rehber oldular da, sonradan gelen insanlar kendilerine sayısız ibretler çıkardılar. Onlar bize “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz…”8 denilerek anlatılmıştı.

Ashab-ı Kiram mahzundu...

O günün akşamı, Medine halkı ve ordu karargâhta sabahladı. Ashabın gözlerine uyku girdi mi bilinmez, ama Sevgililer Sevgilisi s.a.v.’in dadısı ve Üsame’nin annesi Ümmü Eymen r.anha.’nın şu sözleri çok şey anlatıyordu:

“Ey Allah’ın Rasulü! Üsame bu halde giderse, bir faydası olmayacak!..”9

Ancak istek bir kere çıkmıştı, geri dönmezdi:

“Üsame’nin ordusu sefere hazır olsun!”

Pazar günü... Ordu emir bekliyordu; ancak gönüller, Sevgililer Sevgilisi’nden bir haber umuyordu. Üsame r.a., göz yaşları içinde Kâinatın Serveri s.a.v.’in yanına geldi. O sırada Efendimiz’in ağzına ilaç veriliyordu. Yanında bazı aile efradı vardı. Üsame yaklaştı, yaklaştı, eğilip Efendimiz’in elini öptü.

Ancak;

Alemlerin Efendisi s.a.v. konuşamayacak kadar rahatsız idi. Ellerini semaya kaldırmıştı. Dudakları kıpırdamıştı. Ama ne dediğini duyan olmadı. Ne zaman ki Üsame r.a., “Rahmet” elleri üzerini sıvazlayınca anladı ki, Peygamber Aleyhisselam duasını tamamlamıştı.

Asr-ı Saadet’in yıldızları hazırdı. Ne var ki bir kuvvet yüreklerinden onları tutuyordu; ayrılamadılar Medine’den... Ertesi sabah pazartesi günü, yine geldi Hz. Üsame...

Peygamber Aleyhisselam biraz olsun kendine gelmişti, dua buyurdu:

“Allah’ın bereketi üzerinize olsun, kuşluk vakti sefere çıkın.”

Veda Zamanı...

Bir mübarek sefer zamanıydı...

Ama ne sefer?!.


Üsame r.a. karargâha geri döndü. Askerlere hitapta bulundu. İslâm ordusu, Nur-u Muhammedî’yi Mekke ve Medine’den ötelere ve insanların gönüllerine yerleştirmek üzere “komutan”a yönelmişti. Her şey tamamdı. Sahabe-i Kiram bir olmuştu, saf tutmuştu Medine’de... Alemlerin Efendisi s.a.v., ashabını yeryüzünün emin şahsiyetleri olarak sıralamıştı o gün... Göklerdeki yıldızlar gibi aydınlatacaktı cümle alemi onlar...

Üsame r.a. atına bindi.

Orduya hareket emrini verdi.

Fakat tam o sırada annesi Ümmü Eymen’in gönderdiği haberle zaman durdu. Bakışlar dondu. Söylemek zordu; ancak Sevgililer Sevgilisi s.a.v., “Rahmet-i Rahman”a kavuşmuştu...

Sancak-ı Şerif, Hz. Üsame’nin elinde kalakaldı. Onu “Sevgili” nereye derse oraya götürecekti. Peki ya şimdi?!. “İkinin İkincisi” Hazreti Ebubekir r.a., Üsame’ye seslendi: “Onu evine götür!”

Gönül evi yastaydı Hz. Üsame’nin... Sancak-ı Şerifi bağrına bastı.

Hiç kuşku yok, onu teslim almak isteyenler, kölelikten azat edilmeye layık olanlar idi. “Sevgili”yi yüreğine yerleştirenlerdi. Hakk’a yönelip, iman hürriyetini ilan edenlerdi. Bir “Sefer”e katılıp kervanla kutlu yola çıkmaya hazır olanlardı. “Ben”liği bırakıp “Bir”liğe erenlerdi. Üstad N. F. Kısakürek’in ifadesiyle;

“Sonsuzluk Kervanı”, istemem azat
Köleniz olmakmış, gerçek hürriyet
Ölmezi bulmaksa biricik niyet
Bastığınız yerde ebedi hasat
“Sonsuzluk Kervanı”, istemem azat...

1 İbnül Cevzî, el-Vefâ, I/67. (Ayrıca Yuhanna İncili, 16/8’e bakılabilir.)
2 Ahzab, 46
3 Ahmed, el-Müsned,III,322; el-Hakim, el-Müstedrek,II, 624
4 İlgili ayet için bkz: Ahzab, 37
5 İbn Sa’d, Tabakat,III, 42; İbnül Esir, Ü. Gabe, II, 282
6 Buhari, Megazi, 44; Ahmed, el-Müsned, V, 299; İbn Sa’d, Tabakat,III, 46
7 İbn Sa’d, III, 32
8 Âl-i Imran, 110
9 Vakîdî, Megazî, III, 1119; İbn Sa’d, Tabakat, II, 190