๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Diğer Yazılar => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 10 Ekim 2011, 17:36:45



Konu Başlığı: Kardeş Mektuplar
Gönderen: Zehibe üzerinde 10 Ekim 2011, 17:36:45
Kardeş Mektuplar


Haziran 2006 - 90.sayı

Ahmet BİRLER kaleme aldı, DİĞER YAZILAR bölümünde yayınlandı.

Değerli Kardeşim,
Dostum,

Mektubunda anlatmışsın ya... O müstağni, cennetle müjdelendiğine inanmış ve hatta bununla yetinmemiş, cennete herkesi layık da görmeyen bir bakışla donanmış, yaptığı salih amelleri gizli kibir ve kendine güvenle bulandırırken, kalbinin bet işlerine uyanacak basiretten mahrum bırakılmış kimselerden olmaktan Allah Tealâ’ya sığınalım.

Kendine güvenen bir dindarlık, dinin özüne en yabancı hallerden biridir kanaatimce. Sufilerin öğrettiği, kulun yani köle olan insanın, Allah Tealâ karşısında varlık iddiasından tamamen sıyrılması, yaptıklarını değil, sadece varlığını bile Allah Tealâ’nın mutlak varlığı karşısında önemsizleştirmesidir. “Ben!” dediği sürece bir kulun kullukla irtibatının zayıf olduğundan şüphe duyulamaz. Ben demeyi bırakmalıdır kul, “O” demeyi öğrenmelidir.

Nitekim bir arif bu hususta şöyle demiştir: Nefs insanla sürekli çekişme halindedir, insanın istikametini belirleme gayretindedir.

İnsan eğer mümin ise nefs onun imanıyla uğraşır, imanını bulandırmaya, hatta onu inkâra yöneltmeye uğraşır. Ama kişi bu durumdan kurtulabilmişse, bu takdirde onu amellerden uzak tutmaya çalışır. Amelleri küçümsemesine, ameller karşısında tembellik etmesine yol açar.

Eğer kişi bu maniayı da aşabilmişse, bu durumda amellerini sahiplenmesini sağlamaya çalışır, “O amelleri ben yaptım!” demesini ister. Böylece kul bir yandan amellerle meşgulken, öte yandan dinin özüne dair çok temel bir noktayı atlamaktadır.

Ama şayet kul dirayetli çıkar ve amelleri sahiplenmekten de vazgeçer, bütün işlerin sahibi olarak Allah Tealâ’yı tespit ederse, bu durumda nefsin çabası kişinin ben demesini sağlamak yönünde olacaktır.

Çünkü nefsin yokluğa, yok sayılmaya, varlığının inkâr edilmesine tahammülü yoktur. Tırnaklarını o kulun şuuruna, kalbine geçirip, varlık iddiasını temine zorlar. Ne zaman ki kul artık varlık iddiasını terk etmiş ve ben demekten vazgeçmiştir, artık nefs için aradan çekilme zamanı gelmiştir.

Amellerini gözünde büyüten kişinin ibadet ettiği varlığın kim olduğunu sorgulayabiliriz. O kişi acaba gerçekten Allah Tealâ’ya mı ibadet etmektedir yoksa o amellerle gizlenmiş olan nefse mi?

Acaba o kişi amelleriyle boyun eğmeyi mi öğrenmektedir, yoksa amelleri basamak olarak kullanarak bir nefs abidesini inşa etmeyi mi?

Bütün bu sorular anlamsız sorular değildir.

Bir de elbette bu durumun karşısında yer alan bir durum var: Bu durumda da kişi yaptığı iyi işleri hep yetersiz görürken, bu onda ümitlerinin kırılmasına, kendisinin adam olacağına dair inancının yok olmasına yol açar.

Bu durumda olan kimse de, ne yapsa Allah Tealâ’nın hoşuna gitmeyeceği, kendisinin günahlarının affedilecek tarzda günahlar olmadığı, bu haliyle ömrünü mahvettiği fikri etrafında söylenir durur.

Bu durum o kulun Allah Tealâ’ya daha yaklaşmasını sağlayan bir “fakr hali” değildir yazık ki. Bu durum, onu Allah Tealâ’dan giderek koparır, uzağa fırlatır. Dolayısıyla, bir anlamda bir acz ü fakr hali olarak sıhhatli bulunabilecek bu durum, sonuçları bakımından önceki olumsuz durumdan farksızdır.

Sağlıklı bir fakr durumunda, kişinin Allah Tealâ’ya sığınması, O’nun karşısında kendisini rahmete muhtaç addetmesi ve dolayısıyla O’nunla irtibatının yeni bir boyutta yaşamaya devam etmesi gerekir.

Oysa ümitlerini yitirmiş birisi güvenini, giderek imanını yitirmiş birisi olup çıkar.

Cennet Hak Tealâ’nın cennetidir, oraya dilediğini koyar, dilediğini ondan mahrum eder. Eğer Allah Tealâ’nın oraya benim hoşuma gitmeyen, amelleriyle yetersiz gördüğüm, hatta sosyal hayat içinde hiç de dindar olarak adlandırılmayacak birini koyma ihtimalini tartışmaya açarsam, bunu sorgularsam, bu durum, benim cennetin sahibi olduğuma dair bir inanç beslediğime işaret sayılmaz mı?

Bunu kabullenmek ne kadar güç olsa da, doğrusu şunu söylemem değil mi: Ben senelerce ibadet yaparım ama o dilerse bu ibadetlerdeki niyet ve şuur bulanıklığının, ihlâs noksanlığının sonucu olarak beni cennetten alıkor. Öte yandan, ibadet bakımından yetersiz filancayı cennetine koyabilir.

Dindarlığın özünün hep kulluk, kölelik olduğunu bilmeli; yapılan ibadetlerin cennetteki yerimiz için ödenen taksitler olmadığını fark etmeliyiz kanaatindeyim acizane...

Böyle düşünürsek cenneti ibadetlerimiz karşılığında kazandığımız, yani onun bileğimizin hakkı olduğunu düşünme yanlışından da kurtuluruz.

İbadet yaptıkça, salih amellerimiz arttıkça, bunların birer lütuf olduğunu bilmeli, bunları yapmamıza fırsat verene minnettar olmalıyız.

İbadetler bizim kendimizi inşa ettiğimiz değil, yıktığımız ortamlardır.

Değerli kardeşim,

Hikayenin aslı şöyledir de denebilir:

“Sen çekil aradan, kalır Yaradan.”

Arzularının tutsağı kardeşin...