Konu Başlığı: Kardeş Mektuplar Gönderen: Zehibe üzerinde 04 Ekim 2011, 19:13:06 Kardeş Mektuplar Mart 2006 - 87.sayı Ahmet BİRLER kaleme aldı, DİĞER YAZILAR bölümünde yayınlandı. Sevgili kardeşim, Soylu dostum; Mahallemizde kurulan semt pazarına çoktandır gidemiyordum. Aslında büyük marketlerden alışveriş yapmaktan uzak durma konusunda senin bana örnek olduğunu biliyorsun; elimden geldiğince, çoluk çocuk ikna edildiği sürece bundan kaçınıyorum. Mahallemdeki manavımdan, bakkalımdan, kasabımdan memnunum. “Kahraman bakkal süpermarkete karşı” oyununun gönüllü bir parçasıyım anlayacağın... İşte bu semt pazarı sevgime rağmen çok uzun zamandır gidemiyordum. Nitekim, doğrusu nasıl olduğunu da pek anlayamadığım bir şekilde, kendimi geç saatlerde pazarda buldum. Yorgun ve üşümüş pazarcılar çocuklarını-çıraklarını, ıslanarak iyice ağırlaşmış tenteleri toparlamakla görevlendirmişler, kendileri seyyar çaycının son çayından aldıkları dolu birer bardakla avuçlarını ısıtmaya çalışıyorlardı. Sorana gönülsüzce fiyat söylüyorlardı; bu saatten sonra gelen müşteri canlı sesi ve esnafça ilgiyi hak etmiyormuşcasına... Müşterinin eliyle sebze seçmesine izin verilen saatlerdi bunlar. Neyse uzatmayayım; üç-beş parça öteberi almak için günden kalan son direncimi, enerjimi toparladım. Şundan bir kilo, şundan iki kilo filan bir şeyler aldım. Alacakaranlıkta dikkatimi sonradan çeken onu, soğancının önündeyken gördüm. Tezgâhın arka tarafında, parmaklarının alışkın hareketlerle ve serice içinde gezindiği sandığın üzerine eğilmişti. Hemen her pazarda görülen akşam müdavimlerinden biriydi. Pazarcıların hırsları ve tamahkârlıkları yatışmış olunca, işini bilen ev kadınlarının, ev reislerinin dalgası geri çekilince, onlar ortaya çıkıyordu. Tezgâh arkalarına kuruluyordu onların pazarı. Onların sandıkları sebze meyvenin daha küçüğünü, daha biçimsizini, daha eziğini saklıyordu utana sıkıla. Çok dar, çok belirli ve kesin hatlarla biçimlenmiş bir zaman dilimi içinde kurulan ve toplanan bir pazardı bu. ‘Hakiki’ müşterilerin ayağının kesildiği, bir yandan da pazarcıların toparlanmaya başladığı, ama tam olarak toparlanıp arabalara yüklenmedikleri kısacık bir zaman aralığı... O da onlardan biriydi. Renkli yağmurluğu başındaki örtüyle çelişiyordu, belli ki bir yerlerden ‘denk düşürülmüş’tü. Yeterince pırasa seçtiğini düşününce başını kaldırıdı, elini beline koyarak geriye doğru kaykıldı. Bu sırada göz göze geldik; çakır gözlerine oturmuş bir tebessümle bakmasaydı, onu o halde ‘yakaladığımı’ düşünerek çok utanacaktım. “Eee Hatic’anım, yaşlandın, yaşlandın...” dedi kendi kendine, biraz da bana... Gülümseyerek karşılık verdim bu sözlere. Ayağının dibindeki poşetlere baktım, epeyce vardılar. “Anne sana yardım edeyim. Hiç değilse pazar çıkışına kadar poşetlerini götürüvereyim..” dedim. “Zahmet olmasın evladım..” filan dediyse de, kaptım poşetleri, düştüm önüne. Bir süre sessizce yürüdük birlikte, sandıkların, brandaların, halatların, çürük zerzevatın üzerinden atlayarak. “Anne evin yakın mı?” diye laf olsun kabilinden sordum. Yakın sayılırmış, iki sokak yukardaymış: “Kızım var, torunum var, üçümüz birlikteyiz. İşte pırasa seçtim biraz, biraz ıspanak seçtim. Akşama biraz ıspanaklı, biraz pırasalı börek yapacağım. Alim sever böreği.” Ali, torunu. Evde anneannesinin getireceği ıspanakları, pırasaları bekleyen Ali. Börek seven Ali... “Allah razı olsun pazarcılardan, her hafta böyle kollarlar beni. Allah hepsinin birini bin etsin...” Bu duaların hatırına pazarcı olmak istedim bir an. “Güzel Allahım hiç darda bırakmadı çok şükür. Hep verdi, hep verdi. Ben ona layık olabilsem... Hiç bir şikayetim yok. Biraz belimde ağrı, o kadar. Ben ona layık olabilsem.” Evdeki Ali’yi sevindirecek olan ve yanımdaki bu kadını, şükrünü nasıl yapacağını bilmez hale sokan şu elimdeki poşetlere tıkıştırılmış pazar döküntüleriydi. “Emin ol, neyi gönlümden geçirsem onu önümde buldum. Güzel Allahım hiç esirgemedi benden. Ben bir istedim, o iki verdi. Ben ona layık olabilsem...” O anda anladım ki, bu kadın aslında bir şey istemiyordu, Allah’ın ona verdiği onun istediği oluyordu. Allah’tan gelen nimetlere karşı gerçek, kâmil bir şükür hali içindeydi. Öyle ki, Allah’tan kendisine sürekli gelen -ve aslında bize de elbette sürekli gelen- nimetler karşısında o değişmez bir şükür halini koruyordu. Ve böylece aslında velice bir tutum takınmıştı: Gerçek vereni, “Rezzak”ı tanımıştı, böylece eline geçen nimetlerin Allah Tealâ’dan geldiğini derinden hissediyordu. Allah Tealâ vermese, bunları kendisine kimse veremezdi, bunu biliyordu. Son söylediğim husus çok alışıldık bir yargıyı içeriyor. İşin asıl tehlikesi de burada, bu alışılmışlığında. Bu alışılmışlık bizi sağırlaştırıyor, onu içimizde duymamızı önlüyor. O kadın açlığın, evsizliğin, ısınamamanın ne olduğunu tatmıştı muhtemelen, tatmadıysa bile bunlar onun gündeminde olmuştu. Ve bunlar gerçekten de, hani, en temel ihtiyaç denen şeylerdi; yani her biri bizim en dışarıdaki sınırlarımızdı; en dışarıda oldukları için de bize uzaktılar. İşte bu kadın yokluğun ve çaresizliğin varlığını duymuştu. Yokluğu duymak da, çaresizliği duymak da Allah Tealâ’yı duymanın kapısıdır sûfilerin dediği gibi... O kadından ayrıldığımda Allah Tealâ hakkındaki zannımda değişme olmuştu. Allah Tealâ’nın bu kendine has kıldığı kuluna karşı bir acımayla değil, saygıyla dolmuştu içim. Sevgili kardeşim, bu olayı seninle paylaşmadan edemezdim. Kocakarı imanı denen makam beni büyüledi. Şükrümüze sınır konmasın, dilerim. Arzularının mağlup ettiği kardeşin... |