๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Diğer Yazılar => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 26 Eylül 2011, 12:38:22



Konu Başlığı: Kardeş Mektuplar
Gönderen: Zehibe üzerinde 26 Eylül 2011, 12:38:22
Kardeş Mektuplar



Kasım 2007 - 107.sayı

Ahmet BİRLER kaleme aldı, DİĞER YAZILAR bölümünde yayınlandı.

Sevgili kardeşim,

Soylu yoldaşım,

Bir süredir Hz. Mevlâna ile meşgul zihnim. Onu hakikaten tanımanın ne kadar güç olduğuna dair bir dersle karşı karşıyayım.

Onu yıllar yılı ‘öylesine’ anmanın, ondan ‘vazife icabı’ bahsetmenin, o hazreti bir ders müfredatının parçası yapmak sorumsuzluğuna yol açtığını görüyoruz hep birlikte.

Ona dair yarışmalar, ona dair programlar bir kompozisyon dersi kadar heyecan uyandırmıyor bizde.

Onun elini öpüyoruz, ak sakallı bir dede olarak ona şefkatle bakıyoruz. Kendisini hâlâ evin büyüğü sanan, oysa çoktan yetkileri alınarak balkondaki sallanan koltuğunda unutulan büyüğümüz gibi davranıyoruz ona.

Onu yeşil bir kubbenin altına gömüyoruz. Kubbenin yeşil olması içimize huzur dolduruyor. Ama bu huzur, yönetim kurulu toplantısında babasını huzur evine yatırdığını birden hatırlayan kalantorun huzuruna
benziyor. Ne tatlı, ne acı.

Onun çağrısını bir ‘gel’ davasına sıkıştırıyoruz. Onu kafası biraz karışık bir düşünür mü sanıyoruz acaba? Onun mesajını, düştüğü yeri yakan bir ateş parçası yerine, aynı yere iki kez bile düşemeyen plastik bir top mu sanıyoruz yoksa?

Mesnevi’yi neşrediyor, şiirlerini seslendiriyoruz. Bunlar bizde neye karşılık geliyor? Modern zamanların sıkıştırdığı insanın oksijen çadırına mı? Ana yemekten sonra yediğimiz, olsa da olur olmasa da dediğimiz tatlıya mı?

Ak pak, ütülü tennureleri içinde sema zanaatkârlarını izliyoruz. Bir kalp çarpıntısının, bir cezbe dalgasının, bir sarhoşluk anaforunun ilham ettiği o yitişi bulamıyoruz meydanda. Çünkü aslında bir meydan da bulamıyoruz. Bulduğumuz, ya mesaiye kalmış bir grup memurun sıkıcı ofisi ya da gösteri dünyasının parçası olmuş, vergisi ödenen, maliyece denetlenen bir sahne.

Hz. Şems görünmüyor ortalıkta bu toz duman içinde. Çünkü, Hz. Mevlâna’yı Şems olmadan istiyoruz. Oysa Hz. Şems olmadan, bugünkü Hz. Mevlâna’ya ulaşmak mümkün olmazdı. Hz. Şems olmadan ne Mesnevi ne de
Divan-ı Kebir çıkardı ortaya. Ama Hz. Şems’in çıkardığı yangının halen yakıyor olması, Hz. Şems’in buralarda bir yerlerde olması korkutuyor biz cumhuru.

Hz. Mevlâna’nın ismi üzerinden kendimize yeni iktidar alanları açarken, ya da iktidarımızı onun ismi etrafındaki ıvır zıvır etkinlikle süslerken, Hz. Mevlâna’nın vaat ettiği yok oluşu üstlenmeye hazır olabilir miyiz hiç?

Hz. Mevlâna, “hamdım, piştim, yandım” demişti. “Hamdım, piştim, yandım…” Hamlıktan pişmeye geçişi zihnimizde bir yerlere oturtuyoruz. Ama ya yanmak? Bu bizi endişelendiriyor. Bizden eser kalmaması, esamimizin okunmaz olması, nişanımızın elimizden alınması, binamızın tarumar olması, zillet-i nefse düçar olmak…o kadar ilerlemek, o sınıra ulaşma ihtimali bizi korkutuyor. Ama yine de bu sözü konuşmalarımıza serpiştiriyoruz: “Sayın bakanım, değerli valim, daire başkanlarım! Hamdım, piştim, yandım…”

Bu duygular içinde sevgili kardeşim, elime alıyorum zaman zaman Mesnevi’yi. Bu kitap tanıdık mı, yabancı mı? Kolay mı, zor mu? İlaç mı, dert mi? Okunabilir mi, okunamaz mı? Gerçek mi, hayal mi? Soruyorum kendime: Mesnevi ne, Hz. Mevlâna kim?

...

Bazen, gece yarısı bir şimşek aydınlığında görünüp kaybolan bir sayfa gibi, Mesnevi’nin bazı satırlarını görüverdiğimi, okuyabildiğimi fark ediyorum. Böyle zamanlarda Mesnevi gözümde başkalaşıyor. O okumayı
söktüğüm satırlar bana bütün Mesnevi’nin o satırlarda gizlenmiş olduğunu hissettiriyor. Bütün Mesnevi, mesela körlerin fil tarifi hikâyesinden ibaretmiş gibi geliyor bana. Bunu anlamakmış muradım, bunu anlamakla bahtiyar olup çıkacağım gibi geliyor. Ya da, mesela Çinli ressamlar hikâyesi… İşte, diyorum heyecanla, Mesnevi bu hikâyeyi anlatmak için yazılmış. O zaman bir yandan da anlıyorum ki, insan-ı kâmillerin cevheri de aynı. Tıpkı Mesnevi’nin bir tek şeyden bahsetmesi gibi, tıpkı bir tek hikâyeyi anlamakla bütün Mesnevi’yi anlamış olacağımız gibi, tıpkı Hz. Ali’nin (k.v.) “Bütün Kitap Fatiha’da,
Fatiha Besmele’de, Besmele Be’de, Be ise altındaki noktada gizlidir.” sözündeki gibi, bir insan-ı kâmil ile muhatapsan Hz. Mevlâna ile muhatapsın, bir insan-ı kâmilin sırrını tanıdıysan bütün insan-ı kâmilleri tanımışsın demektir, diyorum. Hem de burada, hem de şimdi.

“Bizim kabrimizi yerde aramayın, bizim kabrimiz ariflerin gönülleridir.” diyor Hz. Mevlâna. Sevgili kardeşim, onu, onun sırrını, Hz. İnsan’ın esrarını tanımak olsun nasibimiz.

Dualarda buluşalım.

Ham kardeşin.