๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Diğer Yazılar => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 16 Ekim 2011, 14:40:04



Konu Başlığı: İrtica Mevsimi Geldi Geçiyor!
Gönderen: Zehibe üzerinde 16 Ekim 2011, 14:40:04
İrtica Mevsimi Geldi Geçiyor!


Kasım 2006 - 95.sayı

Halil AKGÜN kaleme aldı, DİĞER YAZILAR bölümünde yayınlandı.


İrtica söylemi, Türkiye’de çevrenin merkeze taşınmaması için ustalıkla kullanılan ideolojik bir söylemdir. Kendini merkezde gören gruplar, merkezde olmayı doğal hak sayıyorlar. Ve bunu kimseyle paylaşmak gibi bir niyetleri yok.

Adet olduğu üzere, bu sene de Ekim ayına irtica tartışmalarıyla girdik. Meclisin, üniversitelerin ve Harp okullarının açılış törenlerinde “irtica geliyor” çağrısı yapan konuşmalar dinledik. Cumhuriyetin kuruluş ilkelerinin tehlikede olduğunu, derhal adım atılması gerektiğini, aksi halde Türkiye’nin elden gideceğini işittik. İrticai gelişmeler adına dindar insanları rencide edici haberler, köşe yazıları okuduk.

Kısacası yeni bir irtica kargaşası kapımızda. Fakat mahiyetini kimsenin bilmediği bir kargaşa bu. Daha doğrusu bir korku ve sindirme politikası. İrtica konusunda görüş beyan edenler, bu kelimenin tam bir tarifini yapamıyor. “Türkiye’de irtica yükselişte.” türünden ifadelerin tam olarak ne manaya geldiğini kimse bilmiyor. Kimse bu kavramı samimi bir şekilde tanımlamaya yanaşmıyor. “İrtica gericiliktir” demek yetmiyor. Çünkü kelimenin arkasında kavramsal bir dünya, yani bir zihniyet var. En azından bize böyle olduğu söyleniyor.

Lügat ne diyor?


Bu kargaşayı bir nebze gidermek için gelin sözlüklere kısaca bir göz atalım. Türk Dil Kurumu’nun yayınladığı Türkçe sözlükte irtica, daha doğrusu mürteci şöyle tanımlanıyor: “Gericilik. Gerici: Toplumda çağdaş değerlere ve yeniliklere önem vermeyen, her yönüyle eskiyi özleyen veya eski düzeni getirmeye çalışan (kimse veya görüş); ilerici karşıtı, mürteci.” Buna göre irtica, çağdaş değerlere karşı olmak anlamına geliyor. Peki nedir bu çağdaş değerler? Bunların bir listesi ve tanımı var mı? Yoksa biz bunları sezgisel olarak mı biliyoruz? Örneğin inanç ve ifade özgürlüğü çağdaş bir değer midir? Eğer öyleyse, insanların dinlerini yaşamalarını kanunen suç saymaya kalkışmak, çağdışı bir hareket olmuyor mu? Sözlük bize bu konuda yardımcı olmuyor.

Mehmet Doğan’ın Büyük Türkçe Sözlük’ü, irticayı iki şekilde tanımlıyor: “1. İslâmiyet’ten uzaklaşıp cahiliye devrine geri dönme; 2. Geriye yönelme, gericilik, reaksiyon.” Bu tarife göre gericilik, çağın gerisine düşmenin ötesinde, İslâm öncesi cahiliye dönemine geri dönmeyi ifade ediyor. Bu anlamıyla irtica, hakikat geldikten sonra bâtılda ısrar etmektir. Nur geldikten sonra karanlıkta direnmektir. Adalet tecelli ettikten sonra zulmü tercih etmektir. Bu manada irtica din kaynaklı değildir. Tam tersine dinin ortaya koyduğu doğrulara açıktan karşı çıkmak, mukaddesatı küçümsemektir.

İrtica diye bir şey varsa, aklı başında insanlar bu kelimeyi tarih boyunca böyle anladılar. Büyük dinlerin elçileri, hikmet sahibi düşünürler, Allah dostları, bilge yöneticiler ve kanun koyucular, hakikat karşısında inat ve husumeti yanlış istikamette ilerlemek olarak tanımlamışlardır. Temel insani değerler zaman ve mekân üstü olduğuna göre, dinin ortaya koyduğu ilke ve değerleri çağdışı olarak tanımlayamayız. Bu yüzden dinî değerlere sahip çıkmak hiçbir zaman diliminde çağdışılık, yani gericilik anlamına gelmez. Eğer Türkçe’de irtica kelimesini kullanmaya devam edeceksek, onu bir de bu manada kullanmayı denesek nasıl olur?

Soyut suç olmaz


Aslında bu da tam anlamıyla doğru bir yaklaşım değil. Çünkü irtica denen şey Türkiye toplumunun değil, çağın gerisine düşmüş, 1920’lerin dogmatik ve baskıcı dünyasında yaşamaya devam eden küçük bir grubun gündemini oluşturuyor. Toplumun büyük çoğunluğu bu tartışmanın boş, abes, anlamsız olduğunu biliyor. Bunu bildiği için de tartışmaya aktif olarak katılmıyor. Bir görüş beyan etmeye zorlandığında kanunlara karşı bir laf ederim korkusuyla resmi söylemi tekrar ediyor. Böylece hepimiz irtica konusunda büyük bir yalanın, büyük bir tiyatronun içinde yaşamaya zorlanıyoruz. Oysa Türkiye’nin her şeyden çok samimiyet ve dürüstlüğe ihtiyacı var.

Zaten irtica kanunen bir suç teşkil etmiyor. İrticanın hukuki bir tanımlaması yok. Zaten olması da mümkün değil. Çünkü ceza, somut suçlara verilebilir. Hırsızlık yapan, adam öldüren, görevini kötüye kullanan insanlar cezalandırılır. Bunlar hukuk açısından suç teşkil eden ve ceza gerektiren eylemlerdir. Soyut birtakım çağdaşlık tanımları yapıp, bu kalıba uymayan insanların suç işlediğini söylemek akil-izan ölçülerine sığan bir şey değildir. Bu tür uygulamalara ancak totaliter komünist ülkelerde rastlıyorduk. Polit büronun, partinin, liderin görüşlerini benimsemeyen kişilerin suçlu sayıldığı rejimler de artık geride kaldı. Biz ise hâlâ soyut suç tanımlamaları üzerinden ulusal tehdit kavramları geliştirmeye çalışıyoruz.

Çelişki şurada: Sanki Anayasamız ve Türk Ceza Kanunu’nda açık-seçik bir irtica suçu tanımlaması varmış gibi birileri sürekli ‘irtica var’ diye bağırıyor ve yetkilileri göreve çağırıyor. Göreve çağrılanlar arasında sadece hükümet ve yargı değil, aynı zamanda medya, iş çevreleri ve Türkiye’nin bilinen etkili çevreleri var. Kanunların bile adını koyamadığı bir eylemi suç sayıp insanları töhmet altında bırakmak, aşağılamak, tehdit etmek, korkutmak ne kadar insani ve ‘çağdaş’ bir davranış olabilir?

Bütün bunları alt alta koyduğunuzda bu tartışmanın anayasal ve hukuki değil, siyasi olduğunu görüyoruz. İrticanın siyasi bir rant malzemesi olması Türkiye’de yeni bir şey değil. İttihat Terakki ile başlayan bu süreç, İstiklal Harbi sırasında ve Cumhuriyet kurulduktan sonra da etkin bir şekilde kullanıldı. Siyasi muhaliflerini bertaraf etmek isteyen aktörler, irticayı etkin ve kârlı bir araç olarak kullandılar. Cumhuriyetin ilk yıllarında CHP dışında kurulan partiler irtica gerekçesiyle kapatıldı. Takrir-i sükûn kanunu irtica bahanesiyle çıkartıldı. 1960 darbesi aynı gerekçeyle yapıldı. Kısacası Türkiye’de irtica yok, irticayı kullanmak isteyen belli çevreler var. Bu çevrelerin etkin olduğu her dönemde Türkiye ülke ve toplum olarak kaybetti ve çağının gerisine düştü.

Bunca yıllık irtica maceramızdan sonra “İrtica nedir?” sorusuna anlamlı ve ikna edici bir cevabın verilmesini beklemeye hakkımız olmalı. Eğer irticayla dinin toplum üzerinde etkisinin olması kastediliyorsa, o zaman dinin her tür toplumsal tezahürünü ortadan kaldırmak gerekir. Bunun için yapılması gereken ilk iş Diyanet İşleri Başkanlığı başta olmak üzere devletin dinle ilgili bütün kurumlarını kapatmaktır. Bu yeter mi? Daha da ileri gidip, Türkiye’de İslâmiyet’e ilişkin bütün unsurları, camileri, minareleri, kabirleri, şehit cenazelerini yasaklamak gerekir.

“Din vicdan işidir”


Öte yandan din sadece bireysel vicdan işi olabilir mi? Din, takipçilerine ‘hırsızlık yapma’, ‘yalan söyleme’, ‘zina işleme’, ‘haksız yere can alma’, ‘yetime sahip çık’, ‘zekât ve sadaka ver’ dediğinde sadece bireyi ilgilendiren emirler vermiş olmaz. Bunların hepsi bireyin de bir parçası olduğu toplumu doğrudan ilgilendiren emir ve yasaklardır.

Ahlâkî ilkelerin yanı sıra ibadetler de hem bireysel hem de toplumsal eylemlerdir. Namaz, oruç, zekât, hac bunların hepsi bireyin manevi dünyasını zenginleştiren, ama başkaları üzerinde de etkisi olan ibadetlerdir. Bu yüzden İslâm cemaat ruhuna önem verir ve ibadetlerin toplu yapılmasını teşvik eder.

Çünkü ahlâkî değerleri benimsemiş bir toplum, erdemli insan olmayı kolaylaştıran ve destekleyen bir durumdur. Yani hem muamelat (sosyal alan) hem de ibadetler alanında birey ile toplum arasında ayrılmaz bir ilişki ve hassas bir denge vardır. İnsanların bireysel manada dindar olmasını kabul edip, bunun sosyal tezahürlerine karşı çıkmak büyük bir çelişkidir.

Bu manada ‘Din vicdan işidir.’ cümlesi doğrudur ama Türkiye’de çok yanlış anlaşılmaktadır. Dinin insan vicdanıyla çok yakın irtibatı vardır. Çünkü insanın iman ederek Allah’ın emir ve yasaklarını yerine getirebilmesi için bunu vicdanında netleştirmesi gerekir. Nitekim Hz. Peygamber Efendimiz’in Mekke döneminde verdiği mücadeleye baktığımızda bunu açık bir şekilde görüyoruz.

İnsanların herhangi bir eylemi aklı, kalbi ve vicdanı ikna ve teslim olmadan yapması zaten mümkün değildir. Hele ki “Ameller niyetlere göredir.” diyen bir din olarak İslâm’da bu konu son derece önemlidir. Niyeti halis olmayan bir insanın yaptığı ibadetler şüphelidir. Çünkü riya ve kibrin gölgesi düşmüş ibadetler, Allah katında makbul değildir.

Fakat Türkiye’de “Din vicdan işidir.” denildiğinde bununla tamamen farklı bir şey kastediliyor. Dinî ve ahlâkî değerlerin toplum hayatında bir karşılığının olmasına tehlike gözüyle bakılıyor. Fakat bu kuşlara uçma yasağı getirmek gibi bir şey. Eğer insanlar bir ahlâkî değere inanıyor ve bunu hayatlarında yaşamak istiyorlarsa, bunun adı irtica, çağdışılık, gericilik, vs. değildir. Bunun adı kâmil insan olma yolunda gayret göstermektir.

Dinde Aşırılık?

Son olarak irtica konusunda genellikle şu söyleniyor: “Biz temel dinî değerlere karşı değiliz ama aşırıya giden, her şeyi din olarak gören insanlar var. Bunların çoğalmasına izin veremeyiz.” Bu yaklaşım da soyut suç tanımına dayanıyor ve o yüzden hukuki bir temeli yok. Aşırılığın suça dönüştüğü noktada kanunlar devreye girer ve topluma zarar veren kişiler cezalandırılır. Bunun ötesinde bir ‘aşırılık’ tanımı yapmak hem sosyal hem de hukuk açısından anlamlı değildir

Felsefi açıdan baktığımızda Türkiye’de irtica yaygarası kopartanlar Türkiye’nin Ortaçağ karanlığına sürükleneceğinden korktuklarını söylüyor. Çağdaşlık, demokrasi, cumhuriyet gibi değerlerin din ile bağdaşması mümkün değil onlara göre. Bu pozitivist bakış açısı, 19. yüzyılda kalmış ilkel bir felsefeye dayanıyor. Maddeden başka gerçekliği, bilimsel veriden başka bilgiyi kabul etmeyen bu düşünme biçimi terk edileli bir asırdan fazla oluyor.

Ama o zamandan bu zamana köprünün altından çok sular aktı. Hakikati artık bu kadar ilkel bir felsefeyle izah etmek mümkün değil. Batıda hiçbir bilim adamı 19. yüzyıl pozitivizmine inanmıyor. Din ile modernleşme arasında yaşanan çatışma özünde Avrupa kökenli bir sorundur. İslâm dünyasına tepeden inmeci siyasi elitler tarafından taşınmıştır. Ve son tahlilde modernleşme adına devleti kutsallaştıran, her şeyi merkeze bağlamaya çalışan yaklaşımın bir sonucudur. Batı modernleşmesiyle Batı din anlayışı çatışabilir. Bu, aynı şeyin bütün din ve toplumlarda yaşanacağı anlamına gelmez.

İrtica, Çevre ve Merkez


İrtica söylemi, Türkiye’de çevrenin merkeze taşınmaması için ustalıkla kullanılan ideolojik bir söylemdir. Kendini merkezde gören gruplar, merkezde olmayı doğal hak sayıyorlar. Ve bunu kimseyle paylaşmak gibi bir niyetleri yok. Tek parti döneminde nasıl taşra köylülükle, köylülük de gerilik, kabalık, cehaletle özdeşleştirildiyse, bugün de merkez çevreyi eğitilmesi ve adam edilmesi gereken yığınlar olarak görüyor.

Bu çevrenin coğrafi olarak illa da taşrada olması gerekmiyor. Türkiye’deki hızlı nüfus hareketleri, yatay ve dikey sosyal kaymalar, köy-kent arasındaki ilişkiyi yeniden tanımlamamızı zorunlu kılıyor. Çevrenin yani köyün ve cehaletin sembolü olarak algılanan başörtüsünün büyük şehirlerde giderek yaygınlaşması, çevrenin de artık büyük yerleşim birimlerinde varlık gösterdiğini teyid ediyor. Zaten kendini merkez gören azınlığın kabul edemediği şey de bu. Herkes yerinde kalsa, yani çevre büyük şehirlere gelmese, bir varlık iddiasında bulunmasa, ne başörtüsü, ne oruç, ne sakal ne de namaz irtica tehlikesi olarak algılanacak.

Türkiye artık ‘azınlık zihniyetiyle’ yönetilemeyecek kadar büyük ve dinamik bir toplum. ‘Çevrenin dogmaları’ olarak görülen temel dinî ve ahlâkî değerler baskı altına alındığı müddetçe normalleşmemiz mümkün olmayacak. Türkiye bu normalleşmeyi yaşamaya başladı. O yüzden irtica mevsimi artık geçiyor. Birilerinin bütün öfkesi bu yüzden.