๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Diğer Yazılar => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 26 Eylül 2011, 12:33:41



Konu Başlığı: Hikâye
Gönderen: Zehibe üzerinde 26 Eylül 2011, 12:33:41
Hikâye


Kasım 2007 - 107.sayı

Yunus Emre ÖZSARAY kaleme aldı, DİĞER YAZILAR bölümünde yayınlandı.

Kaybolan


Ansızın evinden ayrılmasının üzerinden üç ay bile geçmemişti. Aradığı şeyleri yeni mesken tuttuğu yerde bulacağını sanan Sekili Mustafa, bunun da yıkımla sonuçlanmış ayrı bir göçün kalıntıları olarak hatıraların tozunda kaybolup gitmesini hiç ama hiç istemiyordu. Bir şeyler yapmalıydı. Ama ne yapılabilirdi ki?

Ayrılmıştı, uzaklara gitmişti ve şu anda yapılacak her şeyi tek başına yapmaya mecburdu. Eskisi gibi ne yanında bir destekçisi ne de ona akıl verebilecek bir arkadaşı vardı. Binbir kaygı beynini kemirse de onların içinde kaybolmamaya büyük özen gösteriyor, duyguların anaforuna kapılıp gitmektense sarhoş olup kendini kaybetmeyi daha akıllıca görüyordu.

İçkiye buralarda, İstanbul’da başlamıştı. Önceden rakı neydi, nasıl içilirdi bilmezdi. Şimdi ise Tekirdağından Kulüp rakısına kadar envai çeşidinin şeceresini tutabilecek kadar sıkı bir çilingir sofra tutkunuydu.

Yeni uğrak yerlerinin sunduğu başka şeyler de vardı tabii. Bunların en başında, buraya geldiği gün tanıştığı Rakofçalı Asım vardı. O da aynı yolun yolcusu gibi durur ama bakmayın siz, aslında samimi, mert
bir çocuktur. Ne yaparsınız, kaptırmış kendini işte böyle bir yaşantıya, oradan oraya sürüklenip duruyor.

Çok öncesi var bu işin. Anlatması uzun sürer ama yine de Rakofçalı’nın hayatının kıyısından kısaca geçelim. Adı üstünde, Rakofçalı. Ana-baba ayrı. Yıllar önce tek başına gelmiş İstanbul’a. Yeni bir iş, yeni bir umut için. Dedesi tam bir Rum kasabıymış. Yıllar önce Amerika’ya göçmüş, birkaç Rum’u alaşağı edince sınırdışı etmişler onu. Meğer adamınki bir hastalıkmış, Rum görünce dayanamıyormuş.

Amerika’ya niye gitmiş, ben de merak ettim, sordum, anlattı. Çok önceymiş, İstiklâl Harbi’nden de önce. Anlattıklarına göre dedesi çok samimi, sadık bir paşaymış. Küçük bir çocukken saraya gelmiş, kendisini sevdirmiş. Yıllarca Sultan Vahdettin’in hizmetinde bulunmuş. Ne zaman ki Osmanlı devrilmiş, Sultan Vahdettin gibi o da yıkılmış. Dede Rakofçalı, burada biriktirdiği üç beş kuruşla inkılap yıllarında Amerika’ya gitmiş. Deri ticaretine yeltenmiş, tutturamamış.Tanış yok ki, kime satsın?

Dericilikle uğraştığı günlerde, bir gün dükkanının önünden birinin küfürler savurarak geçtiğini görmüş. Arada “Osmanlı... padişah...” kelimesini duyması yetmiş, adamın böğrüne hançeri saplayıvermiş. Eski izzet devrinin tam aksine gâvur ellerde perperişan kalmanın hıncıyla mıdır nedir, ondan sonra bulduğu Rum’u haklamaya başlamış. Nasıl olmuşsa olmuş, sınır dışı etmişler işte. Bunun üzerine Tekirdağ’a yerleşmiş. Çocukları olmuş. Bizim Rakofçalı Asım, işte bu dedenin torunu.

Yani bu torun gurbetliğin ne demek olduğunu dededen bilir. Mustafa ile dostlukları da aslında böyle başlamış. Rakofçalı’yla Mustafa’nın günleri Kılçık Kemal’in sahildeki balıkçı lokantasında “ne zaman büyük voleyi vururuz” konuşmalarıyla geçiyor. Mustafa biraz çekinden, ne de olsa yeni tanımış Rakofçalı’yı. Ama adamın tipini bir görseniz, dayanılır gibi değil. İçten, samimi. Birlikte uzun süre oturduktan sonra ikisi de ayrı ayrı yönlere gidiyorlar. Küçük kulübelerde kalıyorlar. Mustafa’nınki cadde kıyısında ama sanki daha bir mezbele. Asım’ın söylediğine göre evleri birleştirip kirayı düşüreceklermiş.

Asım’la da geçen gün otobüs beklerken tanıştım. Yanıma geldi, ateş istedi, verdim. Sonra bir laf attı. Baktı ki karşılık yok, biraz bekledi, bir daha sigara yaktı. Bu kez bana da uzattı. Yok, dedim; sen bilirsin, dedi. Buraların yabancısı olduğumu anlamakta gecikmedi. Beni baştan ayağa o kurt bakışlarıyla süzdü. Biraz konuştuk, eve davet etti. İster istemez kabul ettim. Dedim ya, samimidir Rakofçalı, insan ona hemen ısınıveriyor. Paşa torunu da ondan mı artık bilmiyorum.

Birlikte kulübesine gittik, çay demledi. Mustafa’dan bahsetti, tek arkadaşının o olduğunu söyledi. Sonra sustu. Çayları getirdi. Üç beş bardak içince izin istedi, “İçeri geçeyim, az sonra gelirim.” dedi. Bir süre içeride kaldı, sonra tekrar yanıma geldi. Geldi gelmesine ama az önceki halinden eser yoktu, değişmişti. Saklamak anlamsız diye düşünmüş olacak, cebinden çıkardığı hap kutularını gösterdi bana. Sonra başını öne eğdi. Belli ki utandı, “Alışkanlık işte, ne yaparsın..” Gerginliği dağıldı, bir hap daha aldıktan sonra gevşedi. “Mustafa..” dedi, “Mustafa var benim arkadaşım. Can dostum. Yeni geldi İstanbul’a. Kaybolup gidecek. Sen mürekkep yalamış gibisin, bi’ göz kulak oluversen şu çocuğa?” “Neden?” dedim. “Neden olacak, çocuk burada kurda kuşa yem olacak. Anasını babasını terk edip gelmiş. Her gün benle takılıyor. Ulan benden hayır mı gelir insana! Kendime faydam yok benim. Hemen içkiye alıştı. Yok, öyle bakma, bunda benim bi’ suçum yok. Geldiğinde başlamış. Kaç kere söyledim, ulan içki senin neyine? Kur’an
kursu bitirmiş adamsın, dedim ama dinletemedim. Bu zıkkımdan sonra başka pisliklere de bulaşır diye korkuyorum. Hapa bulaşır, esrara bulaşır, karıya kıza… Müsait, çünkü saf ulan, saf bu! Ne yaparsın, atmış kendini buralara. Hayatını kurtaracakmış! Senin neyine hayat kurtarmak! Otur memleketinde, kendi yerinde yurdunda. Tevekkül et! Bak benim halime diyorum, dinleyen kim! Bir gün alacağım yanıma bunu, Allah
affetsin ama zil zurna sarhoş edip basacağım ağzına hapı, kuduracak, tiksinecek, kaçıp gidecek. Amma Allah’tan korkarım. Paşa dedem vardı. Uzun yıllar Vahdettin Hazretlerine hizmet etmiş, ne ki sonra Osmanlı, İngiliz zagonu altında ezilirken nasıl ezilmiş, bir bilsen. Zamanında anlatmıştı bana. Anlatayım da dinle…”

Rakofçalı hapı atınca çenesi bir açılmıştı ki sormayın. Uzun süre konuştu. O anlattı, ben dinledim. Ama hayran kaldım kendisine. Bu adam anlatacak bu kadar şeyi nereden buluyordu, daha neler anlatacaktı, sonra Mustafa’ya ne olacaktı, onu memleketine gönderebilecek miydi?.. Daha bir sürü soru vardı aklımda.

Eve gittim. Üzerime garip bir hal çöktü. Oturdum, Rakofça neresiymiş bi’ araştırayım dedim. Kitaptı, oydu buydu derken, ertesi gün öğrendiklerimi sormak için Rakofçalı’nın yanına gittim. Evine yaklaşıyordum
ki evin etrafında üç beş adamla birlikte belediye zabıtalarını gördüm.

İnsan bir günde de kaybolur mu hiç! Rakofçalı hayal gibi, masal gibi kayboldu gitti. Tam, Mustafa nerededir diyecektim ki, dizlerinin üzerine çökmüş, başı omuzlarına gömülü genci görünce onun Mustafa olduğunu anladım. Yaklaştım, neler olup bittiğini sordum. Kafasını salladı, “Abi sorma, Asım gitti. Kalp krizi geçirmiş, uzamış, cartayı çekmiş..” dedi. “Vay be..” dedi, “nereden nereye...” Bunu kendisine mi söyledi, Asım için mi anlamadım ama Mustafa’yı da o günden sonra bir daha göremedim.

Ya memleketine döndü ya da boşluğa başka bir adım daha attı hergele. Ben burada, okuduklarımla, okunmayı bekleyen kitaplarımla başbaşa beklerken.