๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Diğer Yazılar => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 29 Eylül 2011, 18:33:14



Konu Başlığı: Gözlerim Hâlâ Yeşil
Gönderen: Zehibe üzerinde 29 Eylül 2011, 18:33:14
Gözlerim Hâlâ Yeşil


Aralık 2007 - 108.sayı


Murat ÇERİ kaleme aldı, DİĞER YAZILAR bölümünde yayınlandı.

Ben sekiz yaşında bir çocuğum... Gözlerim yeşil, gök daha bir mavi o zamanlar. Her yağmurdan sonra toprak bir başka kokuyor. Bilyelerim var kemikten; gazoz kapağına ve sigara kâğıdına oyunlar oynuyoruz.

Yaşım sekiz. Kimse bilmiyor kümesten aşırdığım yumurtaların sarısını içtiğimi ve ben en çok süt içirmeye kalktıklarında kızıyorum. Ne zaman anlayacaklar, ben sütü sevmiyorum. Ben en çok akşam oturmalarını
seviyorum. Köyümüze bir başka çöküyor karanlık; bütün cinler toplandı sanıyorum. Ebemin elinden tutuyorum, dedem yanımda; sokak lambalarına meydan okuyorum. Oturmaya komşuya gidiyoruz gecenin karanlığında.
Ne güzel bir odada toplanıyoruz bütün bir aile, bütün bir saadet.

Radyoya bir kaset koyuyor Kütağların Recep. Hz. Ali cenklerindenmiş, o öyle söylüyor. “Ben Hz. Ali olacağım!” diyorum, Recep Amca’nın oğlu Ahmet atılıyor. Bir patlatıyorum buna; o da üzerime atlıyor. Ev
ahalisi bizi zor ayırıyor. Çocukluğumun tek kahramanı Hz. Ali, Hayber’in kapısını sırtına almış yürüyor... Ben susuyorum, herkes susuyor...

“Mekkeli müşriklerin azılı pehlivanlarından biri atını sürüp bir atlayışta hendekten aşırıyor. Sanki kudurmuş gibi Medineli Müslümanlardan karşısına çıkacak bir rakip istiyor. Tereddütsüz karşısına Hz. Ali çıkıyor. Yürü ey Allah’ın Arslanı, meydan senindir! Hz. Peygamber ona “Allah’ın Arslanı” diyor. Mekkeli müşrik ise küçümsüyor: “Çekil çocuk karşımdan, kendini kurban etme! Medineliler karşıma bıyıkları yeni terleyen seni mi çıkartıyor?” “Haydi” diyor Hz. Ali, “er meydanda belli olur, haydi davran!” O azgın saldırıyor ve Hz. Ali’nin kalkanında sönüyor hamlesi. Şimdi sıra Allah’ın Arslanı’nda... Kılıcından sadece bir yalım parlıyor. Sonra, sonra ikiye ayrılan bir kalkan ve vücuttan kopup omuzdan düşen bir baş...”

Ben susuyorum, dedem ağlıyor... Dedem çocuklar gibi ağlıyor. Hıçkıra hıçkıra... Koca adam utanmıyor. Gözlerim doluyor. Ağlayacağım. Kendimi tutuyorum. Ben dedemden duydum, erkek dediğin ağlayamıyor.

. . .

Ben on beş yaşında bir delikanlıyım... Gözlerim yemyeşil, boğazın suları ancak dizlerime çıkıyor. Süleymaniye’yi bir parmağımla kaldırıyorum. Güneşi tutup sıksam parmaklarımın ucundan altın damlayacak.
Herkes bilsin istiyorum. Ben Leylâ diye birini seviyorum. Onun için bilek güreşi yapıyor, onun için dövüşüyorum. Kazanan Leylâ’yı alacak demişsem ne olmuş! Yenilsem de Leylâmı kimselere vermiyorum.

Yaşım on beş... “Dünyada benden ve Leylâ’dan başkası yok!” diyorum. Bir de dedemi ve dedemin bana anlattığı hikâyeleri seviyorum. Dedemi hâlâ ellerim çenemde merakla dinliyorum.

“II. Murat, Hacı Bayram-ı Velî’nin müritlerinden vergiyi kaldırınca herkes ona mürit olmuş. Vergiden kaçan, onun kapısında almış soluğu. Hal böyle olunca II. Murat haber göndererek müritleri kimdir, kimlerdir bilmek istemiş. Hacı Bayram-ı Velî yüksekçe bir yere büyük bir çadır kurdurmuş ve müridi olduğunu iddia edenleri oraya toplamış. Bana bağlılar gelsin bu çadıra girsin, onları kurban edeceğim, diye nidada bulunmuş. Herkes şaşırmış tabii... İnsanın kurban edildiği nerede görülmüş?! Çadıra gire gire bir kadın ve bir erkek girmiş, başka da giren olmamış. Onlar çadıra girince orada bekletilen koç kesilerek kanı akıtılmış. Böylece çadırın altından sızan kanı gören ahali korkuyla çil yavrusu gibi kaçışmış. Hacı Bayram-ı Velî, II. Murat’a: ‘Bundan sonra biline ki, bizim bir buçuk müridimiz vardır.’ diye haber göndermiş. Gerçek bağlılarının kimler olduğunu böylece haber vermiş.”

Bu hikâyeyi kaçıncı defadır dinliyorum dedemden. Ne tuhaf, sanki ilk defa duymuş gibiyim. Dedem hâlâ ilk seferki gibi ağlıyor. Ben hâlâ gözlerime inince başımı çeviriyorum. “Dede, hani erkekler ağlamazdı?” diyorum.
. . .
Ben yirmi beş yaşındayım... Gözlerimin rengini unuttum. Gökyüzünün kurşunî renkte olduğu şehirlerde yaşıyorum. Egzoz dumanından ve korna sesinden boğuluyorum. Nereye kaçsam, ne yapsam makinelerden
ve betonlardan kurtulamıyorum. Böyle tirik tırak tirik tırak yaşanamaz diyorum. Kalbim, kalbi olmayanların ayakları altında kalıyor...

Kalbimi ve ruhumu O’nun avuçlarına bırakıyorum...

Ellerinde çiçeklerle geliyor. Önünde yollar açılıyor; önünde iki dünya... Kimse bakamıyor. Herkesin başı önünde. Sanki birazdan bir şey olacakmış gibi, sanki bundan sonra hiçbir şey olmayacakmış gibi. Ne irade ne de bir düşünce... Sükût ki, bir resim kadar berrak, bir akarsu kadar canlı. Şarkılar geçiyor aklımdan, belki de en olmayacak yerde.

“Benzemez kimse sana tavrına hayran olayım.”

Sol işaret parmağı sol şakağında. Herkes başını önüne eğmiş bekliyor. Komşunun kızını dövmüş ya da mektepten kaçmış suçlu çocuklar gibiyiz. Ne olanların farkındayım ne de bundan sonra olabilecek herhangi bir
şeyin. Başımı bir an kaldırıyorum ve göz göze geliyoruz. Belki bir an, belki bir saniye. Ne oldu şimdi? Kalbim neden hızlı atıyor? Bir lezzet duyuyorum hazza ve acıya dair. Hangi sözlüğü karıştırıp nasıl anlatsam? Ölüm desem mukadderat; kaza desem kader; kurtuluş desem sadakat; o bir anlık bakış işte, o simya...

“Bakışından süzülen işvene kurbân olayım.”

Ellerini tutuyorum, iki çağlayanın arasında kalmış yaprak dalı gibi titriyorum. Sağ elim avuçlarında kayboluyor, ben kayboluyorum. Yıllardır beklediğim bir haber, aşina bir ses, sonsuza uzanan bir muştu.

Neler neler söylemek istiyorum. İçimde yılların biriktirdiği tortu. Gözlerim buğulanıyor. “Kurban..” diyorum. Susuyorum, söyleyemiyor, söyleyemiyorum...

“Lütfuna ermek için söyle perişan olayım.”

Bir kelime daha etsem ruhumun kilidi çözülecek. Bir kelime daha söyleyebilsem kalbim dile gelecek; kim bilir dile gelmez neler söyleyecek.

Ben yirmi beş yaşındayım... Gözlerim yeşil ve hâlâ biraz çocuğum ve hâlâ biraz erkek...