๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Diğer Yazılar => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 31 Temmuz 2011, 21:51:06



Konu Başlığı: Elimdeki Dünya Kolumdaki Mutsuzluk
Gönderen: Zehibe üzerinde 31 Temmuz 2011, 21:51:06
Elimdeki Dünya, Kolumdaki Mutsuzluk


Ağustos 2009 - 128.sayı


Hüseyin KAYA kaleme aldı, DİĞER YAZILAR bölümünde yayınlandı.

Onu kolunuza takıp da ilk ne zaman yürüdünüz yollarda?

İlk ne zaman elini tuttunuz?

Ya her şeyinizi ona emanet edip, sonra da onsuz yapamayacağınızı ne zaman fark ettiniz?

. . .

İlkokul birinci sınıfa başlamıştım ve muhtemelen eylül ayıydı ilk kez bir çanta elime tutuşturulduğunda. İlk seferinde içinde ne olduğunu dahi bilmeden sıkı sıkıya kulpuna yapışarak sahiplendiğim çantamı tam üç yıl taşıdım evden okula, okuldan eve ve halen ağırlığını değilse de resmini taşımaktayım hayal defterimde.

Sınıfıma, yaşıma göre oldukça büyük olan turuncu ve koyu kırmızı renklerden oluşan iki kilitli çantamın, üç beş yıl kullanır düşüncesiyle öyle boyumdan büyük alınmış olabileceğini düşündüğümde, çocukluk günlerim çoktan geride kalmıştı.

Otomatik kurşun kalemlerin en azından bizim memlekette henüz bilinmediği, silgi yerine zaman zaman ilaç şişelerinin lastik kapaklarının kullanılmaya yeltenildiği, bugün çoğu zamane çocuklarına, gençlerine mizah malzemesi olarak anlatılabilecek o değişik ve siyah beyaz dünyada ne büyük bir şanstı öyle renkli bir çantaya sahip olmak. Şanslı olduğumu ve çantanın ben yaşlardaki bir çocuk için ne derece önemli olduğunu biliyordum.

Her şeyden bir neticeye varmak niyetindeki vakti bol büyüklerin işi gücü bilhassa okul zamanı çocukların geleceğine dair kehanetlerde bulunmaktı ve çocuğun kalem hatta çanta tutuşundan dahi geleceğin karanlık sislerini aralayıp o çocuğun istikbali hakkında fikir yürütebiliyorlardı. Çantayı ters tutan bir çocuk kesinlikle tembeldi ve okumakta gözü yoktu. Her şeyinin çanta olduğunun farkında olan ve gerektiğinde iki eliyle onu tutan çantasının altını suya çamura değdirmeyen, çanta taşımayı ahenkli bir oyuna dönüştürmeyi başarabilen çocuklar ise gelecek vaat eden çocuklardı. Mahsus mu yaparlardı bilinmez ama sırada duruşları, merdiven çıkışları, uzaktan onları görenlere mutlaka hep iyi şeyler söyletirdi. Onlar adam olurlardı.

Naylon poşetlerin henüz piyasaya çıktığı ve yırtılıncaya kadar kullanıldığı o demlerde, okula çanta yaptıkları poşetlerle gelen akranlarımız ise bu sınıflandırmadan muaf tutuldukları için en rahat çanta taşıyanlarımızdı.

Hele bir de kış aylarında, buz tutmuş yokuş aşağı bir yol görünce dayanamayıp çantasıyla kaymaya yeltenen tipler vardı ki büyükler nazarında bu çocuklar hepten kaybedilmiş sayılır, öğrenciden bile sayılmazlardı.

Çocukluğunu benimle aynı zamanlarda yaşayan tüm akranlarım gibi mavi kaplı defterler ve kırmızı kaplı kitaplarla o çantaya kocaman bir dünya, hayat sığdırdım. Kaynamış yumurta, simit, peynir, zeytin ve somun kokuları ağırlığını en az hissettiğim yüklerimdi.

Dışı birbirine benzemese de çantalarımızın içinde hep aynı şeyleri taşıdık senelerce. Boyanmış fasulyeler, ucuzundan bir suluboya, kullanılmaktan kısalmış farklı boylarda kalemlerden oluşan bir kuru boya takımı, gerektiğinde dayak yemek için öğretmene uzatılan tahta cetvel, abaküs, renkli olmasa da resimli masal kitapları, Baki Kurtuluş’un ansiklopedileri, ilk sayfaları kaybolmuş sözlükler, yorgan iğnesiyle sayfaları dikilmiş atlaslar…

Sahip olamadığımız, zaman zaman sırf bu yüzden kendimizi mahcup hissettiğimiz onca şeye rağmen zamane çocuklarından şanslıydık. Çünkü henüz beslenme çantası icat edilmemişti ve sırf sıra arkadaşımızın elinden tutmak için bir elimiz boşta kalıyordu.

. . .

Elbette, yalnız ben değildim çanta taşıyan. Öğrencilerden başka sünnetçilerin, doktorların, demiryolcuların, müfettişlerin ve bir de işini fazla önemsediği her halinden belli bazı öğretmenlerin her daim yanlarında taşıdıkları çantalar vardı ki hepsini de çantalarından tanımak ayırt etmek mümkündü. Çoğunlukla çocukları korkutmak için alaycı bir ima ile her ortamda gösterilen sünnetçi çantaları, dik olarak üst tarafından açılabilen, alta doğru genişleyen tuhaf bir görünümde idi. Demiryolcularınki ise içinde sefertası, gazocağı, fener gibi malzemelerin de sığabileceği bavula yakın bakımsız çantalardı.

Meslek gereği taşınanlar dışındaki çantaların neredeyse tamamı ne iş yaptığı belli olmayan şüpheli şahıslar tarafından taşınırdı ve uzaktan göz ucuyla bu kişilerin gelip geçtiği saatlere dikkat eden, kaybolduğu sokakları izleyen birileri mutlaka olurdu.   

İlkokulu iki çanta eskisiyle geride bırakarak ortaokula başladığımda artık yepyeni çantalar çıkmıştı piyasaya. Öğrenciliğim boyunca heveslendiğim ama asla sahip olamadığım Bond tipi olarak adlandırılan şifreli çantalara hep iç çekerek baktım. Bilhassa hali vakti yerinde ailelerin pek de okulda gözü olmayan çocuklarına biraz konu komşuya varlıklarını ima biraz da okula pek hevesi olmayan çocuklarını okula öğrenciliğe ısındırma niyetiyle aldıklarını düşündüğüm bu çantaları karşı kaldırımdan bile görür, taşıyan çocukların yüzlerindeki basit tebessümlerin aksine çantaların mutsuzluğunu her halükârda hissederdim.

Liseye başladığımda üzerinde, isimlerini dahi telaffuz edemediğimiz bir yığın popçunun film oyuncusunun resimleri bulunan renkli klasörler çantaların tahtını çoktan sallamaya başlamıştı. Yağmurda ve karda içindekileri korumakta yetersiz kaldığı gibi soğuk havalarda taşıması da ayrı bir eziyete dönüşen klasörleri, üzerlerindeki resimlerin de sorgusuz sualsiz her eve her okula rahatça girmesine vesile olduğu için sevemedim.

O zamanlar ancak matbaalarda yaptırılan, içine her ders için farklı bir defter formasının yerleştirildiği kalın mukavva kapaklı büyük defterler ise ne çantaya ne de klasöre ihtiyaç hissettiriyordu. Yalnız benim değil bir neslin elinden alınan çantanın yerine ilginç klasörler, ciltsiz kitaplar ve yalnız yarısı doldurulabilen kalın defterler tutuşturuldu.

Yıllar sonra fark ettim ki farklı maksatlarla kullanılıyor olsalar da, çantalar yalnız bizim değil annelerimizin, babalarımızın ellerinden de sıyrılmış ve bir yerlerde kaybolmuştu. Kulpları defalarca onarılan ve biraz pijama desenini andıran pazar çantaları, içine bırakılan veresiye defteriyle birlikte yollarda çocukların zaman zaman sürüyerek yürüdükleri ekmek çantaları, yolculuğa çıkan herkese emanet verilen seyahat çantaları tüm renkleriyle birlikte dünyamızdan ayrılmıştı.

Eşya medeniyettir ve eşyanın kendisini kullanan hakkında çok sözü vardır zamana söyleyecek.

. . .

Son zamanlarda yeniden ve çok sık görmeye başladım onu.

Başka başka kişilerin kollarında, ellerinde dolaşırken, bambaşka bir eda sezdim halinde.

Adeta çantasız kimse kalmasın düşüncesiyle piyasaya sürülmüş her ihtiyaca yönelik ve her boyda üretilmiş çantaları masum ve iyi niyetli görmediğimden hep uzak durmaya çalışsam da kendimi onların cazibesinden kurtaramadım.

Herkes gibi gitgide kalabalıklaşan ceplerimi rahatlatmak ve lazım olanı aradığım vakit bulabilmek hevesiyle aldığım, her ortamda taşımaya müsait bir çantayla çıkıyorum dışarıya artık. Zira her şeyim ona emanet.

Küçük olmasına rağmen çantamın gitgide ağırlaştığının farkındayım. Bu halimle her geçen gün yavrusunu cebinde taşıyan kanguruya ya da evini sırtında taşıyan kaplumbağaya ne çok benzediğimin de…

Telefon, kalem, çakı, mendil, bozuk para, çakmak, kimlik, kitap, defter… Ağırlık yapacak ne varsa bu dünyada her şeyi taşıyorum çantamda. Yalnız huzura yer kalmıyor çantanın gözlerinde, bir de umuda. Bu eksiklikler yüzünden olsa gerek çoğu zaman kendimi sokaklarda tembel öğrenciler gibi çantamı ters taşırken yakalıyorum.