Konu Başlığı: Dilim Seni Dilim Dilim Dilerim Gönderen: Zehibe üzerinde 04 Ekim 2011, 19:12:08 Dilim Seni Dilim Dilim Dilerim Mart 2006 - 87.sayı Mehmet Berat IRMAK kaleme aldı, DİĞER YAZILAR bölümünde yayınlandı. İnsanın ağzına gelen şeyi söylemesi, harfleri, kelimeleri, cümleleri, anlaşılır anlaşılmaz seslendirmesi bir “konuşma” eylemi midir? Durup dururken, gevezeliği, kelâm israfını, her ağzımıza geleni söylemeyi konuşmak mı sayacağız şimdi? Bülbülün çektiğinin dili belası olduğunu bilirsiniz. O dilinin belasını çekedursun, şair de suçu diline yükleyip, “Dilim, seni dilim dilim dilerim!” lafını etmiştir ki, bu mısraın, insanın vicdanını sızlatası bir iç derinliği vardır. Bülbülün çektiği “bela” da, şairin dilinden yakınması da, bir “dil”den, bir “konuşmak”tan, yerine göre bir “vicdan muhasebesi”nden ibarettir. Ne ki, kabaca, ne o dil “dil”, ne o konuşmak “konuşmak” hanesine yazılabilecek kadar basite indirgenmemelidir. Vicdan dediğimiz şey, (elbette şey, ona vicdan dedikten sonra ikinci bir ismi Frenkçeden bulacak değiliz ya!) evet, vicdan dediğimiz şey, ne kadar insan varsa o kadar çeşitlilik arz eder ve parmak uçlarımızdaki desenler gibi vicdanlarımız da farklıdır. Elim bir hadisede aynı acıyı duyan iki insan olmadığı gibi, bir insanın diğeriyle aynı dozda ve tonda sevindiği de vaki değildir. Nasıl insan olarak farklıysak, beğenilerimizin farklı ayarları, nefretimizin farklı koyulukları varsa, vicdanlarımız da farklıdır. İncele incele “kopma” noktasına gelen hassas insanlardan en vicdansızımıza kadar bir harita çıkarılsa, bu haritada yeryüzüne gelip geçmiş ve hâlâ eğlencesini sürdüren insanlar kadar benek bulunacaktır. İnsan vicdandan ibarettir desek, vicdanımız rahat olsun; Allah bilir, yalan söylemiş olmayız. Bir dilenciye cebindeki kuruşu fırlatarak vicdanının sesine kulak verenler olduğu gibi, cüzdanını boşaltarak vicdanını rahatlatanlar da vardır. Buracıkta “vicdan” bahsini kapatarak dil ve konuşma bahsine dönelim ve diyelim ki, bu çatallı bir mevzudur; bir miktar konuşmak ve okuyucuya “konuk olmak” gerekecektir. O zaman üslubumuzu “konuşma” üslubuna çevirelim ve “vira bismillah” diyerek başlayalım: “Konuşmak” kelimesini de, konuşmayı da severim. Şu anda, siz okuyucularımla konuşuyorum. Size “konuk” oluyorum. Sizler, benim yazımı okuduğunuz için yazılarım dergilerde, kitaplarda yayınlanıyor. Yerine göre bu yazı/konuşma sayesinde sizlerin sesi/sözcüsü (vicdanlarınızın da mı?) oluyorum. Peki, nedir konuşmak? İnsanın ağzına gelen şeyi söylemesi, harfleri, kelimeleri, cümleleri, anlaşılır anlaşılmaz seslendirmesi bir “konuşma” eylemi midir? Durup dururken, gevezeliği, kelâm israfını, her ağzımıza geleni söylemeyi konuşmak mı sayacağız şimdi? Bilirsiniz ama bazen bilineni de söylemek gerekir; konuşmak, iki kişinin karşılıklı “konuşarak” birbirine konuk olmasıdır. Kendimizle konuşursak, kendimize konuk olmuş oluruz. Yüreğimizle konuşursak, yüreğimize… Yahut kendimiz, yüreğimiz bize konuk olur. Derler ki, konuşabilme yetisi yeryüzünde yalnızca insana verilmiştir. Öyledir öyle olmasına da, konuşmadan konuşmaya, konuk olmadan konuk olmaya fark vardır. İnsanlar konuşa konuşa, hayvanlar koklaşa koklaşa anlaşır sözünün, koklaşma kısmı da icabında bir konuşma düzeneğinden ibarettir. Konuştuğumuz insanlar, çoğu zaman konuşamadığımız, yani konuk olamadığımız insanlardır. Her insana göre bir konuşma tarzımızın, konuşma dilimizin olması gerekir. Bazen susarak da konuşuruz birbirimizle. Susmak da yerine göre konuşmaktır. Mimiklerimiz, el kol hareketlerimiz şimdilerde “vücut dili” diye tesmiye edilen türlü hal ve tavırlarımız da “konuşma” dairesinde yer alır. Buradan bir yere gelebiliriz: Vücudun da bir dili var! Yalnızca vücudumuzun mu dili var? Buna geçmeden önce, sormadığımız soruyu cevaplandırmak lazım. Binlerce dilimiz var ve biz o binlerce dili konuşmaya başladığımız zaman olgunlaşır, yabancı olduğumuz bu mekânda yaşadığımızın farkına varırız. Evet, binlerce dili var kişioğlunun! Bu dillerden kastım, kabilelerin, kavimlerin, milletlerin konuştukları diller değil elbette. Bu genel geçer diller yanında, her insanın yine her insanla ayrı ve özel olarak iletişim kurmaya, onunla anlaşmaya ve ona konuk olmaya yarayacak bir dili var. Diyebiliriz ki, yeryüzünde ne kadar insan varsa, o kadar dil var ve dil içinde dahi nice diller vardır. Aynen, şairimizin “bir ben vardır bende benden içeri” dediği gibi… Elimizin bir dili var. Bu Allah’ın her ele verdiği yeteneklerin ötesinde, bizimle birlikte gelişen, değişen, dönüşen bir dildir. Onun için dervişin eli farklı konuşur, şairin eli farklı, kuyumcunun eli farklı, testicinin eli farklı konuşur. Yaptığımız iş gide gide elimize bir dil bağışlar. Bilet satıcısının eliyle banka soyguncusunun eli aynı el değildir, bu ellerin dili de aynı dil değildir. Bir zamanların moda siyasi deyimiyle söylersek “tespih çeken el ile tetik çeken el”lerin dilleri de farklı farklıdır. Gözlerimizin dili farklıdır. Bir ressamın gözlerinin renklerle uyuşması, onlarla ünsiyet kurması, dost olması, o gözlerinin dilinin nelere kadir olduğunu gösterir. Bunun gibi, bir kumaş tüccarının gözleri de, kumaşlara ayarlanmış bir dil taşır yedeğinde. Bir muhasebecinin gözleri bütün rakamlarda takdim tehir arar. Bunun gibi, kulaklarımızın dili de farklıdır. Klasik müzik eğitimi alan bir kulakla, yalnızca kaval sesine aşina bir kulağın aynı dili konuştuğunu söylemek mümkün değildir. Annenin bebeğinin ağlama sesine ayarlı kulak dili, devâsâ şehirlerde ezana duyarlı müminin kulak dili, ne bileyim, uzaktan duyduğu Müslüm Gürses şarkısının canlı mı, kasetten mi, yoksa taş plaktan mı olduğunu çıkarmaya ayarlı fanatiğin kulak dili, ayrı dillerdir. Damaklarımızın dilleri de farklıdır; yüreklerimizin dilleri de... Hatta bakışımızın, duyuşumuzun, hissedişimizin farklı farklı dillerde gerçekleştiğini söylemek abartı olmayacaktır. Bunlar böyledir böyle olmasına da, unutmayalım ki, insanla birlikte diğer varlıkların da böyle dilleri vardır. O diller yine insan sayısınca çeşitlenir. Eşya her insana, insan da her eşyaya aynı şeyi söylemez. Örneğin düşen bir yaprak çöpçü için süpürülmesi gereken bir şeydir, şair için geçen ömür günleridir, ressam için tuvale taşınması gereken bir renk harikasıdır, çocuk için ağacın sarı ve halsiz kuşudur, ağaç için kim bilir, nedir? Hani, “İnsan dağa ne söylerse, dağ insana onu söyler.” sözü bu bağlamda bize önemli bir ipucu vermektedir. Bu açıdan bakıldığında, insanın eşya ile konuşmasının, insanın insanla konuşmasından daha sorunsuz olduğu görülebilir. “Dil” ve “konuşma” bahsinin nasıl çatallı bir konu olduğunu başta söylemiştim. Şimdilik bu kadar “çatal” yeter. “Bıçak” mı dediniz; Allah korusun, yanlışlıkla da olsa, dilimizi dilmek de var işin ucunda. Sonra vicdan azabı çekeriz! |