๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Sizden Gelenler (Tasavvuf) => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 03 Mayıs 2010, 14:42:25



Konu Başlığı: Derviş Dedikleri
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 03 Mayıs 2010, 14:42:25
Derviş Dedikleri

“Derviş olan kişinin sözleri umrân olur
Sâlik-i Hak olanın râhına bürhân olur.”

(Niyazi-i Mısrî)


[Derviş olan kişinin sözleri güzel, sağlam ve yapıcıdır. (Böylece o, kendisi gibi) Allah’a yönelenlerin yolunun (doğruluğuna) delil olur.]

Derviş Farsça bir kelime. Aslı “kapı eşiği” veya “kapı önü” demek olan “der-pîş” imiş. Herkesin basıp geçtiği kapı eşiği, bu hale şikayetsiz razı olduğundan, tevazunun sembolü sayılmış. Ve bir tarikate girip mürşidinin nezaretinde yol alan mürit yahut sofilere, alçakgönüllülükleri, başkalarını kendilerinden yüksekte görmeleri sebebiyle “derviş” denilir olmuş zamanla.

Öte yandan dervişin ilk manası, kapı önlerinde bekleyip bir şeyler isteyen fakir kimseleri çağrıştırmış olmalı ki dilencilere de derviş denmiş ve kelime neredeyse bütün müslüman topluluklarının dillerine bu karşılığıyla girmiş. Tasasavvuf yolu müntesiplerinin “fakr” halini amaçlaması, mürşidinin kapısından himmet talep etmesi, onları hep isteyen kişi kılıyor olması dolayısıyla derviş ismi bu manasıyla da sofilere yakıştırılmış. O kadar ki yoksulluk alâmeti olan ve yünden basitçe dokunmuş yensiz yakasız “hırka”, dervişlerin üniforması haline gelmiş âdeta.

Farklı tasavvuf kollarında dervişe “tertîb-i tevhid ehli”, yani günlük virdini aksatmadan çeken sofi veya “fenafillaha ermiş sâlik” gibi daha özel manalar verilse de netice olarak dervişlik, yolun şu veya bu menzilinde yaşanan hali anlatır. Görüntü, şekil, isimlendirmeler.. bu halin yansımasıdır ve böyle ise eğer, kıymet yahut mana taşır. Başka bir deyişle sadece hırka giymekle, kuşak bağlamakla, kapı eşiğine oturup derviş diye anılmakla gerçekten derviş olunmaz.

Yolun büyükleri, dervişlikte şeklin değil mananın, halin hakikatinin önemli olduğunu ısrarla tembihlemişlerdir. Tasavvuf şiirinde en fazla üzerinde durulan hususlardan biridir bu. Yunus Emre, “Dervişlik dedikleri hırka ile taç değil / Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtaç değil” derken, bu işin görüntüyle olmayacağını; “Çalap bize mürşit vermiş / Derviş olabilsem derviş” mısralarıyla da öbür türlüsünün zorluğunu vurgulamıştır. 

Kalıbı değil de gönlü derviş eylemek, hakiki derviş olmak zordur. Tâlip, tasavvuf terbiyesi ile beş şeyi terk ederse derviş olabilir ancak. Bu beş şey, dervişliğin harfiyen uyulması gereken şartları olarak  derviş kelimesinin eski imlâmızdaki harfleriyle şöyle formülleştirilmiştir:

• Dervişin d’si (dal) “dünyayı terk”tir. Dünyayı terk, dünyayı boş vermek, tembellik etmek, beşerî sorumluluklarını savsaklamak, cemiyetten kopmak değil; dünyayı veya dünyalığı asıl maksat haline getirmemektir.

• Dervişin r’si (ra) “riyayı terk”,

• V’si (vav) “vâriyeti terk”tir. Vâriyeti terk fakr halidir ve makamı gönüldür. Elde avuçta ne varsa dağıtıp yahut çalışmayıp yoksul kalmakla değil, bu dünyada kendimizin zannettiğimiz her şeyin Allah Tealâ’ya ait olduğu şuuruna ulaşmakla kazanılır.

• Dervişin i’si (ye) “yalanı terk”,

• Ş’si (şın) ise “şehveti”, yani fahşâyı, mübah ihtiyaçların karşılanmasında dahi aşırı arzu, iştiha ve hırsı terk etmektir.

Bunları gerçekleştiremediği halde dervişlik iddiasında bulunanlardan bazıları dervişliğin zahirdeki alâmetlerini abartır öteden beri. Kınanmak, nefislerini zelil etmek adına kıyafetleri, sözleri, tavırları ile çizgi dışına çıktıkları olur. Böylelerinin bazen şer’î ölçülerle bağdaştırılamayacak acayip davranışları kendileri için bir riya olmak yanında, bir vebaldir de. Çünkü dervişlik iddiasında bulunan kişi aynı zamanda müntesibi olduğu yolun temsilcisidir. Dışarıdakiler onun bu uygunsuz hal ve hareketlerine bakarak bağlı bulunduğu yol hakkında suizanna kapılıp yanlış düşünebilir.

17. asrın Halvetî meşayihinden Niyazî-i Mısrî hazretleri, üstelik de kendisi son derece melâmî meşrep bir zat olmasına rağmen, yazımızın başına aldığımız mısralarında işte bu tehlikeye dikkat çekiyor. “Derviş öyle olmalı ki, onu görenler, ‘bu kişinin tuttuğu yol, Hakk’a götüren doğru ve güzel bir yoldur’ deyip ona imrenmelidir” demeye getiriyor.

Dervişin sözünün “umran” olmasını biz “güzel, sağlam ve yapıcı konuşması” şeklinde aktardık. Umran, aslında medeniyet demek. Şu kadar ki, “medeniyet” dinle irtibatı bağlamında kavramın mana boyutunu ifade ederken, “umran” bu mananın maddî yansımalarını ifade eder. Bir mana ve maksat ekseninde insandan kente kadar her türlü imar ve inşa faaliyeti umran kapsamına girer. Umran, aynı zamanda söz konusu yapı veya yapılanmaların güzelliğini, sağlamlığını, kalıcılığını ve fonksiyonelliğini de anlatır.

Dervişin sözünün umran olması, mamur olmasıdır öyleyse. Yani bayındır bir bina gibi yerli yerinde, güzel, işe yarar, her türlü fazlalıktan arınmış ve sağlam... Ayrıca zikretmeyi gerektirmeyecek kadar açıktır ki bütün bu nitelikleri taşıması elbette söylenenlerin sözde kalmamasına, fiiliyata dökülmesine bağlıdır. Dolayısıyla dervişin sözünün umran olmasından murat, onun sözü kadar muamelesinin de umran olmasıdır. Bize ait en son medeniyetin Horasan dervişleri tarafından kurulmuş olması tesadüf değildir bu yüzden. Hülasa derviş sözüyle, özüyle, davranışıyla “medenî”dir. Bedevîlik, öyle zannedilse de dervişlik değildir. 

Dinin emrettiği çerçevede kılığına, kıyafetine, temizliğine, söz ve davranışlarına dikkat eden; kibar ve müsamahalı, sabır ve kanaat ehli hakiki dervişlere akl-ı selim sahibi herkes gıpta ile yönelir. Özünü yahut gönlünü derviş edenlerdir ki etraflarında oluşan takdir ve hayranlık hâlesiyle hem diğer insanları yola getirirler, hem de bir sultan gibi dediklerini dinletirler. Niyazî-i Mısrî, bu beyitle başlayan şiirinin sonunda buna işaret ediyor zaten:

“Sanma Niyâzî özün derviş olupdur senin
Derviş olan kişiler şöylece sultân olur.”