๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Diğer Yazılar => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 03 Haziran 2012, 00:37:34



Konu Başlığı: Candan Geçmeyince Canan Bulunamaz
Gönderen: Zehibe üzerinde 03 Haziran 2012, 00:37:34
Candan Geçmeyince Canan Bulunamaz



T. Ziya Ergunel | Ocak 2012 | DİĞER YAZILAR


    “Tecerrüdse murâdın kûy-i cânânda fedâ kıl cân
    Çıkılmaz câme-i ehrâmdan, sa’y etme kurbansız.” (Şeyh Galib)

    [Maddî varlığından sıyrılıp saflaşmak istiyorsan Sevgili’nin semtinde canını feda et. (Başka türlüsü için) uğraşma, (çünkü) kurban (kesilmeyince) ihram elbisesinden çıkılmaz.]

Sözlükte “soyunmak, maddi unsurlardan sıyrılarak saflaşmak” manasına gelen “tecerrüd”, tasavvuftaki nefs tezkiyesi ile kalp tasfiyesini anlatır. Tasavvuf terbiyesi, merhale merhale yaşanan bir tecerrüd sürecidir bu yüzden. Nitekim ALLAH’a ulaşarak ihsan mertebesinde huzura ermek isteyen sâlik, bir kâmil mürşidin talimatıyla ağırlıklarını ata ata ilerler bu yolda. Zikir, yani her dem ALLAH’ı hatırlamak esas olduğundan, kulu ALLAH’tan uzaklaştıran, ona ALLAH’ı unutturan her şeyi terk etmesi gerekir insanın. Zira terk olmadan tecerrüd olmaz. Nefs tezkiyesi ile nefsin hevası, kötü huylar, benlik ve bencillik terk edilir. Kalp tasfiyesi ile de gönül; mal, mülk, mevki, makam sevgisinden, itibar görme beklentisinden, marifetullahı engelleyen her türlü perdeden, kısaca masivadan arındırılır.

Tecerrüdün nihayetine candan geçmekle ulaşılır. Zaten tecerrüd, “tecessüd”ün, (ceset bulmanın, maddi bir vücuda bürünmenin) zıddı olup, ruhun cesetten, bedenin kayıtlarından kurtulmasıdır. Bir çeşit ölümdür yani. “Ölmeden evvel ölünüz!” hadis-i şerifinin işaret ettiği hale ulaşmaktır. Yâr ile vuslatın imkanıdır.

Tecerrüdü murat edene “mürîd” derler. Mürid, tasavvuf yoluna giren, bir mürşide bağlanarak maddi varlığından arınmayı ve böylece Cenab-ı Hakk’a ulaşmayı murat edendir.

Galata Mevlevihanesi meşayihından, Divan şiirinin son büyük ustası Şeyh Galib, bu beytinde tecerrüdü murad eden müritlere sesleniyor ve candan geçmeden tecerrüdün tamamlanamayacağını, Canan’a varılamayacağını söylüyor onlara. Feda edilecek olan can, dünya hayatındaki mecazî diriliktir; baki değildir. Hakiki ve kalıcı dirilik, ancak “canan” olan, yani can veren ALLAH Tealâ’ya ulaşmakla; kalbi, gerçekten “Hayy” olan Cenab-ı Mevlâ’ya tahsis etmekle kazanılacaktır.

Kur’an-ı Kerim’de de ALLAH yolunda can verenlere “ölü” dememek gerektiği, onların bizim keyfiyetini bilemediğimiz bir diriliğe sahip olduğu haber verilir. Kaldı ki canı feda etmek, ölmekten ziyade candan geçme kararlılığıdır. Bu kararlılık, varlığı cana bağlı bütün dünyevî unsurlardan geçildiğine de işaret eder. Ancak böyle bir kararlılıkla nefs hükümsüz kılınır ki “ölmeden evvel ölmek” budur.

Öte yandan can “kuy-i cânân”da feda kılınacak, nefs burada kurban edilecektir. “Kuy-i cânân”, yani can veren Sevgili’nin bulunduğu yer müminin, hususen de evliyaullahın, mürşid-i kâmillerin gönlüdür. Öyleyse can vermek, müridin bütün müminleri kendi canından aziz bilmesi yanında, mürşidine canından geçecek kadar muhabbetle bağlanması manasına da gelir.

Şeyh Galib, müridin nefsini kurban ederek, ölmeden evvel ölerek mücerret hale gelmesini hac ibadetinin bazı rükünlerine benzetmiş. Çünkü hac da bir tecerrüd, bir arınmadır. Hadis-i şeriflerde, adabına riayet ederek haccını tamamlaması halinde kişinin günahlarından arınıp anasından doğduğu günkü gibi olacağı, mebrur haccın sahibine cennetin vacip kılınacağı beyan buyurulmuştur.

Tecerrüdü hac benzetmesi çerçevesinde düşündüğümüzde, kûy-i cânân Kâbe olur. Hac niyetiyle Kâbe’yi ziyaret ise ihramlı olmayı gerektirir. İhram haccın farzlarındandır. İhramdan çıkmak hac farizasının, dolayısıyla tecerrüdün tamamlanması demektir. Bilindiği üzere Temettu’ ve Kırân haccı yapanlar, Arafat’tan dönüp bayramın ilk günü şeytan taşladıktan sonra kurbanlarını kestirir ve saçlarını tıraş ettirerek ihramdan çıkarlar. Şeyh Galib, ihramdan çıkmakla tecerrüdünü nihayete erdirenlerin bunun hemen öncesinde kurban kestirdiklerini hatırlatarak, tasavvuftaki tecerrüdün de ancak nefsi kurban ettikten sonra tamamlanacağını anlatmak istiyor.

Fakat burada ihrama girmenin değil de ihramdan çıkmanın tecerrüd sayılması üzerinde durmak gerekiyor. Zira ihrama girmek de bir tecerrüddür. Erkekler için dikişsiz iki parça bezden ibaret ihram, hem kefeni ve ölümü temsil ettiği, hem de sair zamanlarda mübah olan bazı fiilleri haram kıldığı için terk-i dünyaya işarettir. Bütün bunları bildiği halde şairin vuslatı mümkün kılan tecerrüdü ihrama girmeye değil de ihramdan çıkmaya bağlamasında başka bir mana aranmalıdır öyleyse. Bu arayışımızda da bize “kûy-i cânân” tabiri yol gösterecektir.

Tecerrüd gayretiyle ALLAH’a yönelenler, O’nun yakınında canlarını feda edeceklerine göre, hayli yol almış mukarrebûndan kimselerdir. Dünyayı ve ukbayı terk etmiş, sıra “terk-i hestî”ye, yani candan geçmeye gelmiştir. Kurbandan evvel ihramdan çıkılamayacağına göre, ihramdan çıkmak “terk-i terk”tir, tecerrüdün nihayeti olan fenâ makamıdır. Dünyanın, ukbanın ve canın terki hep bir takım kayıtlarla olur. İhramdan çıkmak ise tecerrüd için bizi sınırlayan kayıtlardan çıkmaktır aynı zamanda. Huzura erilmiş, yakîn hasıl olmuş, ihsan mertebesinde ihlâs, itina ve takva için haricî bir müeyyideye ihtiyaç kalmamıştır. Bu kayıtsızlık mükellefiyetleri düşürmek şöyle dursun, Rasul-i Ekrem s.a.v.’in geçmiş ve gelecek bütün günahlarının bağışlandığını bildiği halde ayakları şişinceye, gözyaşlarıyla seccadesini ıslatıncaya kadar ibadet etmesi gibi, şükretme iştiyakını “aşk” haline getirir.

Bu aşkla huzur-ı ilahîde kendinden geçenlerin ne “ben” demeye mecali vardır, ne de terk iddiasında bulunmaya. Fakat işte Cemâl’i müşahede ile yaşanan bu mestanelik, canı feda etmeyince ele geçmiyor. Şeyh Galib de bunu söylüyor zaten. “Başka bir yol arayıp da boşuna uğraşmayın, bu iş nefsi kurban etmeden olmaz!” diyor.