๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Diğer Yazılar => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 11 Ekim 2011, 18:59:20



Konu Başlığı: Bosna Hersek
Gönderen: Zehibe üzerinde 11 Ekim 2011, 18:59:20
Bosna Hersek


Temmuz 2006 - 91.sayı

Ahmet MİROĞLU kaleme aldı, DİĞER YAZILAR bölümünde yayınlandı.


İnsanlardan öyleleri vardır ki, dünya hayatı hakkında söyledikleri senin hoşuna gider. Hatta böylesi kalbinde olana (samimi olduğuna) Allah’ı şahit tutar. Halbuki o, hasımların en yamanıdır. O, dönüp gitti mi (yahut bir iş başına geçti mi) yeryüzünde ortalığı fesada vermek, ekinleri tahrip edip nesilleri bozmak için çalışır. Allah bozgunculuğu sevmez. (Bakara Suresi, 204-205)

    Bir Uygarlığın Gerçek Yüzü


    Ondokuzuncu ve yirminci asırları yaşayan müslümanların çektiği çile, maruz kaldıkları zulüm, geçmiş dönemlerle kıyaslandığında herhalde en azından Moğol istilâsıyla eş değerdedir. Maalesef bu durum hiç değişime uğramadan, tam tersine, etkisini daha da artırarak 21. yüzyıla taşınmıştır.

    Yakın dönemi yaşayanlar, dünyanın çeşitli bölgelerindeki müslümanların imdat çığlıklarını kaç yıldır dinlediklerini bile unuttular. Biraz da kanıksandı mı nedir? Kulaklarda yankılanan feryatlar artık ninni etkisi yapar hale geldi.

    Dünyanın uzun zamandan beri uygarlaşmaya başladığı anlatıldı durdu hep. Fakat gelişen olaylara müslümanlar açısından bakıldığında, olsa olsa kelimede küçük birtakım değişiklerle ifade edilebilecek başka şeyler oluyor galiba. “Yere batsın böylesi uygarlık!” diyesi geliyor insanın.

    Ortada başka türlü bir traji-komik durum daha var. Müslümanlar söz konusu olduğunda; zalimler, aslında mazlumların zalim, kendilerinin mazlum; dahası devlet düzeyinde faaliyet yürüten organize terör örgütleri de, hakikatte kendilerinin kurban, kurbanlarının ise terörist olduğunu iddia ediyorlar. İşte size gerçeği tersyüz etmenin âlâsı. Fakat şunu itiraf etmek gerekir ki, bu işi fevkalade beceriyorlar da...

    Avrupa’nın ortasında küçücük bir ülke düşünün. 51 bin 129 kilometrekarelik bir alana kıstırılmış. Başka bir sebepten değil, sırf aynı dinden (İslâmiyet) oldukları için kendilerine Türk (Turci) adını veren halkına, dünyanın gözü önünde, bazen TV ekranlarından seyrettirilerek müslümanlığının bedeli çok ağır biçimde ödetilmiştir. (Süreç bitmiş midir dersiniz? İslâm dünyasının daha başka yörelerinde benzer senaryoların uygulamaya konulması bu soruya gönül rahatlığıyla evet dememizi engellemektedir.)

    Gözü dönmüş saldırganlar, sadece çocukmuş, yaşlıymış, kadınmış demeden insanları katletmekle kalmadılar, binaları da kurşunladılar, hastanelere de bomba yağdırdılar. Kütüphaneleri ve köprüleri bile yakıp yıktılar. Savaş biteli şu kadar yıl olmasına rağmen, gene de yaralar sarılabilmiş, inşaat faaliyetleri tamamlanabilmiş değil. 500 yıllık Osmanlı idaresi altında oluşturulan kurşun yemiş hanlar, hamamlar, köprüler, medreseler ve anıt şaheserler yenilenmeyi bekliyor hâlâ.

    Tarih, bu kanlı sayfaları tıpkı Haçlı seferlerini ve daha başka işgalleri, istilaları, katliamları kaydettiği gibi kayıt altına alıyor elbette. Yüzyıllar sonra gelenler, saldırganların hayvanları bile dehşete düşürecek vahşetini anlamakta zorluk çekecekleri gibi, bunca suskunun suskunluğuna da herhalde bir anlam veremeyeceklerdir.

    Ondokuzuncu ve yirminci asırlardan yirmibirinci asra, zulmün yanı sıra daha birçok şey taşındı. Onlardan birisi de -her ne kadar sloganları sevmesem de- bir slogan: “Susma, sustukça sıra sana gelecek.”



İmparatorlar, krallar, derebeyleri…


Bosna Hersek, doğu ve güneydoğusundan Sırbistan ve Karadağ, kuzey ve batıdan ise Hırvatistan’la komşudur. Adriyatik Denizi’ne ise yalnızca 21 kilometrelik, limanı olmayan bir kıyısı bulunmaktadır. Toprakları dağlık olup, verimli ovalar daha ziyade kuzeyde bulunur. Su kaynakları bakımından oldukça zengindir.

Bölgeye ilk yerleşenlerin Hint-Avrupa kökenli İliryalılar olduğu kabul edilir. İliriya menşeli Bosna ismi, aynı adı taşıyan ırmaktan alınmıştır ve ülkenin daha geniş olan kuzey kısmına ad olmuştur. Güney bölgelerini içine alan Hersek adı ise, 15. yüzyılda Bosna Kralı’na isyan ederek kendisini St. Sava Dükü (Herzog, Herzeg veya Hersek, dük demektir) ilan eden yerel derebeyinden alınmıştır.

Akdeniz kıyısındaki diğer yöreler gibi Bosna Hersek de tarihi dönemler içerisinde Roma İmparatorluğu toprakları arasına katılmıştır. Roma’nın çöküşünden sonra (m.  476) yönetim önce Ostrogotlar’ın, sonra Bizans’ın eline geçmiştir. 650’li yıllarda Sırp ve Hırvat göçlerine tanık olan bölge, 1102’de Macar hâkimiyetine girmiştir. 1167’de tekrar Bizans egemenliğiyle tanışmış, 1180’den sonra ise bağımsız kral ve derebeylerince yönetilmiştir.

Ve sultanlar…

Osmanlı askeriyle ilk kez 1386’de tanışan bölgeye yönelik akınlar ve fetih girişimleri, 1463’te Bosna’nın, 1483’te Hersek’in tamamen Osmanlı yönetimine girmesiyle sonuçlanmıştır.

Osmanlı hâkimiyeti sırasında Bosna ve Hersek birer sancak olarak bugünkünden daha geniş bir alanı kaplamaktaydı. Bosna 1580’de beylerbeylik statüsü kazanınca, Hersek de Hersek Sancağı veya Hersek İli adıyla bu beylerbeyliğine bağlanmıştır.

Bosna’nın sancak merkezi, 1520’de buraya gelip 1541’de vefat eden Gazi Hüsrev Bey tarafından inşa edilen külliye ve kurulan vakıflar vasıtasıyla bir Müslüman Türk şehri olarak gelişen Saraybosna idi. Merkez, daha sonra 16. yüzyıl ortalarında Bosna Beylerbeyi Ferhat Paşa tarafından Banaluka’ya taşınmıştır.

Osmanlı fethi, Bosna Hersek’in sosyal yapısında olumlu birtakım gelişmelere sebep oldu. Osmanlı toprak yönetimi (Tımar sistemi) sayesinde mahalli derebeylerin etkisi kırıldı, köylü toprağının gerçek sahibi haline geldi. Hayvancılık, özellikle koyun besiciliği gelişti. Harap ve boş yerler canlandırıldı, ziraatçilik ilerledi.

Fetihle birlikte büyük bir dinî ve etnik hareketlilik de meydana geldi. Yerli halk arasında İslâmiyet büyük bir hızla yayıldı. İslâmlaşma sadece şehirliler arasında değil, köylüler arasında da yoğundu. Osmanlılar fethettikleri diğer yörelerde olduğu gibi hiç kimseyi İslâm’ı benimsemeye zorlamadıkları için, halkın çoğunluğu da hıristiyanlıklarını devam ettirmişlerdir.

İslâmiyeti kabul ederek Osmanlı hizmetine giren birçok asil aile çocuğu vezirlik ve sadrazamlık görevine yükselmiştir. Bunların belki de en iyi tanınanı Sokullu Mehmed Paşa’dır (Sadrazamlığı: 1564-1579).

Hıristiyan sipahilerin sonraları müslüman olan torunları üst düzey devlet görevlerini üstlenmişlerdir. Sınır bölgesi olduğu için Bosna’ya verilen önem, yerli müslümanların güç ve nüfuz kazanmalarını sağlamıştır.

Bosna Hersek’te refah dönemi


Her manada İslâm fethinin mührünü taşıyan Bosna Hersek’te zamanla klasik Türk el sanatları ziraatten daha ileri seviyelere ulaştı. Osmanlı esnaf teşkilatı, lonca sistemi, kendine has özellikleriyle 200 yıl boyunca gelişti. Küçük sanayi ve iş kolları ticaretle yarışır oldu. İdari ve askeri gruplar dışında Anadolu’dan ve diğer yerlerden gelen göçmenler vasıtasıyla Bosna Hersek’te Türk ve İslâm gelenekleriyle hayat tarzı hakim oldu.

Camiler, medreseler, hanlar, hamamlar, mektepler, kütüphaneler, dükkanlar… inşa edildi. Buralara zengin vakıflar tahsis edildi. Dervişlerse tekkelerde halkın manevi hayatına yön veriyor, katkıda bulunuyorlardı. Kısacası Bosna Hersek, bu haliyle kısa zamanda Avrupa’daki Osmanlı gücünün kalesi, İslâm dininin temel direği oldu. Şehirlerdeki müslüman oranı gün geçtikçe arttı ve nihayet çoğunluğu teşkil eder bir hal aldı. İslâmlaşma, gelip geçici bir saman alevi gibi değil, köklü biçimde, sindirile sindirile gerçekleşmiştir.

Kalkınma, 16. yüzyılın ikinci yarısında daha da hızlandı. Ticaret hacmi arttı. Bu arada Osmanlı Devleti iktisadi krize girmişti. Sonuçta bölgedeki Türk askeri gücü gitgide zayıflamaya başladı.

Osmanlı’nın gerilemesiyle bozulan dengeler


17. yüzyılda bozulan mali durum ve idari yapıdaki zaaf, Bosna’yı derinden etkiledi. Sosyal denge alt üst oldu. Bosna’ya vali atanan eski asilerle paşalar dengeyi iyice bozdular. Bu durum, yerli soyluların zenginliğini ve gücünü artırmaktan başka bir işe yaramadı. Hatta bu asırda çoğu müslüman yerli halk ciddi biçimde ayaklanmıştır.

18. yüzyılda Bosna Hersek topraklarının bir kısmı Avusturya ve Venedik’e kaptırıldıysa da sonra geri alındı. Ancak Bosnalı müslümanların bütün direnişine rağmen, bölge 1878’de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun işgaline uğradı. 1908’de ise Avusturya-Macaristan toprağı olduğu resmen ilan edildi.

Ülke, 1878-1918 yılları arasında bu imparatorluğun egemenliği altında kaldı. 1918’den itibaren Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı’nın bir parçası haline geldi. 1921’de Yugoslavya (Güney Slavların Ülkesi) adını alan krallıkta, 1929’da demokrasiye geçiş girişimi başarıya ulaşmadı. 1941’deyse Bosna “Bağımsız Hırvatistan”ın yönetimi altına girdi. Tito 1945’te Yeni Yugoslavya’yı kurdu ve 1980’deki ölümüne kadar iktidarda kaldı.

Miloşeviç 1990’da Sırbistan Cumhurbaşkanlığı’na seçildi. 1991’de Slovenya ve Hırvatistan Yugoslavya’dan ayrıldı. 1992’deki referandumla Bosna Hersek bağımsızlığını ilan edince, Bosnalı Sırplar Büyük Sırbistan idealini ortaya attılar.

İşte ondan sonra yazımızın içine serpiştirilmiş kutucuklarda anlatılan katliam ve tahribat başladı.

Bosna Hersek müslümanları bugün çok şükür o acılı, sancılı günleri atlatmış durumdalar. Geleceğe umutla bakıyorlar. Yarınların günümüzden daha güzel olması beklentisi içindeler. Müslümanlıklarının değerini de hiç kuşkusuz dün olduğundan daha iyi biliyorlar.

    Bosna Hersek'te İslâm Kültürü


    Burada İslâm kültürünün en belirgin izleri mimarlık ve şehir planlamasında kendini gösterir. Çarşılarıyla ve mahalleleriyle daima tipik Osmanlı yerleşim birimleriyle karşılaşırsınız. Saraybosna’daki Gazi Hüsrev Bey Camii, Medresesi, Kütüphanesi ve Hamamı (1530 tarihli bu yapılar hâlâ ayaktadır.), Ali Paşa Camii (1561), Foça’da Alaca Camii (1550), Banaluka’da Ferhat Paşa Camii (1579) ve Bursa Bedesteni (1551) görkemli Osmanlı mimarisi örnekleridir.

    Bosna Herseklilerin günlük konuşma diline girmiş Türkçe, Arapça ve Farsça kelimelerse, sözlük dolduracak boyutlardadır. Halk şarkıları, şiirler, ilahiler ve gazeller islâmî edebiyat türleri arasında önemli yer tutar. Bosnalı nice şair kendi dillerinde olduğu kadar, Türkçe ve Farsça divanlar da yazmışlardır. İslâm Hukuku, devlet idaresi, tarih ve tasavvuf konularında eser verenlerin sayısı da azımsanmayacak oranlardadır. Din ve hukuk alanında telifte bulunan 40 kadar din âlimi vardır.

    Resmi kayıtlara göre Osmanlı idaresinin sonlarına doğru burada 917 mektep, 43 medrese, 28 Rüşdiye vardı. Ayrıca Saraybosna’da bir askeri okul, bir öğretmen yetiştirme koleji ve bir de ticaret mektebi bulunuyordu. 1909’larda ise ülke genelinde 92 okul (mekteb-i ibtidaî) ve 1000 civarında Sıbyan Mektebi bulunuyordu.

    Srebrenizka Katliamı veya BM Ne Yapar Seyircilikten Başka...

    Bosna’daki savaş 1992 yılının ilkbaharında başladı. Bosna’nın kuzeyini hedef alan saldırıların amacı, bölgeyi Boşnaklarla Hırvatlardan arındırarak Büyük Sırbistan’ı kurmaktı.

    Sırp saldırıları bölge halkı için tam bir felaket oldu. Kuşatma altındaki şehirlerde ve mülteci kamplarında pek çok insan ya hunharca öldürüldü veya insanlık dışı işkencelere uğradı. Komşunun komşuyu, iş ve okul arkadaşının birbirini katlettiği, şimdi kimsenin anmak, anlatmak istemediği bir kirli savaş yaşandı. Her köyde, her sokakta süren, minicik çocukların katledildiği, kadınların tecavüze uğradığı kahpe bir savaş… Bu savaş, “Sırp Kasabı” Miloşeviç’in “Vurun, saldırın, yok edin…” emriyle başlamıştı...

    İlk şehitse bir kadındı. İlk kurşun Saraybosna’da Fatma adlı bir Boşnak kızına sıkılmıştı. Derken, tüm Bosna karıştı. Hırvatlar, Sırplar, Boşnaklar birbirine girdi. Yıllar yılı bir arada yaşayan üç millet silaha sarıldı. 1992-95 yılları arasında 500 bine yakın insan hayatını kaybetti. Avrupa, kıtanın orta yerinde yapılan soykırımı seyretti, üç yıl kılını bile kıpırdatmadı.

    Savaşın ilk aylarında, doğudaki pek çok Boşnak şehri Sırp saldırılarına karşı koyamayarak hemen düştü. Ancak etrafını çevreleyen tepelerin de yardımıyla Srebrenizka direndi.

    Birleşmiş Milletler (BM), 1993’te altı yerleşim birimini “güvenli bölge” ilan etti, Srebrenizka da bunların arasındaydı. Amaç, sınırları korunur hale getirmek ve barış görüşmelerini başlatmaktı. Ne yazık ki şaşkın bakışlar altında işgalci ve saldırgan güçlerle BM askerleri işbirliği yaptı.

    Temmuz 1995’te General Mladic komutasındaki Sırp zorbaları Srebrenizka’daki Hollandalı BM güçlerini etkisiz hale getirerek şehri hedef aldı. Yaklaşık 25.000 Boşnak, Sırp tehdidi üzerine şehri terk ederek bir başka güvenli bölge olan Potocari’ye ulaştı. 5.000 mültecinin kampa girmesinin ardından Hollandalı barış gücü askerleri kampın dolduğunu bildirerek girişi kapattı. Bu olay, kamp yakınlarındaki yaklaşık 20.000 Boşnak’ın Sırplar karşısında savunmasız kalmasına yol açtı.

    Sırplar bölgedeki Boşnakları tahliye etmeye başladığında Hollandalı BM birlikleri müdahalede bulunmadıkları gibi yardımcı bile oldular. Kadınlar ve çocuklar ayrıldıktan sonra askerlik çağına gelmiş olan erkekler otobüslere bindirilerek kamptan az uzakta kurşuna dizildi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki bu en büyük soykırımda 10-15.000 Boşnak katledildi. Kızılhaç’a göreyse güya ölen yok, yalnızca 7.500 kişi kayıptır(!).

    Srebrenizka katliamının ardından o güne kadar olaylara kayıtsız kalan Batı kamuoyuna karşı Türkiye sesini yükseltmeye başladı. Ne zaman ki Türkiye el altından yardımlarla devreye girdi ve ne zaman ki Boşnaklarla Hırvatlar birleşip Sırplara karşılık vermeye başladı, işte o zaman gözler açıldı, gecikmeksizin müdahale edildi. Sırplar, katliamı durdurmak zorunda kaldı ve 1995 yılının bitimine yakın savaş sona erdirildi.