๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Diğer Yazılar => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 22 Ağustos 2011, 15:50:21



Konu Başlığı: Bir Aile Bir Mücadele
Gönderen: Zehibe üzerinde 22 Ağustos 2011, 15:50:21
Bir Aile Bir Mücadele



Şubat 2009 - 122.sayı

Ali DEMİRTOPUZ kaleme aldı, DİĞER YAZILAR bölümünde yayınlandı.

Senusî ailesi, İslâm tarihinin önemli, saygın bir ailesidir. Osmanlı devletinin gücünü kaybettiği yıllarda Afrika’da verdikleri mücadele bir destandır. Kavim taasubuna karşılık İslâm kardeşliğini yücelten bu ailenin himmeti Anadolu’ya kadar uzanır.

Cahilin dünyası küçük bir yerdir. Yakın zamanlara kadar onun için orada şerefli bir şekilde varolmanın anlamı, kör bir kabileciliğin değirmenine durup dinlenmeden su taşımaktan ibarettir. 

19. yüzyılın ortalarında bu algının hüküm sürdüğü coğrafyalardan biri de Kuzey Afrika’ydı. Onlarca kabile dünyada neler olup bittiğinden habersiz birbirlerinin boğazına yapışmış, güya şereflerine şeref katmanın derdindeydiler. Ama Yüce Allah, Hicaz’da bir ateş çukurunun kenarında birbirlerini boğazlamaya çalışan kabileleri nasıl Hz. Peygamber s.a.v.’le yegane hakikatın etrafında toplayıp insanlık tarihinin en kâmil cemaati haline dönüştürdüyse, Kuzey Afrika kabilelerini de kendi dostlarından bir nesil ile İslâm tarihinin en müstesna cemaatlerinden birine dönüştürdü.

Afrika’nın umudu


Seyyid Muhammed Senusî k.s. Hazretleri, ilim uğruna çıktığı yolculuğundan tasavvuf terbiyesini tahsil ederek bir mürşit olarak geri dönmüş ve faaliyetine başlamıştı. Bu andan itibaren Kuzey Afrika’nın çehresi de süratle değişmeye başlayacaktır. Yüzbinler tevbeye koşuyor, iç bölgelerdeki putperest kabilelere mensup olanlar da İslâm’la şerefleniyorlardı.

Kardeş kanına bulanmış eller pişmanlık nehrinde yıkandı ve bir araya gelmesi asla düşünülemeyen omuzlar şeytana geçit vermemek için sıkı sıkıya birbirine kenetlendi. Kitaptan haberi olmayanlar rahlelerin önünde dizleri üstüne çöküverdiler. Yağmacılığın yerini üretim ve ticaret alırken, gariplerin ve yolcuların karınlarını doyurmak için amansız bir yarış başladı.

Sonra silahlar yeniden çekildi. Ama bu kez ulvi bir hedef için... Daha önce Cezayir’de Abdülkadir’in ve Fas’ta Abdülkerim’in sembolleştiği mücadelelere yeni bir soluk gelmişti. Sömürgeci Avrupalılar’a karşı Senusiler’in direnişi başlıyordu.

1911 yılına gelindiğinde, uzun süredir Fransızlar’a karşı mücadele vermekte olan Senusîler bu sefer de İtalyanlar ile uğraşmak zorunda kaldılar. Sömürge yarışına geç giren ve diğer Avrupa devletleri ile arasındaki farkı kapatmak isteyen İtalya’nın hedefinde Libya vardı. Osmanlı Devleti’nin bu işgale karşı yapabildiği tek şey ise yerli halkı örgütlemek için bölgeye gizlice bir grup subay göndermekten ibaret kalmıştı. Zira Akdeniz’deki İtalyan hakimiyeti deniz ulaşımını imkansızlaştırırken, karadan kullanılması gereken güzergâh ise, Sina çölü üzerinden İngiliz işgalindeki Mısır’dan geçmek durumundaydı. Bu sırada Senusîler’in başında Şeyh Seyyid Ahmed eş-Şerif es-Senusî bulunmaktaydı. İtalyanlar’a karşı mücadele zaten başlamıştı ve Osmanlı subaylarının gelişi direnişe yeni bir boyut kazandırdı.

Tarihin ilk hava bombardımanını bu savaşta gerçekleştiren İtalyanlar, yerde tam bir kabus yaşıyorlardı. Sahil şeridine sıkışıp kaldılar. Ne kendi kamuoylarına ve ne de dünyaya yerli halktan oluşan güçler karşısında düştükleri bu durumu izah edebilmeleri mümkün değildi.Bu sıkışık durum onları yeni bir taktik geliştirmeye zorladı.

İtalyanlar, yerli halkı basit sömürgeci klişelerle kandırabilecekleri umuduna bel bağlayarak bir Arap kampına General Ceneva imzalı beyannameleri havadan attılar. Beyannamede Türklerin Arapları yüzyıllardır sömürdüğü masalı tekrar ediliyor ve barış öneriliyordu. Buna karşı Senusî ileri gelenleri ve kabile reisleri bir konsey toplayarak aşağıdaki cevabı İtalyanlar’ın yüzüne fırlattılar:

Bir kardeşlik belgesi

“General! Türk kardeşlerimizin de bizimle bulunduğu bir sırada uçağınız tarafından kampımıza atılan beyanname ve iddialarınızı kapsayan belgeyi okuduk. Yeterli derecede tecrübemiz olduğu için bu beyanname ve iddianame ile bizden silahlarımızı derhal terk edip sizin bir uyruğunuz olmamızı istediğinizi kolaylıkla anlayabildik.

Beyannamenizdeki iddiaların tamamen yanlış ve hatalı yoruma dayandığını söylemek isteriz. Siz, öyle anlaşılmaktadır ki, Türkler’in bizim dedelerimizi ve ailelerimizi kesip öldürdüklerini iddia etmektesiniz. Mümkün olabildiği kadar uzak bir tarihi incelediğimiz zaman bile böylesine bir iddianın en alt seviyede dahi gerçekleşmediğini biliyoruz. Mazide memleketimizi işgal eden bir müstevli olmadı. Memleketimizi kana bulayan sizleri tek müstevli ve istilacı olarak tanımış bulunmaktayız.

Sizin inancınıza göre tamamıyla masum ve barışsever Messri bölgesi halkı, kuvvetlerinize karşı geldikleri için katledilmişlerdir. Kadınlarımız, çocuklarımız ve yaşlılarımız sizin tarafınızdan öldürülmüştür. Siz onları sadece öldürmekle kalmadınız, ayrıca ölüleri parçaladınız, horladınız ve tekmelediniz. Ölülerimizin kulaklarını, burunlarını, kollarını kesmekten kaçınmadınız. Böylece sizler bize kendi medeniyetiniz, memleketiniz ve anlayışınız hakkında yeterli derecede bilgi sahibi olmak fırsatını sağladınız. Vahşetinizi gözlerimizle görmemiş olsa idik, böyle bir şey yapabileceğinize inanmamız kolay olmazdı.

Beyannamenizde, İtalyan hükümetinin haklarımızı ve statümüzü tanıyacağını söylemektesiniz. Bu söylediklerinizin yolu halkımız camilerde dua ederken onları kurşunlamak ve hatta ateşe vermekten mi geçmektedir? Nahibe bombardımanı sırasında namlularınızın hedefi camilerimizin kubbeleri ve minarelerimiz olmadı mı? İnançlara saygı sizde böyle mi dile getirilir?

Türkler’in cephe hattında Arapları öne sürdükleri ve kendilerinin arkadan geldikleri yolundaki iddialarınız asılsızdır. Biz, Türkler ve Araplar beraberce Trablus topraklarının çocuklarıyız. Aramızda ne ayrım ne de imtiyaz vardır. Biz, ayrılması ve ayıklanması mümkün olmayan bir ağacın dalları gibiyiz. Türkler bizim yetiştirici ve öğretmenlerimizdir ve biz onlara kalplerimizin en derininden gelen şükran ile bağlıyızdır. Bizim için onların hayatı bizimkilerden daha azizdir ve bu nedenledir ki, bizler vücutlarımızı onlara kalkan yapmaktayız. Üstelik sizler savaş konusunda kardeşlerimiz olan Türklerle yarışamayacak kadar acizsiniz. Der Quira bölgesindeki çarpışmalarda bir tugayınıza karşılık bizler beş yüz kişi ile karşı koymadık mı? Eğer Türk subaylarının takip emrini tamamen yerine getirmiş olsa idik şimdi İtalyan tugayını olduğu gibi esir etmiş bulunacaktık. Bunu yapmamış olmamız itaatsizliğimizin sonucudur.
Bu topraklar bizim anavatanımız değil midir?  Biz, siz gelinceye kadar, küfretmeyi, adam öldürmeyi, vahşeti ve işkenceyi bilmezdik. Bunları sizlerden ve medeniyetinizden öğrendik. Şunu bilin ki, bizler çocuklarımıza sizlerle mücadele etmeyi miras olarak bırakacağız. Bizler Türklerle işbirliği yaptığımız ölçüde vatanımızı sizlerden kurtarabileceğimizi çocuklarımıza telkin edeceğiz.” *

Cihat çağrısı ve Anadolu’da mücadele

1912 yılı içerisinde Balkan devletleri Osmanlı’ya karşı devletin merkezini tehdit eden savaşı başlattıklarında, Libya’daki subaylar da direnişi yerli halka terk ederek geri dönmek zorunda kaldılar. Senusîler ise İtalyanlar’a karşı mücadeleye devam ettiler.

Birinci Dünya Savaşı yıllarında ise Halife Mehmet Reşat tüm müslümanlara cihat çağrısı yapmıştı. Osmanlı birlikleri Mısır’daki İngilizler’e karşı Süveyş kanalına yönelik harekâtı yürütürken, Şeyh Ahmet eş-Şerif’ten de batı yönünden yapacağı harekâtla bu girişime destek vermesi isteniyordu. İşin gerçeği, Şeyh Ahmet eş-Şerif’in etrafındakiler bu çağrıya olumlu bir cevap vermeyi akıllıca bir davranış olarak görmüyorlardı. Zira kendi evleri de ateşler içerisindeydi. Önlerinde mücadele etmeleri gereken bir düşman vardı. 

Ama Şeyh Ahmet eş-Şerif Es-Senusî tereddüt etmedi. Bütün İslâm coğrafyasını ateşe veren kundakçıların, herkesi kendi yangınıyla meşgul ederek paramparça etmeye çalıştığının farkındaydı. Anlıyordu ki Osmanlı çökerse, devletin coğrafyasına yayılmış müslümanlar da paramparça olacak ve yüzyıllar boyunca kendi yangınlarından kafalarını kaldıramayacak olan onlarca farklı siyasal birime ayrışacaklardı. Osmanlı biterse bölgesel mücadelelerin de bir anlamı kalmayacaktı.

İtalyan ve Fransızlarla mücadele etme işini geride kalanlara bırakarak derhal harekete geçti. Ne var ki Mısır harekâtı nihaî olarak başarısızlıkla sonuçlanacaktır. Bundan sonra Şeyh Ahmet gelen davet üzerine İtalyan ve Fransızlar’a karşı yapılan mücadeleyi Seyyid İdris es-Senusî’ye havale ederek 1918 yılında İstanbul’a geçti. Dünya Savaşı’nın Osmanlı adına yenilgiyle sonuçlanmasının ardından da İstiklal Harbi boyunca Anadolu’yu adım adım gezerek düşmana karşı silahlı mücadele yapılması gerektiğini anlatmakla meşgul oldu. Mücadelenin son günlerinde ise Türkiye’yi terk etti.

Uzun yıllar sonra, Libya’daki mücadeleyi bırakıp Halife’nin isteği doğrultusunda Mısır’a giderek İngilizler’e taarruz etmesinin bir hata olduğu ve bu suretle Libya’daki mücadelenin de yara aldığı söylendiğinde Şeyh Ahmet şu cevabı vermişti: “İslâm halifesi benden yardım isterken başka ne yapabilirdim ki? Haklı mıydım değil miydim... İnsan, vicdanının sesini dinlediği sürece Allah’tan başka kim bilebilir onun akıllıca mı yoksa aptalca mı hareket ettiğini?”

İmkanlar kısıtlı olsa da

Senusîler, yakın İslâm tarihinde son derece müstesna bir yere sahiptirler. Onlar tasavvufî yaşamın mücadele bilincinden ayrı düşünülemeyeceğini ve müslümanlar için bireysel kurtuluş gibi bir yol olmayacağını çarpıcı bir şekilde ortaya koymuşlardır. Şüphesiz ki yeryüzünde hiçbir toplum ve hiçbir devlet kıyamete dek aynı şekilde egemen ve güçlü kalamaz. Kuvvet, insanlar ve toplumlar arasında sürekli el değiştirir.

Ama görülmektedir ki müslümanların tarihte içine düşmüş oldukları en zor dönemlerden birinde dahi Senusîler, ellerindeki imkanların son derece kısıtlı olmasına rağmen çevrelerinde yeni bir dünya kurmayı başarmışlardır. Herhalde şunu anlamalıyız ki, çağın zorluklarını mücadeleden kaçış için bir bahane olarak öne sürmek, ciddi bir müslümanın yapacağı iş değildir. Zira Ömer Muhtar’ın dediği gibi “İman için savaşmak yeter, gerisi Allah’a aittir.”

* 24 Şubat 1912 tarihinde Comrade adlı dergide yayınlanmıştır. İlhan Bardakçı’nın 2 Şubat 1975 tarihinde Milliyet’te yayınlanan yazısından aktaran Hayrettin Yücesoy. (Senusilik; Sufî Bir İhya Hareketi, Beyan Yayınları, İst., 1985)

İslâm Birliği


Osmanlı’nın Afrika’daki son toprağı olan Trablusgarp (Libya), 28 Eylül 1911’den itibaren İtalya tarafından işgal edilmeye başlanmıştı. Bölgedeki İtalyan işgali, İslâm dünyasında büyük bir infiale sebep olmuştu. Hıristiyan dünyası İtalya’nın etrafında kenetlenirken, Libya’nın işgaliyle ayağa kalkan İslâm dünyası ise Osmanlı’nın yanında yer alıyordu.

Bölgenin düşman işgalinden temizlenmesi, hem Osmanlı yönetimi ve İslâm dünyası için büyük bir prestij ve moral olacak, hem de işgalle birlikte başlayan İtalyan zulmü sonlandırılarak bölge halkına rahat bir nefes aldırılacaktı. Bu amaçla bir grup Osmanlı subayı da bölgeye gitmiş ve İtalyanlara karşı büyük bir direniş başlatmıştı. Bu direniş hareketine başta Senusî Şeyhi Ahmet Şerif, Cezayir’den Emir Abdulkadir’in oğlu Emir Ali Paşa ile Tunus’tan Şeyh Salih Şerif Tunusî gibi birçok yerli yönetici de destek veriyordu.     

Trablusgarp’ta her türlü olumsuzluğa rağmen askerlerimizin önderliğinde kahramanca bir direniş gerçekleşti ve İtalyanlar ciddi kayıplar verdi. Bütün bu olayların olup bitmesi, o günlerde bölgeye giden Osmanlı subay ve fikir adamlarını ‘İslâm Birliği’ düşüncesine sevk ediyordu. Bu konuda tanınmış İttihatçılardan Kuşçubaşı Eşref Bey şunları söylemiştir:

“Trablusgarp Harbi bizim hangi kuvvetlere istinat edebileceğimizi (dayanacağımızı) tereddüde mahal kalmadan ispat etti. Arabistan’da şehir merkezlerinde İngiltere ve Fransa’nın menfaatleriyle sarhoş olan ve siyaseti meslek olarak benimseyenler haricindeki büyük kitle, bilhassa bedeviler devletimize sadık idiler. Biz Trablusgarp’ta yerlilerden gördüğümüz alaka ve sadakati her tarafta göreceğimizi bilip ona göre tedbirler alsaydık, ne Filistin’i, ne Suriye’yi, ne de Irak’ı bu kadar hazin bir şekilde kaybetmezdik.

Büyük hatamız, iş işten geçtikten sonra aklımızın başımıza gelmiş olmasıdır. Trablusgarp’ta Mısır bize en cömert şekilde el uzattı. Halkın kalbi bizimleydi. Senusîler bize inanarak kanlarını döktüler. Yemenliler bize ikram ettiler. Bizi gadre uğramış büyük bir milletin çocukları olarak, kara günlerimizde kendi topraklarının şerefli müdafileri saydılar.”