๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Diğer Yazılar => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 12 Haziran 2012, 16:38:20



Konu Başlığı: Yeni Dünya Düzeni
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 12 Haziran 2012, 16:38:20
Yeni Dünya Düzeni, Dünya Siyaseti ve Türkiye’nin Tabuları
Rasim ÖZDENÖREN • 51. Sayı / KAPAKTAKİLER


Yeni Dünya Düzeni’nin ne anlama geldiğini kavrayabilmek için 1990’lı yıllara dönmemiz gerekiyor.

Yeni Dünya Düzeni (YDD) denildiğinde böyle bir düzenin dizginlerini elinde tutanların anlatmak istediği bir meramları var. Diyorlar ki: Yeni Dünya Düzeni, SSCB’nin ve uydularının tarih sahnesinden çekilmesiyle dünya tek kutuplu hale geldi. Oysa SSCB ile ABD ikilisi, daha önce iki süper güç adı altında iki kutuplu bir dünyayı temsil ve idare ediyordu.

YDD’nin iktisadî yönden liberalizm, hukukî yönden demokrasi ve insan hakları ideolojileri ile tecessüm ettiği de ifade ediliyor. Bu kavramlara burada kasıtlı olarak ideoloji diyorum. Çünkü liberalizm olsun, demokrasi olsun, insan hakları olsun şimdiki “tek kutuplu” dünyaya birer ideoloji olarak dayatılıyor.

Dikkat edilirse, ne dünyanın iki kutuplu oluşu veya ne de liberalizm, demokrasi, insan hakları gibi kavramlar yenidir. Bunlar, Batı siyasî tarihinde yüzyıllarla ifade edilebilecek bir geçmişe sahiptir. Yüklendikleri yeni bir anlam da söz konusu değildir. Fakat insanın bunlara dünyanın ihtiyaç duyduğu inanç boşluğuna, ideoloji düzleminde cevap verme telaşıyla neredeyse acele ile hazırlanmış fikirler diyesi geliyor.

Dünyanın tek kutuplu hale dönüşmüş olması da, aslında yeni bir olay değil. Dünya, II. Dünya Savaşı’ndan sonraki ve özellikle 1950’li yıllardaki Soğuk Savaş dönemini bir tarafa bırakırsak, l960’lı yıllardan itibaren zaten hep tek kutupluydu.

Doğu ve Batı, yani SSCB ile ABD ve Batı Avrupa arasındaki “detant” süreci, aslında dünyanın tek kutuplu olduğunun ifadesinden başka bir şey değildi. Detant, Doğu ile Batı arasındaki siyasî yumuşamanın değil, fakat çıkar temeline dayanan iktisadî ve ticarî yumuşamanın adıydı. Detant sürecinde, Batı sermayesi çok uluslu şirketler marifeti ile komünist bloka akmış, komünizmin bir bakıma ayakta kalmasını bu süreç sağlamıştır.

Batı teknolojisinden 30-40 yıl geride kalan Sovyet teknolojisinin çok uluslu şirketlerin yatırımına ihtiyacı vardı. Çok uluslu şirketlerse, ucuz iş gücüne ve yeni pazarlara ihtiyaç duyuyordu. İşte bu karşılıklı çıkar ilişkisi, siyasî alanda zaman zaman ortaya çıkan gerginliklere rağmen hiçbir zaman zedelenmedi ve blokların liderleri bütün kritik anlarda detantın zedelenmeyeceğini beyan etmeye özen gösterdi. Bu ilişkide güçlü yanı tabii ki ABD temsil ediyordu. YDD’de de, bu yönden herhangi bir değişiklik olmamıştır. Yani, dünya iki kutuplu değil bir kutuplu olmayı sürdürmüştür, sürdürmektedir.

Ama bu vakıa kutup sözü ile ifade edildiğine göre, her kutbun bir de karşı kutbunun olması gerek. İşte burada kapitalizm ile komünizmin kutbun bir tarafını teşkil ettiğini söyleyeceğiz. Çünkü bu iktisadî-siyasî sistem Batı kültürünün birer hâsılasıdır. Karşı kutbu bunların dışında kalan bir gücün temsil etmesi gerekir. Biz o kutbun İslam olduğunu söylüyoruz.

Fakat yeni dünya düzeni iddiasında bulunanlar, din faktörünü özenle gözden kaçırmaya çaba gösteriyor. Eğer, YDD diye bir düzenden bahsedilecekse, burada bence, bütün tarihî birikimleri ile İslam ile Hıristiyanlığın hesaplaşması söz konusu olacaktır. 1990’lı yılların başlarından itibaren günümüze kadar Bosna-Hersek’te Müslüman Boşnaklar’ın mezalime uğramasına Hıristiyan âleminin göz yumması; Azeri-Ermeni ihtilafında gene aynı dünyanın Ermeniler yanında yer alması; Filistin-Yahudi çatışmasında Yahudilerin açık haksızlıklarına rağmen Batı’nın Yahudilerden yana tavır koyması, Körfez Savaşı’ndan sonra (1991) Irak’a uygulanan ambargodan sivil halkın zarar görmesinden Hıristiyan Batı’nın adeta zevk duyması; açlık bahanesi ile Somali’ye girilerek oranın adeta Ortadoğu İslam ülkelerine karşı bir üs haline getirilmesi ve daha başka olaylar, biz itiraf etmeyi içimize sindiremesek bile, olayın dinî bir boyutu olduğunu, aslında hilal ile haçın karşı karşıya durduğunu gösteriyor.

Konuya 1990’lı yılların şartlarını göz önünde bulundurarak bakmayı denemek istediğimiz akılda tutuluyor umarım. O yıllardan bu yana dünyada dramatik değişikliklerin vuku bulduğu ortadadır. İki Almanya’nın birleşmesi, Sovyetler Birliği’nden sosyalizmin veya komünizmin tasfiyesi, bu olayla iç içe olarak vuku bulan Sovyet uydu devletlerinin Doğu Avrupa’da ve Asya’da bağımsızlıklarını ilan etmesi söz konusu değişimlerin tezahürüdür. Böylece, Balkanlar’da, Kafkasya’da, Orta Asya’da, Ortadoğu’da bazı dengelerin bozulması ve yeni denge kurma teşebbüsleri keza aynı değişim süreci içinde değerlendirilebilecek olaylardandır. Türkiye, gerek tarihinden gelen birikimle, gerek jeopolitik konumu itibariyle bu değişimlerle yüzleşmek ve Balkanlar’la, Kafkasya’yla, Orta Asya’yla, Ortadoğu ile ilgilenmek mecburiyetiyle karşı karşıya bulunmaktaydı. O’na bu misyonu onun tarihi ve jeopolitiği yüklüyor. Ancak, Türkiye’nin bu fırsatı nasıl değerlendireceğini olaylar gösterecekti. 90’lı yıllar boyunca gelişen olaylar Türkiye’yi yönetenlerin bu konuda inisiyatif kullanmada isteksiz davrandıklarını gösterdi. Türkiye’nin, adı geçen bölgelerde doğrudan çıkarı bulunmasına rağmen, oralara bir başına gitmeyi göze alamaması, onu sanki arkasından Amerika veya Batı Avrupa itiyor da, onun için oralara gidiyormuş gibi bir görüntü içine sokuyordu. Çünkü Türkiye’yi yönetenler, 90’lı yılların ortalarında örneğin Orta Asya’ya giderken “Viski dâhil Batı’nın bütün değerlerini oralara götürürüz” diyordu (zamanın cumhurbaşkanı Süleyman Demirel). Bu, talihsiz bir sözdü. Çünkü Orta Asya Müslüman Türk ülkeleri Batı’nın değerlerini değil, İslam’ın değerlerini talep ediyordu. Türkiye’yi yönetenler ise, Türkiye tarihinin kendisine yüklediği misyonu bir tarafa bırakarak, Batı’nın taşeronluğuna talip oluyor ve böyle bir görevle iktifa etmek istiyordu. Tabii, burada reel politikanın Türkiye’den talep ettiği misyonun ve fonksiyonun yüceliği ile onu yönetenlerin böyle bir misyonun farkına varmaksızın kendi kısır, ufuksuz politikalarını hayata geçirme teşebbüsleri arasında dramatik bir çelişkinin varlığını görmek gerekiyor. Gene de vebali tümüyle kişilerin sınırlı zihniyetleriyle mahdut tutmak isabetli olmayabilir. Türkiye 1923’ten beri içeride ve dışarıda siyaset uygulamak yerine, sadece kısa vadeli çıkar ilişkilerine dayalı taktikler uygulamıştır. Onun siyaseti yok, fakat tabuları var diyebiliriz. Bu ülkede uzun yıllar Ortadoğu ülkeleri ile siyasî ilişkiler kurmanın laikliğe aykırı olacağı görüşünü savunanlar bulunmuş, bu görüş de resmiyette son yıllara kadar şayanı kabul addedilebilmiştir. Keza, “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” sloganı siyasette bir şey yapmanın değil, fakat yapmamanın simgesi olarak kullanılmıştır.

Türkiye, bir türlü ayaklarını hangi zemine bastığının farkında olmak istemedi. O kendini Müslüman saymasa bile, Batı âlemi onun Müslüman olduğunu hiçbir zaman unutmak istemedi.

Böylece, Türkiye’nin hangi zemin üzerinde bulunduğunun farkına vararak bir politika geliştirme zorunluluğu ile karşı karşıya olduğunu ifade etmiş oluyorum. Nitekim YDD, zahiren herkes inkâr etse de dinî bir zemin üzerinde güdüleniyor. Bu gerçeği görmezden gelmek kime ne kazandırır ki? Bizim bu ifadelerimiz, sistem değişmesinden de fazla bir şey ifade etmiş olmalıdır.

Gerçi 1990’lı yılların başlarından itibaren mevcut sistemin tümden tıkandığı ve resmî ideolojinin toplumunun problemlerini çözmede artık işe yaramadığı yüksek sesle dile getirilmeye başlanmıştı. 1993 yılı başında Cumhurbaşkanı Özal’ın Ankara’da yönettiği “Değişen Türkiye’de Siyaset” konulu panelde bütün bu görüşler dile getirildi. Ancak sistemin nerede tıkandığını belirlemek gerekiyordu. Bunun için öncelikle sistemin istinat ettiği umdeleri ve bu umdelere hayatiyet veren zihniyetin ne olduğu teşhis edilmeliydi.

Sistemin umdeleri malum altı okla ifade edilen cumhuriyetçilik, milliyetçilik, devletçilik, devrimcilik, halkçılık ve laiklik ile temsil ediliyor. Bu umdeler de din düşmanlığı, komünizm düşmanlığı ve ırkçılık zihniyeti üzerine bina edilmiştir. Şimdi bu ilkelere bakıldığında, devletçiliğin, milliyetçiliğin iflas halinde olduğu görülüyordu. Halkçılık ve devrimcilik ise orijinal retoriğe göre, artık herhangi bir anlama tekabül etmez olmuştu. Kimileri Cumhuriyetçiliğin Türkiye şartlarında demokrasi anlamına geldiğini ileri sürmüş olsa da, ilgisi yok. Keza, laiklik, uygulamada şarlatanlığa dönüşmüştür. Bütün bunlar, sistemin tıkandığı yerleri işaret etmelidir. Bu kavramlar, Türkiye tarihinde her zaman tabu olarak görülmüştür. Bunlar yeni yeni tartışılmaya açılıyor.

Değişen dünya şartlarında değişmeyen tabularla, totemlerle bir yerlere varılabileceğini ummak hayaldir. Bu itibarla öncelikle, kendi kendimize icat ettiğimiz tabuları sorgulamalıyız. Türkiye’nin hâlihazırdaki (1990’lı yıllar) yapısıyla, dünyanın değişen şartlarına hazırlıksız yakalandığını söyleyebiliriz. Türkiye, Orta Asya Müslüman Türk ülkeleri ile ilişki kurmayı tarihinin hiçbir döneminde bir tek saniye için olsun aklından geçirmediği için o günkü gelişmelere ve değişmelere hazırlıksız yakalandı. Kürtçülük olayı karşısında hazırlıksız yakalandı. Demokrasi taleplerine karşı hazırlıksız yakalandı. Çünkü Türkiye’nin kendine tabu ittihaz ettiği ilkelerle bir diplomasi stratejisi kurması söz konusu değildi. Bu yüzden de olaylara tarihî misyonunun ondan talep ettiği aslî kimliği ile değil, fakat Batı’nın onda görmek istediği kimlikle yaklaşmaya çalıştı.

Bu kimlik Batı karşısında özür dileyici ve boyun eğici bir tavır istiyordu. Oysa böyle bir kimlikle onun dünyanın herhangi bir yerine götüreceği bir şey yoktu. Laikliğin veya liberalizmin asıl sahipleri meydanda dururken bu değerleri Orta Asya’ya ben niye götüreydim? Zaten ne Orta Asya’nın, ne Balkanlar’ın bizden bu değerleri kendilerine götürmemizi bekledikleri ve istedikleri de yoktu.

O yıllarda keza değişim talepleri arasında devletin İslam’la ve Kürtler’le barışma tezi üzerinde duruluyordu. Barışma istendiğine göre, öncelikle bir küslüğün mevcudiyetine vurgu yapma ihtiyacı var demektir. Cumhuriyet’in ilkelerinin din karşıtı olduğunu itiraf etmeliyiz. İlkeler arasında yer alan milliyetçilik, uygulamada ırkçılık haline dönüştüğü gibi laiklik de uygulamada dinin, daha doğrudan İslam’ın denetim altına alınması şeklinde tezahür etmiştir. Milliyetçilik, Türk milliyetçiliğinden başkasına hayat hakkı tanımamıştır.

Bizim özel kanaatimize göre, geçmişinde İslam’ı yaşamış olan bir ülkede Batı anlamında laiklik uygulaması tabiatı icabı mümkün değildir. Çünkü laiklik kilise ve devlet otoritesinin ayrışmasını ve uzlaşmasını ifade eder. Bu varsayımdan hareket ettiğimizde bu ülkede laikliğin aslına uygun biçimde uygulanabileceğini iddia etmek sadece safsata olur. Ama laikliğe farklı anlamlar yüklenerek bir beklentiye giriliyorsa, o da bizim konumuzun dışında kalır.
Kürtlerle barışma konusunda ise, söylenecek şey daha basittir. Olay, Kürt kimliğinin tanınmasıyla çözülebilecektir. Kürt kimliğinin tanınması onun dilinin, müziğinin, eğitiminin kısacası bütün kültürel alt yapısının tanınmasıyla eşanlamlıdır. Burada, “Kürtler’in zaten bu haklarına bir şey denilmiyor” diyerek olayı savuşturmak çıkar yol değildir. Çünkü hâlihazırda Kürtler’e tanındığı söylenen haklar, onun kendi kimliğini ibraz etmemesi şartıyla mukayyet görünüyor.