๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Diğer Yazılar => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 27 Mayıs 2012, 12:03:31



Konu Başlığı: Yazmamayı yazmak
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 27 Mayıs 2012, 12:03:31
Yazmamayı yazmak
Celil CİVAN • 58. Sayı / DİĞER YAZILAR


“Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır” diyen Wittgenstein bir özgürlük tasarımından çok dilin içinde yaşadığımızı, dilden kurtuluşun olmadığını söyler. Kafka’nın Ceza Sömürgesi’ndeki tuhaf cezalandırma-makinesiyle Beckett’in Acaba Nasıl’daki eni konu kusursuz matematiksel düzeneği dilin bir ceza ve kurban işleviyle adaleti sağladığını gösterir. Dil olmadan toplumsallaşamayız; doğrusu dil olmadan ben olamayız ama bu ‘ben’ ancak dışsal bir aygıtın, bir cezalandırma işlevi gören dilin içinde gerçekleşir.

Roland Barthes “kim konuşuyor?” sorusunu soruyordu “Yazarın Ölümü” adlı metninde (Image-Music-Text, 1977). Denemenin bu soruyla başlaması yeterince ironi taşır. Zira Barthes metnin “içinde hiçbiri orijinal olmayan birçok yazının karışıp çarpıştığı bir alan [space] olduğunu” söyler: “Bir metne bir Yazar isnat etmek metne sınırlar getirmek demektir, onu nihai bir gösterilenle teçhiz etmek, yazıyı kapatmak anlamına gelir.”

Alan yerine boşluk kelimesini, bir manyetik alanı da koyamaz mıyız? Yazıların çarpıştığı alanda metnin odağı olan, manyetik gerilimi sağlayan, kısacası metne konuşmasını veren okurdan başkası değildir. Barthes yazarı öldürürken yerine belirsiz bir okuru yerleştirir.

Foucault’nun “Yazar Nedir” adlı denemesi ise Beckett’den bir alıntıyla, Barthes’ın sorduğunun tam tersi bir soruyla açılır: “Kimin konuştuğunun ne önemi var?” Beckett’in sorusu sadece Foucault’nun yazarlık işlevine dair açımlamasını özetlemez, kendi dil tasarımını da vurgular. Yukarıda söz ettiğim gibi Beckett’e göre dil bir toplumsal pratiktir; konuşan ‘ben’ dilsel aygıtla ben olmuş bir varlıktır (The Foucault Reader, 1984).

Foucault’ya göre yazar yerini bir yazar-işlevine bırakmıştır artık. Bu işlev ise dilsel incelemenin de ötesine geçen söylemsel bir çözümlemeye ihtiyaç duyar. Özne teknolojisi gibi yazar da toplumsal, tarihsel bir söylemsel bütünün içinde anlam kazanır. Başka bir ifadeyle artık birey olarak, metnin kökeni olarak, metne hakim bir yazar kurgusu geçerli değildir:

“Yazan özne, yazdığı ile kendisi arasında kurduğu mekanizmayla aşikâr bireyliğinin göstergelerini iptal eder. Sonuçta, yazarın izi yokluğunun tekilliğine indirgenmiştir; o [yazar], yazı oyununda ölünün rolünü üzerine alır.”

Hem Kafka hem de Beckett dilin dışsal bir aygıt, bizi bir toplumsallığa dahil eden cezalandırıcı bir adalet mekanizması olduğunu biliyorlardı. Barthes’la Foucault da dilin içinde yaşadığımızı, öznenin sadece özne değil ama aynı zamanda dile tabi bir ‘tebaa’ (subject) olduğunu. Üstelik Foucault Beckett’ten yaptığı alıntıyla Barthes’ın okura dönük iyimser tutumunu da ortadan kaldırır. Bunlara rağmen Beckett de, Barthes da, Foucault da yazdıkları metinlerin altına birer ‘yazar’ olarak imzalarını atmaktan vazgeçmediler; dahası yazmaya devam ettiler. Beckett’in son metinleri olabildiğince ham bir malzemeye, handiyse seslere indirgenmişti ama yazar burada tekrar en başa “dilin nasıl çalışmaya başladığı”na dönmekten başka bir şey yapmıyordu. Dahası sürekli başa dönerek dilin ve metnin temsil stratejisini yıkmak istiyordu yazar. Sadece Kafka metinlerini, yakması için, Max Brod’a verdi. Yakılmasını istiyordu istemesine ama kendi yakmadı; arkadaşına ‘bıraktı’.

Yazarın kendi ironisi, ikilemi, çıkmazı değil midir burası? Kendisine ait olmayan bir dilde yer aldığını açıklamaya, kendi ölümünü, kendi yokluğunu inatla kanıtlamaya çalışmak. Yazmamayı istemek yerine “yazmamayı tercih eden” kâtip Bartleby’nin hikâyesini yazan Herman Melville gibi bir edimsizliği dile getirmek.

Yazar ölse de, metnin içinde kaybolsa da, kendini yok etse de ifşa olmaktan kaçınamaz. Her defasında kendinden sakınsa da karanlığında ortaya çıkan yazarın bu yokluğunu bir jest olarak ifade eder Agamben (Profanations, 2007). Metnin hem kendi içinde hem de okurda canlanmasını, dile gelmesini yazarın bu yokluğu sağlar. Burada ne sahiplenme ne de temsil mevcuttur; sadece karşılıklı bir oyundur sözkonusu olan. Ancak böylesi bir oyun sayesindedir ki dil denen aygıt içinde okurla yazar özne haline gelir ve adaletten öte bir kavram hayat biçimi kazanır: Etik.