๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Diğer Yazılar => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 23 Mayıs 2012, 13:37:05



Konu Başlığı: Yansız
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 23 Mayıs 2012, 13:37:05
YANSIZ
Ali AYÇİL • 45. Sayı / DİĞER YAZILAR


Sıcak yaz, nöbetini güze bırakarak sessiz sedasız çekildi aramızdan. Yokuşlarda terleyenler daha az terlemeye başladı artık; kendilerini sulara bırakanlar terk etti kıyıları. Gölgeler tenhalaştı; parklar yaşlılara, sahipsizlere, serserilere, âşıklara ve kedilere kaldı… Bir bir kapandı pencereler.  İnsan, yani şu devasa işçi, hiçbir uyarıya gerek kalmadan ilk sararan yapraklarla beraber dünya makinesinin başına döndü telaşla. Kısa bir tedirginlikten sonra parmakları yeniden alıştı tuşlara, matkaplar metallerden kıvılcımlar çıkardı, dosyalar bir bir açıldı, çocuklar eğitilmek için ruhlarını teslim alan okulların önünde sıraya girdi. Bir çingene olmayı başaramadığı için, bir çingene gibi serazat yaşamayı beceremeyeceğini bildiği için, gelip kendi ayaklarıyla güze teslim oldu o yaz kaçkını. Bütün heyecanlarını unutmaya hazır işte. İşte katlayıp sakladı neşesini, yağlı gövdesini ileriki yaza kadar günlerin emrine verdi. Biliyorum, o sayısız kollu, sayısız bacaklı, sayısız akıllı işçi, hiçbir zaman anlayamadı mevsimlerin emrine girmeyenleri; anlayamayacak da. Aylaklıkla suçlayacak onları, bir baltaya sap olmamakla, suçlasın…

Varsın bir mevsimimiz olmadığı için suçlasınlar bizi. Ne yazın bittiğine üzülüyoruz ne de keyfimiz kaçıyor güz günlerinden. Oturup dünyanın şurasından burasından konuşuyoruz, çok az haber dinliyoruz, ilgilenirmiş gibi yapıyoruz ama aslında ilgilendiğimiz de yok kimin kiminle çatıştığıyla. Biliyoruz ki insan ilk oğlundan beri düşkündür kana, kendinden yana düşünür daima, alır ama vermek istemez. Hudutlar bunun içindir, bunun için bekler sınırlarda askerler. Oysa bizim, kimseden alıp da vermekten kaçacağımız ne bir eşyamız, ne bir evimiz, ne de bir toprağımız yok. Sınırın hangi tarafında durursak duralım, aynı yağlı gövde aynı taze sabahı buharıyla ağırlaştırmaya devam edecek, her güneş doğduğunda yapacak bunu. Bunca görev bilirliğine, bunca uysallığına rağmen “Olur da bir yanlış yapar” diye polisler dikilecek başında, askerler kimi zaman dipçikle hizaya getirecek onu. Asla anlatamayacağız ona, kanunların, zaaflarımızın tahripkârlığını önlemekten çok, varlıklıların mülkünü çitlemek için konulduğunu…

Biz kanunların ciddiye almayacağı kadar hafifiz. Canımız istemiyor bir gazete manşetinin arkasına takılmayı; kışkırtılınca kızmıyoruz; damarlarımız kabarmıyor, kaşlarımız seyrelmiyor öfkeden. Muazzam bir bitkinlikle okuyoruz yazılanları ve aynı bitkinlikle dinliyoruz telaşlı tellalları. Dudağımızın kenarındaki alaycı gülümseme, muhtemel kötü günler, hudutta bekleyen düşmanlar kadar öfkelendiriyor makine adamını. Kimi zaman sırf oyun olsun diye onunla aylığımızı, pahalılığı, bir krizin hengâmesini paylaştığımız da oluyor elbet. Diyoruz ki “Kötü günler bizi bekliyor,  ah nasıl da bozuldu gençler hiç anlayamıyoruz onları artık, dünya eski dünya değil, savaşların ardı arkası kesilmiyor, sanki eşiğindeyiz kıyametin”. Nasıl seviniyor bunu duyunca mesai süvarisi, masa bekçisi; kendinden geçiyor âdeta. Yola geldiğimizi düşünüyor içten içe, aklımızı başımıza aldığımızı. Bu pek kederli, pek alnı açık muhabbettin demi koyulaşsın diye “Bir şeyler yapmalı ama ne?” demeyi de ihmâl etmiyoruz…

Oysa biz hiçbir şey yapmaktan yana değiliz. Bırakın yaşlandıkça çizgileri artsın yüzün, güzelleşin. Bırakın dalgayla kıyıyı baş başa, kumlar kendiliğinden sürüklenip dursunlar. Niçin endişeleniyorsunuz çocuklar için? Büyürken bazı budaklar yırtacak teni, bazı sıyrıkları olacak ergenliğin; kim budaklara takılmadan büyüdü ki onlar da büyüsün. Bir gün haberleri izlemeseniz, bir gün kulak kabartmasanız başkalarının başkalarına ne yaptığına, hevesi kaçacak kargaşanın, bir daha çıkmak istemeyecek. Siz birilerinin kötülüğünü merak ettiğiniz için kötüye gidiyor dünya, kötülüğün bir merak oyunu olduğunu, köklerinde o sırtlanın uyuduğunu kabul etmek istemiyorsunuz bir türlü. Bütün savaşanlarla birlikte savaşa girdiğinizin farkında değilsiniz, derin bir haz duyuyorsunuz ölümleri haber vermekten. Her bir fukaranın kapısından üzüntüyle içeri sokuyorsunuz başınızı, her bir zenginin kesesini siz taşıyorsunuz sanki. Nasıl da acıyorsunuz mutsuzlara, terk edilenlere! Gören de sorumluluk sahibi sanacak sizi. Ama biz yansızız işte; durduğumuz yerde hüzün huzurun sırtını sıvazlıyor. Bir tek acı tüccarı yok aramızda. En çok da bu sevindiriyor bizi; sağlamamızı bununla yapıyoruz.