Konu Başlığı: Yalnızlığın gökçekimi Gönderen: Safiye Gül üzerinde 22 Mayıs 2012, 12:00:14 YALNIZLIĞIN GÖKÇEKİMİ Ahmet İNAM • 46. Sayı / DİĞER YAZILAR Evrende bir anlamıyla “yalnızlık” yok. Varlık, etkileşim içinde varlık oluyor. Etkileşim, buna bağlı olarak iletişim, evreni oluşturan, parça ve bütünlüklerin aralarındaki ilişkileri belirliyor. Yine belli bir anlamda parça bütünü, bütün parçayı içinde taşıyor. Hücre, zarı aracılığıyla, dışıyla etkileşim hâlinde. Canlı çevresini içinde de taşıyor. Evrenin her “köşe”sinde etkileşim, iletişim belli bir yoğunlukla yaşanıyor. Varlığın hiçbir parçası mutlak olarak yalıtılmış, mutlak olarak iletişimsiz değil. Bu anlamıyla evren dolu! Etkileşimin olduğu her yerde doluluk var. Doluluğun belli dereceleri, belli yoğunlukları var. Doluluğu farklı alanlarda, farklı açılardan görme olanağı var. Varlığın “dolu” olduğundan söz ettik, bir “madde” ile dolu olmasını kastetmedik bu savımızla, bir plenum değildi doluluktan anladığımız; bir etkileşim olgusuydu. Ontolojik doluluk, varlığın, olup bitenin, işleyen sürecin etkileşimlerle sürmesi anlamına geliyor. Epistemik doluluk, bilme sürecinin bir “etkileşimler bütünü” olması anlamına geliyor. Benzer biçimde estetik, etik doluluklardan da söz edebiliriz. Değerleri belli bir bütünlük içinde, belli bir tutarlılık çerçevesi içinde yaşadığımızı gösterebilir bu doluluklar! “İnsan, sen bir dolusun!” diyebiliriz. Dolu olansın! Biyolojik olarak hâlâ yeterince kavrayamadığın etkileşimlerle ortaya çıkıyor ve yaşamını sürdürüyorsun! Kültürel olarak, çevren, ortamın etkileşimler ağı ile donanmış! Yine de “boşluk”tan, “hiçlik”ten, “anlamsızlık”tan, “yalnızlık”tan söz ediyorsun. Bu çıkışımla karşı-varoluşçu (anti-existentialist) bir tutum içinde miyim? İnsan boşluğa fırlatılmadı! Bios’tan önce canlılıktan, “hayat”dan önce oikos, canlının, yaşamın oluşacağı çevre, bu çevrenin yaşam doğurma olanağı vardı (Oikos, “ev” demek bir anlamıyla. Eski Yunanca’da, çevre, ortam, iklim… demek). Bir “ana”dan doğduk. Bir yumurta hücresinden. “Ötekin”den doğduk. Bir anlam olanağından. Anlamsızlıktan gelmiyoruz. Bize “dikte edilen”, dayatılan anlamlar düzeninden de (dayatmalar olsa bile insan türünde direnenler, karşı çıkıp anlam doğuranlar, Noo-generatorlar olagelmiş!). Bu anlamıyla biz insanlar etkileşim, iletişim ağı içinde noktalarız ya da ağ içinde ağlarız (“Büyük” ağlar içinde “küçük” ağlar var. Türkçe’de “ağlarız” sözü bu etkileşimler bütününde “gözyaşı döküyoruz” çağrışımı yapsa da, “ağlamak” sözünü ağ olmak, ağ oluşturmak anlamıyla da okuyabiliriz. Keşke varlığın ağlarını anlayıp ağlarına ağ katabilsek, ağlasak!) Yalnızlıktan gelmiyoruz. Bizden “öncesi” var, bizden sonrası da; zaman içinde dönüşüp durarak, “dışımızla”, “benden olmayanla”, “henüz olmayanla”, “artık olmayacak” la etkileşegeliyoruz. Birlikteliklerden doğduk. Birlikteliklere doğduk. Bir şeylerin içine (bir kültüre, bir çevreye, bir doluluğa!). Ait olarak doğduk. Sahip olarak. Yalnızlık hep sonradır. Bir ardyaşantıdır (Bir rahmin doluluğundan, cami avlusunun boşluğuna sonradan bırakıldın! Terk edildin, demek ki önceden biriyleydin! Kim “ben önce de yalnızdım sonra da” diyebilir? Diyen varsa ona sorum şudur: Hangi önce? Ne zamanki önce?). Peki, yalnızlık nereden geliyor? Bunca doluluğun ortasında! Yalnızlık: Doluluğun zayıflığı! Doluluk bozukluğu! Etkileşim yoğunluğunun, doluluk yoğunluğunun azalması. Elbette yitmemesi. İnsan genetik olarak doğduğu çevre, yarattığı ortam olarak dolu bir varlık. Sürü hâlinde yaşayan hayvanlar için, belki de tüm hayvanlar için çevreye bağlılığı, bir ölçüde bağımlılığı aşmak oldukça zor. Çevreyle dopdolu olmak yalnızlığı engelliyor. İnsan çevresini bir ölçüde aşabiliyor (uzaya, farklı gezegenlere yolculuğa çabalıyor!). Ortam yaratıyor: Anlam dünyasını, kültürünü, uygarlığını! Bu da onda yalnızlığa yatkınlığı yaratıyor! Toplumsal dayanışmanın yoğun biçimde yaşandığı toplulukların, birey üzerindeki baskıları fazladır. Sürgün böyle durumlarda çok ağır bir cezâ olarak algılanıyor. Ayıplama, yalnız bırakma (sürerek, tutuklayarak) bireyin toplumsal çevre içindeki doluluğunu azaltma çabaları, yalnızlığın kökeni konusunda önemli ipuçlarıdır. Bireyin doluluğunun azaltılması, onun üzerinde iktidar oluşturmasının yollarından biri olarak görülüyor. Doluluğun azaltılması, egemen güçlerin kendi bakış, düşünme, inanma biçimleriyle bireyin boşalan yerlerini doldurma amacıyla da gerçekleştiriliyor. Yalnızlık bir tehdit, bir korkutma ve giderek bir baskı aracı kurmak için araç olarak kullanılabiliyor. Yalnızlık, günlük hayatta sosyo-psikolojik anlamda bir doluluk yoğunluğunun azalması olarak yaşanıyor çoğunlukla. Paylaşma, aidiyet, güvenlik duygularının azalması olarak… Yalnızlık ya seçilerek ya düşülerek ya da olunarak yaşanır. Kimi insanlar değişik nedenler ve gerekçelerle yalnızlığı seçerler. Sanatçılardan, düşünürlerden, bilimcilerden, din adamlarından, inanç sahiplerinden yalnızlığı seçenler olur. Hedeflerine varabilmek, üzerlerindeki çevresel kalabalığı atarak, onlara dayatılmaya çalışılan görüşleri paranteze alıp duygu ve düşüncelerinde yoğunlaşmak isteyebilirler. Kendileriyle başbaşa kalarak daha yoğun düşünmek, kendi içlerindeki sesi daha derinden duymak, günlük hayatın dağdağasından kurtulmak isteyebilirler. Yalnızlık kimi seçiciler için bağımsızlığa giden bir yoldur. Dünyanın basmakalıp anlam çerçevesini böyle kırmayı düşünürler. Dindar kesim için kendi benliğiyle yüzleşme, çirkinliklerinden arınarak Allah’a ulaşan yolda yürüyüşü gerçekleştirmenin başlangıcıdır. İnsansevmezler (Mizantroplar. Misos, nefret; anthropos insan anlamında!). Zorunlu bir seçmeyle varırlar yalnızlığa. Toplumsal ilişkilerinden çekinenler, korkanlar için de böyle bir zorunlu yalnızlık olabilir. Bu arada sahte yalnızlardan da söz edebiliriz. Bunlar yalnızlık taklidiyle her ne ise amaçları, ona ulaşmaya çabalarlar. Yalnızlığa düşenler, çevresi, ortamı tarafından dışlanmış, toplumsal ilişki dolulukları azaltılmış insanlardır. Kendi iradeleri, seçimleriyle varmamışlardır yalnızlığa: İtilmiş, kovulmuş, sürülmüş, bırakılmış, yadsınmış, aşağılanmışlardır; kimileri zayıf, hastadırlar. Seçme ile düşme iç içe geçebilir: Düşmüş de seçmiş, seçmiş de düşmüş insanlar olabilir. Düşenler, doluluk beklentisi ve özlemi içindedirler. Doluluktan yoksun bırakılmışlardır. Yalnız olmaktan dolayı acı çekerler. Seçenler arasında yalnızlığı tadanlar, ondan keyif alanlar bulunabilir. Yalnızlığın bilinci, yalnızlığın üstlenilmesiyle yaşandığında bir inzivâ içinde kendi içimizde, kendi içimizden yapılan bir yolculuktur. Nereye? Anlam dünyamızda hedeflendiğimiz yerlere. İnzivâ, zâviyeden gelir, köşeden. Bir açıdır, gerçekliliğe bakan. İçimize, dışımıza. Düşenlerin bir bölümü dış yalnızlık çeker. Arayanı, soranı, seveni, ilgileneni, paylaşanı, anlayanı yoktur. Bir bölümünün yalnızlığı daha derindir: İçleri yalnızdır. Eskilerin deyimiyle melâ, doluluk, kalabalık alışkanlığı, düşenin dıştaki yalnızlığında yitirdiğidir. Şöyle düşünür düşen: “Melâ gitti, belâ geldi!” Seçen bir bölük insan içinse melânın kendisi belâdır. Memlû, dolu bir yaşam, elbette her durumda belâ değildir. Nasıl dolu olduğuna bakmak gerekir. Yalnızlık açısından belki de şu sav, düşündürücü olabilir: Boşaltmalar yaşamamış, boşaltmalar geçirmemiş bir doluluk eksik bir doluluktur. Mezâkî’nin şu beyiti konumuz açısından düşündürücüdür: Sunar bir câm-ı memlû bin tehî peymâneden sonra/ Felek ehli-i dili dilşad eder ammâ neden sonra Bin tehî (boş) kadehin ardından gelen dolu kadeh (câm-ı memlû), yalnızlığın ardından gelen doluluk mudur her zaman? “Tehî” olmak, tümüyle boş olmak olanaklı değil elbette. Kısmî tenhâlık ise olanaklı! Yenilenen, tâzelenen tenhâlık. Tâzelenen tenhâlık, tâzelenen doluluk değil midir? “Ten”, Farsça’dan gelen anlamlarıyla beden, endâm, kişi, madde, sessizlik gibi yoğun bir anlam çekirdeğine sahip. Tenhâ sözcüğünü “ten-hâ” diye okuduğumuzda “bedenler”i anlayabiliriz (Hâ Farsça’da çoğul ekidir). Tenhâ, böyle yorumlandığında doluluğu anlatır, tenhâ, tenhâ değildir. (Tenhâ-rev, yalnız yürüyen, yalnız yol alan yolcunun adıdır: Tenhâ rev olanlar, yalnızlığı seçenlerdir çoğunlukla, tenhâlıklarında farklı mânâ-yı memlû bulabilenlerdir.) Bizim kültürümüzde sosyo-psikolojik anlamda doluluğu yaşayanlar, “ülfet” yaşarlar. Ülfet belâlı şey, fakat uzlet sıkıntılı/Bilmem nasıl geçirmeliyim son beş on yılı diyor, Yahya Kemâl. Bu dizelerde düşme de var seçme de. “Son beş on yıl” bir seçme değildir, bir mâruz kalma”dır, “üstümüze gelen” bir olgudur. Düşme sonucunda “ülfet”le “uzlet” arasında seçim yapması gerekiyor. “Uzlet” görünürde “herkesle” doluluk içinde olup onlardan ayrı bir “doluluk” içinde olmaktır. Alışılmış deyimle kalabalık içindeki yalnızlıktır. Eşle dostla birlikte. Şair “ülfet”e “belâlı şey” diyor. Ülfet kaynaşmadır, dostluktur, muhabbettir, ahbaplıktır. Karşılaşıp görüşmedir (Eskiler ihtilât derlerdi!). Ülfet, doluluğun doruğudur. Has ülfetten söz ediyorum, yalancısından değil! Uzletgüzîn olanlardan, yalnızlığı seçenlerden çıkar ülfet erbâbı. Ululebsâr olanlardan, kalp gözüyle görmesinin bilenlerden! Uzletgâhlarına çekilip ülfet ederler. Yahya Kemâl amcam ülfet içinde uzlet, uzlet içinde ülfetle geçirmiştir, son yıllarını. Belâ ve sıkıntı ile! Ama ülfet denen belâ, muhabbet denen belâ, içini boşaltabilenlerin yaşadığı doruk yaşantılardandır. Kültürümüz nice yorumlarına gebedir, yalnızlığın. Eski harflerle farklı yazılmakla birlikte, Türkçemizde kabaca okunduğunda iki ayrı “tahliye”den söz edebiliriz (İki sözcüğün Arapça kökleri farklıdır!). İlk tahliye helâ ile boşlukla ilgilidir, boşaltma işini dile getirir. Diğeri ise “donatmak, süslemek, tatlandırmak, tadını değiştirmek gibi anlamlar taşır. Dilin bu cilvesi şaşırtıcıdır, yalnızlık açısından. Boşaltmak, tatlandırmaktır. Yalnızlık, tadı kaçmış doluluğun olumsuz etkilerinden arınmaya çabalamaktır. Dilimdeki, eskimiş de olsa iki ayrı “tahliye” bunu söylüyor! Yalnızlığa sürüklenenler ve yalnızlığı seçenlerin yanında bir de yalnız olanlardan söz ettik. Kimdir onlar? Ne başkalarıyla ne de kendileriyle yalnız kalanlardır. Ne insanlar içinde ne de kendi başlarına kaldıklarında yalnızlık hâli yaşarlar. Yine de bir anlamda yalnızdırlar. Neden? Çünkü bir başına insanlardır, tek başına değil! Yegâne insanlar! Biricikliklerinin ayırdına varmış yegâneler! Bir başına olan, bilincine vardığı, varamadığında ise bir biçimde hissettiği evrendeki doluluğu yaşamaya çabalar. Bu anlamıyla hem dolu hem boştur. Doludur, kendi biricikliğinde duyduğu bütünlükten dolayı; boştur, bu bütünlüğü, kendini daha önceki eski doluluktan kurtarıp yaşadığı için. Bir tahliye, ardından geleni yaşayabilme cesâreti gösterdiği için. Bir tehî benlikle, varlığı yeniden duyabilme cesâret ister. Sufîlerin, mistiklerin yüzyıllardır yaşantılamaya çalıştığı bu yalnızlık, burada dile getirme çabası içinde olduğum bir başınalıktan farklı boyutlar taşır. Bu yalnızlık gönül yalnızlığıdır. Bir fenâ, yok olma hâlini amaçlamaz. Burada bir başına olan insan, gönül sahibi insandır. Yalnızlığı takdir edebilendir. Kendinde evreni, evrende kendini yaşar. Yalnızlığıyla gönlünü demlendirir. Yalnızlığı sayesinde, kendi biricikliği zâviyesinden tüm varlığı görebilir. Görür de gördüğünü yaşar. Görüp yaşayabildiği, yalnızlığını bir görgü, bir edep hâline getirdiği için, içini kokuşmuş yanlarıyla temizleyebilme gücüne, içindeki yer çekimini, dünya çekimini, dayatılan doluluk çekimini yenerek erişmiştir. Onda yalnızlık, tâze doluluklarla yeniden, yeniden varolabilme uğraşına dönüşmüştür. O yer ve gök çekiminin arasında yaşar. Yalnızlığı seçmemiştir. Yalnızlığa düşmemiştir. Öyle oluvermiştir, işte. Yalnızlık onda bir mârifet değildir. Kâinatı içinde duyar. Toplumu. İnsanları. Yalnızlığına değer, yalnızlığını değerlendirirler. Yalnızlığın doruklarında dolaşır. Bunu örneğin Tatyos Efendi’nin rast makamında bestelediği Ahmet Rasim’in şu dizelerinde duyabiliriz: Bir gönlüme bir hâli perişânıma baktım/Zâlim seni yâd eyleye, âh eyleye, çaktım/Sen yoksun, o yok, ben yalınız çıldıracaktım/Zâlim seni yâd eyleye, âh eyleye, çaktım Burada gönül ehlinin, bir başınaların, yegânelerin yaşadığı yalnızlığa şarkıdaki “yalınızlık” diyor şair (Bu söz belki de mefûlü mefâîlü mefâilü faûlün veznine uymak için “yalnızlıktan” çevrilmiş olabilir). Yalnızlığın çarpıcılığı şuradadır: Yalnız hem sevdiğini hem gönlünü yitirmiştir! Gönlü olmayan bu sözü söyleyemez, elbette! Bu anlamda yalnızlığı hiç tadamayacaktır. Gönül sahibi, sevdiğini yitirebilir. O kendi yalnızlığı içinde elbette acı çeker. O, sevdiğini yitirmese de yalnızdır, bir başına olduğu için. Yitirince, yitirdiğinin bedelini iç dünyasındaki boşlukların deviniminin sancısıyla öder. Ama gönül ehlinin gönlünü yitirmesi dayanılmaz bir ızdırap olsa gerek! Gönül yitebilir. Belki yeniden bulunmak üzere, belki bir daha gelmemecesine! “Yalnızlık” bir düşme midir? Değildir. Gönül serüveni, olmalar serüvenidir. Yolcu düştüğü kadar düşmüş, çıktığı kadar çıkmıştır. Yalnızlar, göğün çekimine gönlünü kaptırmış insanlardır. Göğün çekimine sevgililerini kaptıranlardan farklı olarak onlar, içlerinde taşıdıkları gökyüzünde yitmişlerdir. İçlerindeki göğün sonsuzluğunu anlamada bu onlara önemli bir derstir. Bedelini ödemesini bilirler. |