๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Diğer Yazılar => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 29 Mayıs 2012, 12:37:05



Konu Başlığı: Türkiye’nin sorunları ne kadar derin
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 29 Mayıs 2012, 12:37:05
Türkiye’nin sorunları ne kadar derin?
Mazhar BAĞLI • 57. Sayı / TOPLUM


Türkiye, gerek Osmanlı’nın son dönemlerinde gerekse de günümüzde modernleşme sürecini, kendi iç dinamikleri ile ve sağlıklı bir biçimde yürütebilmiş bir ülke değil. Bundan dolayı da uzun zamandan beri ciddi siyasal ve toplumsal sorunlarla boğuşmak zorunda.

Türkiye’nin toplumsal olarak sahip olduğu sorunlar, dünyada var olan diğer devletlerde ve toplumlardaki sorunlardan tamamen farklı değildirler, ancak bu sorunların çözümü için önerilen yollar zamanın ruhuna ve genel toplumsal değişime uygun olmayanlardır. Tüm sorunlar da buradan kaynaklanıyor. Zamanın ruhunu okumak deyimi bu çerçevede anlam kazanıyor.

Sahip olduğumuz sorunları birkaç temel başlıkta zikretmek gerekirse bunlar; demokrasi, hukukun adil uygulanması, devletin şeffaflığı ve toplumsal değişim ile devletin sahip olduğu genel ideoloji ile toplumsal değerler ve düşünceler arasındaki açmazlar olarak sıralanabilir.

Modernleşmeye bağlı olarak tezahür eden yeni yöntemsel düşünüşün temelini oluşturan teknikler, doğa bilimlerinden sonra sosyal bilimleri de içine alan bir sarmala dönüşerek kendisini var etti. Sosyoloji de bu sürece denk gelir. Sosyolojinin artık bittiğini söyleyen felsefecilerin bu iddiası ise bahsedilen modernleşmenin sosyal, birey, toplum olarak yaptıkları tanımlamalara dâhil ettikleri nesnenin gittikçe muğlâk bir hal almasına dayanıyor. Bu muğlâklık aslında onu ciddi bir krizle karşı karşıya getirdi.

Aslında bu sorunlar, modernleşmenin ve sanayileşmenin beraberinde getirdiği sorunlar. Çözümü de yine bu alandaki temel düşüncenin belirlediği çerçevede meydana gelen değişimin spontane olmasına neden oluyor. Modernleşme, aydınlanma düşüncesinin toplumsal ilişkilerdeki yansıma biçimi olarak kabul edilir. Sanayileşme ise, sermayenin ilişkilere ve teknolojik üretime yansıması olarak tanımlanıyor. İnsanın toplumsal evrim süreci bize, aynı zamanda insanın varmak istediği gizli veya içgüdüsel hedefler konusunda da bilgiler veriyor. Avcılık-toplayıcılık yaptığı dönemlerde dahi insanın hep egemen olma ve sınırlı imkânlarla sınırsız fırsatlar yakalama isteği oldu. Bu istek onu alet-edevat kullanmaya sevk etti ve bunlara bağlı olan bütün değişimler de yeni toplumsal normların ve yapıların doğmasına neden oldu. Ancak sanayileşme konusundaki milat, önce paranın bir mübadele aracı olarak bulunması ve daha sonra da kol gücünün yanında beceriyi de taklit eden makinelerin icat edilmesiydi.

Türkiye, gerek Osmanlı’nın son dönemlerinde gerekse de günümüzde bu süreci kendi iç dinamikleri ile ve sağlıklı bir biçimde yürütebilmiş bir ülke değil. Bundan dolayı da uzun zamandan beri ciddi siyasal ve toplumsal sorunlarla boğuşmak zorunda. Kendi iç dinamikleri ile gerçekleştiremediği dönüşümler dış baskılarla gerçekleşince de, iç dengeler ile dış dengeler arasındaki uyum her zaman bir dış politika sorunu olarak da kendisini hissettiriyor. Bu durum aynı zamanda devletin toplumu, toplumun da devleti asıl işlevinin ve var olma biçimlerinin dışında bir bağlamda değerlendirmeyi beraberinde getiriyor.

Bu değerlendirmelerin somutlaştığı siyasi alandaki yansıması da bilindiği gibi Tanzimat’tan itibaren Osmanlı düşününde ana hatlarıyla üç tarz-ı siyaset olarak adlandırılan Türkçülük, Garpçılık ve İslamcılık olarak tezahür etmişti. Aslında bu süreci karmaşık hale getiren asıl politik duruş ise tüm dünyanın aksine solculuk oldu Türkiye’de. Çünkü (CHP tipi) solculuk bir taraftan Marksist geleneğin enternasyonalizmine referanslarda bulunur, bir taraftan Mahmut Esat Bozkurt milliyetçiliğine, bir taraftan halk karşıtlığına, bir taraftan da halkçılık ilkesine. İşte bu paradoksal durum, solculuğun baştan beri topluma dokunamayan bir politik duruş olarak var olmasına neden oldu. Bu ideoloji ile şekillenen devlet örgütlenmesi de aynı sorunları içinde barındıran bir yapıya büründü. İşte tam da yukarda bahsedilen sorunlar gittikçe derinleşti ve neredeyse 150 yıllık bir birikmişliğe neden oldu.

Hangi alanda bir çalışma yapılması gerektiğine bakıldığı zaman sorunların çok derinlerde olduğu hemen fark edilebilir. Hukuk alanında, sosyal güvenlik alanında, yerel yönetimler alanında, kamu personeli alanında herhangi bir düzenleme yapılabilmesinin bu kadar zor olmasının asıl nedeni de bu. Ama tüm bu zorlukların farkında olmayı başarabilmiş olmak, en azından sorunun farkında olmak ve bu sorunu idare edilebilir bir hale getirmek büyük bir çalışma azmi ve kararlılığı gerektiriyor.

Peki, bu yapılanma esasında somut olarak nasıl bir kurguyu beraberinde getirdi? Her şeyden önce şunu belirtmek gerekir ki bu halka dayanmayan halkçılık fikri, esasında toplumu soyut bir ulusallık içinde ele alan ve sadece kendi himayesinde bir toplumsallığı ön gören bir düşünceye neden oluyor. Bu da epistemolojik kopmalara ve tarih bilincinin yok olması, kimlik krizlerinin yaşanması sürecini ortaya çıkarıyor.

Modern dünya için sosyoloji, çok ciddi boyutlarda işlevsel bir disiplin. Fakat Türkiye gibi ülkelerde ise daha değişik bir işlev yerine getirir; siyasalın dayandığı ideolojinin tarihsel ve toplumsal dayanaklarını ve meşruiyetlerini konumlandırmak gibi. Ne yazık ki bu durum aslında bu disiplinin gelişip serpilmesini de ciddi anlamda engelledi. Açıkça belirtmek gerekir ki diğer sosyal bilimler gibi sosyoloji de siyasal sistemin kendisine tanıdığı sınırlar çerçevesinde gelişebilme imkânı buldu. Bu anlamda siyasal sistemin bakış açısına aykırı yaklaşımlar mümkün olabildiğince pasifize edilmeye çalışıldı ve siyasal ve toplumsal kurumların disfonksiyonel yanlarından sayılan statükocu bir anlayış dayatmasının aracı olarak kullanıldı.

Bundan kurtulmanın en meşru yolu ise siyasalın sorun çözme merci haline getirilmesi. Sorunlar ne kadar derin olurlarsa olsunlar, siyaset onların aşılmasına giden biricik yol. Kim bu yolu açık tutuyorsa o çözümün de parçası.