๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Diğer Yazılar => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 23 Mayıs 2012, 13:16:49



Konu Başlığı: Silifke çayında boğulan Alman imprator
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 23 Mayıs 2012, 13:16:49
SİLİFKE ÇAYI’NDA BOĞULAN ALMAN İMPARATOR
Önder KAYA • 45. Sayı / DİĞER YAZILAR


Alman Tarihi’nin en görkemli imparatorlarından biri olan I. Frederik, kızıl sakalından dolayı tıpkı büyük denizcimiz Barbaros Hayretin Paşa gibi “Barbarossa” lâkabı ile anılıyordu. Onun zamanında Alman Krallığı Orta Avrupa’nın en kudretli devleti hâline gelmişti. Kararlı tutumu ve şövalye niteliği taşıyan yüce karakteri, ona başta İtalya olmak üzere pek çok bölgede nüfuz kazandırmıştı. Hatta dönemin en önemli adamı Papa ile çatışmaktan da kaçınmamıştı. Onun karşısında dahi bükülmedi. Papa, Selahaddin’in Kudüs’ü geri alması üzerinde hiç alışık olmadığı hâlde taviz vermek zorunda kalan taraf oldu. Bu tavizler sonrasında Frederik’in Haçlı Seferi’ni kabul etmesi Batı’da büyük sevinç yarattı. Gayet cesur bir kişiliğe sahip olan Barbarossa, Selahaddin’in hakkından gelebilecek tek Hıristiyan hükümdar olarak görülüyordu. Frederik, Kutsal Topraklar’a yolculuk sırasında da cesaretini ortaya koydu. Müttefikleri olan İngiliz Kralı Richard ve Fransa Kralı Filip Agüst gibi tehlikesiz bir deniz yolculuğu yerine çok daha tehlikeli kara yolculuğunu tercih etti. Türkiye Selçukluları ile de savaşan imparator, başkent Konya’yı dahi ele geçirdi. Fakat hiç umulmadık bir şekilde Anadolu’nun güneyindeki Silifke Çayı’nı geçerken boğuldu. “Ana yurdun babası”, “İtalya’nın başına inen balyoz”, “Türkler’in korkusu” unvanlarını taşıyan Frederik’e, Anadolu mezar olmuştu.

Üçüncü Haçlı Seferi, Frederik Barborossa’nın katıldığı ilk Haçlı Seferi değildi. Tecrübeli imparator daha 1147’de, zamanın Alman İmparatoru olan Üçüncü Konrad ile beraber Kutsal Topraklar’a doğru bir sefer daha yapmıştı. Fakat bu sefer, Üçüncü Konrad’ın dikbaşlı karakteri nedeniyle tam bir hezimetle sonuçlanmıştı. Konrad, daha İstanbul önlerine geldiğinde Bizans İmparatoru Manuel ile zıtlaşmış ve Manuel’in kendisini İstanbul surları önlerinde karşılamasını istemişti. Ancak Manuel, ona Bizans topraklarında gerçek patronun kim olduğunu göstermiş ve bu teklifi önemsemeyerek Alman İmparatoru’nu terslemişti. Buna rağmen arkadan gelen Fransız birlikleriyle birleşen Almanlar’ın İstanbul’a saldırma olasılığı karşısında sonradan tavrını yumuşatan Bizans İmparatoru, Haçlılar’a kılavuzlar vererek onları Anadolu’ya geçirmiş fakat Bizans hâkimiyetinin olduğu güvenli güzergâhın dışına çıkmamalarını, Kudüs’e giden yolu kısaltmak amacıyla maceraya atılmamalarını da tavsiye etmişti. Konrad’ın Bizans İmparatorunu dinlemeyerek Eskişehir’e yönelmesi üzerine Daryelon denilen yerde Alman Haçlılar, Türkiye Selçuklu hükümdarı Birinci Mesud’un âni saldırısına uğramışlardı. 26 Ekim 1147’de meydana gelen bu savaşta Konrad yaralanmış ve kendini Bizans’ın elindeki İznik’e atarak canını zor kurtarmıştı. Frederik Barbarossa da ölümden kurtulan Alman soyluları arasındaydı ve gerekli dersleri almıştı.

Bu seferden yaklaşık kırk yıl kadar sonra, Papa ile yaptığı görüşmeler sonrasında aradaki buzları eriten Frederik, Mart 1188’de haçı kabul ederek sefer için hazırlıklara başladı. Son derece kararlı kişiliğiyle tanınıyordu. Müttefikleri olan İngiltere ve Fransa kendi aralarındaki anlaşmazlıkları çözümleyip bir türlü sefer için harekete geçemezken o, Mayıs 1189’da harekete hazır hâle gelmişti bile. Müttefikleri ise ancak onun ölümünden sonra 1191’de harekete geçebileceklerdi. Barbarossa, sefere çıkmadan önce akıllılık göstererek, diplomatik temaslar kurmak yoluyla Kudüs yolunu açmayı planladı. Zira sefer öncesi özellikle Bizans’ın durumu Alman İmparatoru’nu endişelendiriyordu. Bizanslılar, Haçlılar’ın geçmiş yıllarda yapmış oldukları serkeşliklerden epey zarar görmüşlerdi. Daha da önemlisi Bizans İmparatoru aynı zamanda Türkiye Selçukuları’na karşı Eyyubiler’le dostluk ilişkileri kurma yoluna da gitmişti. Hatta 1187’de yani Selahaddin Eyyubi’nin Kudüs’ü Haçlılar’dan geri almasından kısa bir süre sonra iki taraf arasında anlaşma imzalanmıştı. Bu anlaşmaya göre İmparator Manuel, İstanbul’da bulunan camiyi onararak ibadete açacak, hutbe de Sünnî Abbasi halifesi adına okunacaktı. Buna karşılık Kudüs’teki kutsal mekânların bazıları da Ortodoks din adamlarına bırakılmıştı. Bizans’ın bu nedenle Anadolu’dan bir Haçlı ordusunun geçişi karşısında takınacağı tutum belirsizdi.

İşin ilginç yanı Alman İmparatoru’nun Müslüman Türkiye Selçukluları ile uzlaşma ihtimâli çok daha fazlaydı. Zira Barbarossa, Türkiye Selçukluları’nın en önemli rakibi konumundaki Eyyubiler’in elinde bulunan Kudüs’ü hedefliyordu. İkinci Kılıçarslan daha 1171’de Alman İmparatoru ile Bizans’a karşı ittifak arayışları içine girmiş, bu amaçla da aynı yıl hac dönüşü için Anadolu’dan geçme talebinde bulunan Saksonya Dukası Henri aracılığıyla iyi niyetlerini bildirmişti. Bunun bir göstergesi olarak Türkiye Selçukluları sınırında 400 kişilik bir askerî birlik tarafından merasimle karşılanan Henri, Aksaray’da bulunan sultanın huzuruna götürülmüş ve yapılan görüşme sonrası sultan kendisine süslü kaftanlar, ipekli kumaştan elbiseler, at ve parslar hediye etmişti. İki taraf arasındaki ilişkiler geçen yıllar içinde daha da uyumlu bir seyir izlemişti. Hatta Avrupa’da İmparator Frederik Barbarossa’nın kızı ile sultanın evlenmesinin kararlaştırıldığı hakkında bir dedikodu bile çıkmıştı. 1176’da Türkiye Selçuklu hükümdarı, Bizans Ordusu’nu Miryokefalon’da ağır bir yenilgiye uğratmış ve zaferini bildiren bir mektubu da Alman İmparatoru’na yollamıştı. Barbarossa’nın bu galibiyete memnun olduğu söylenebilir. Çünkü “İmparator” unvanı Bizans ve Alman hükümdarları arasında ciddi bir anlaşmazlık konusuydu. Her iki ülke de kendisini Roma İmparatorluğu’nun gerçek mirasçısı sayıyor ve bu unvanı kullanma hakkının sadece kendi hükümdarlarında olduğunu iddia ediyordu. Bu nedenle Bizans’ın yediği bu ağır darbe, Barbarossa’yı içten içe sevindirmişti.

Bütün bu dengeleri gözeten Barbarossa, sefer öncesinde Macar kralı Bela aracılığıyla Manuel’den sonra hükümdar olan Bizans İmparatoru İkinci İsakios ve Türkiye Selçuklu hükümdarı İkinci Kılıçarslan’a haber göndererek amacının sadece Kutsal Topraklar’a geçmek olduğunu, Balkanlar ve Anadolu’da herhangi bir tahribata yol açmak istemediğini, ordusunun yiyecek ihtiyaçlarını da bedelini ödeyerek almak istediğini bildirdi. Alman İmparatoru’nun hedefi Türkiye Selçukluları’nın güneyindeki Eyyubiler olduğu için İkinci Kılıçarslan bu teklife olumlu yaklaştı. Bizans’ın başında bulunan İmparator İsakios da 42 yıl önce yaşanan gerginliği hatırlayınca bu nazik teklifi kabul etmekte bir sakınca görmedi. Alman İmparatoru, sefer öncesinde bir mektup da Selahaddin Eyyubi’ye gönderdi. Bu mektupta Eyyubi Hükümdarı’nı Kudüs ve diğer kutsal yerleri boşaltmaya ve “Gerçek Haç”ı Hıristiyanlar’a geri vermeye davet ediyordu. Bu şartlarla yaptığı barış teklifinin kabul edilmemesi durumunda ise Selahaddin’i Ekim 1189’da Zoan Meydanı’nda bir savaşa davet ediyordu. Selahaddin’den gelen cevap son derece nazik fakat kendinden emin bir tarzda yazılmıştı. Selahaddin de kan dökülmesini istemediğini, fakat tek yapabileceği şeyin Filistin’deki Katolik kiliselerini sahiplerine geri vermekten ve Haçlı esirlerini serbest bırakmaktan ibaret olduğunu bildiriyordu. Bu cevap savaşı kesin hâle getirdi.

Barborossa, amcasının seferinden bir ders daha çıkarmıştı. Yanına alacağı adamlarda sayıca fazlalık yerine amaca uygun nitelik arayacaktı. Türkiye’deki bazı araştırmacılar Alman Ordusu’nun sayısını abartarak 200 bin ile 600 bin arasında verir. Ancak gerçekte Alman Ordusu’nun sayısı son yapılan araştırmalara göre 15 bin civarındaydı. Rakamın az oluşuna karşılık, askerlerin nitelikleri, imparatorun da deneyim ve zekâsı bu açığı kapatmaya yetiyordu.

Tüm bu gelişmeler sonrasında Alman imparatoru Mayıs 1189’da yola çıktı. Alman topraklarını büyük oğlu Henrik’e emanet ederken, ikinci oğlu olan ve kendisiyle aynı adı taşıyan Frederik’i seferde yanına aldı. Barbarossa, ilk olarak Macar Kralı’nın topraklarına girdi. Koyu bir Katolik olan Macar Kralı Bela, Alman İmparatoru’nu gayet içten karşıladı ve topraklarından geçişi sırasında da elinden gelen yardımı esirgemedi. Fakat Frederik’in Belgrad önlerinden akan Tuna kıyısına gelip Bizans sınırına geçmesi ile işler ters gitmeye başladı. Bizans’ın Balkan topraklarındaki Sırp ve Bulgar çeteleri Haçlı Ordusu’nu sürekli taciz etmekteydiler. Bu çeteler zaten Bizans İmparatorunu da tanımıyorlardı. Akıllıca bir politika takip eden Alman İmparatoru, bu çetelerin liderleri ile temasa geçti. Bizans İmparatoru kendilerinin yüzüne bakmazken, Alman İmparatoru’nun böyle bir iltifatta bulunması çetelerin tutumunu değiştirdi ve Haçlılar’ın nispeten daha güvenli bir ortamda yollarına devam etmelerini sağladı. Diğer yandan bu tutum Bizans İmparatoru’nun hiç hoşuna gitmedi. İmparator İsakios, Alman İmparatoru’nu âsileri Bizans’a karşı kışkırtmak ve Haçlı Seferi’nde samimiyetsiz davranarak gerçek niyetini saklamakla suçladı. Bu suçlamalara Alman İmparatoru’nun tepkisi çok sert oldu. Çünkü o, sadece Bizans’ın sağlayamadığı güvenli geçişi sağlamak amacıyla çete liderleri ile temas kurmuştu. Bizans İmparatoru’nun bu ithamlarına kızan Frederik, tepki olarak bugünkü Bulgaristan sınırları içinde kalan Filibe’yi işgal etti ve elçilerini de Boğazlar’dan Anadolu’ya geçişin şartlarını görüşmek üzere İstanbul’a yolladı. İsakios’un Filibe’nin işgal edilmesine tepkisi de benzer sertlikte oldu. Elçiler tutuklanarak hapsedildi. Bu elçilerin ileride Alman İmparatoru ile yapılacak pazarlıklarda kullanılması düşünülüyordu. Frederik bu tutum karşısında çılgına döndü. Derhal oğlu Frederik’i, Dimetoka’yı da işgal ederek İstanbul’a giden yolu açmakla görevlendirdiği gibi, Almanya’da bulunan büyük oğlu Henrik’e de haber yollayarak Bizans’a karşı kullanılmak üzere güçlü bir donanma hazırlamasını emretti. Niyetinin ne kadar ciddi olduğunun anlaşılması için Papa’ya da bir elçi göndererek hak yol olan Katolik inancından sapan Bizans üzerine yapacağı bir seferi kutsamasını rica etti. İşin renginin değiştiğini gören İsakios yumuşama yoluna gitti. Elçileri serbest bıraktığı gibi imparatora da Çanakkale Boğazı’ndan Anadolu’ya geçmesini söyledi ve bu geçiş işlemi sırasında elinden gelen yardımı yapacağı sözünü verdi. Haçlılar’ın İstanbul yoluyla karşıya geçmeye çalışması hem başkent önlerinde gerginliğe yol açabilir hem de yolu uzatabilirdi. Tek amacı tez elden Selahaddin’le kozlarını paylaşmak olan imparator, bu teklifi kabul ederek Gelibolu’ya yöneldi.

Bu arada huzuruna gelen Türkiye Selçuklu elçileri ile bir kez daha görüşerek II. Kılıçarslan ile önceden vardığı anlaşmayı onayladı. Fakat imparatorun gözden kaçırdığı bir durum vardı: II. Kılıçarslan artık iyice ihtiyarlamıştı. Bundan dolayı da ülkesini eski Türk töresi gereğince on bir oğlu arasında paylaştırmış ve Haçlı Ordusu’nun geçeceği yol üzerindeki bazı bölgeleri de onların kontrolüne bırakmıştı. Meselâ Gıyaseddin Keyhüsrev’e Kütahya ve Uluborlu civarını verirken, Muhiddin Mesud’a Eskişehir ve Ankara çevresini vermişti. Büyük oğlu ve Sivas hâkimi Melikşah ise bu tarihlerde Konya ve Aksaray’ı kontrol altına alarak Haçlılar’ın takip edeceği yola iyice yaklaşmıştı. İmparatorun bu şehzadelerle de görüşmesi gerekiyordu. Her ne kadar şehzadeler, görünüşte babalarına bağlı olsalar da artık kudretini yitiren Kılıçarslan’ı çıkarları söz konusu olunca dinlemeyebiliyorlardı. Zaten Kılıçarslan da isteği dışında Konya’yı işgal eden büyük oğlu Melikşah’ın elinde adetâ esir hayatı yaşıyordu.

Haçlı Ordusu demek yağmalanacak para, silah, at ve zırh demekti. Bunlar da bir yana, Türkiye Selçukluları’nın Bizans sınırında yer alan Türkmen aşiretleri tam olarak kontrol altına alınamıyordu. Anadolu’da merkezî otoritenin iyice zayıflamış olması nedeniyle sadece başlarındaki beylere itaat eden bu zümrenin kontrolü epey zordu. Bundan dolayı Barbarossa, 1190 Mayısı’nda Anadolu’ya geçtikten sonra hiç ummadığı bir manzara ile karşılaştı.

Barbarossa, kendisinden 15 asır önce Persler’le savaşmaya giden Büyük İskender’in takip ettiği yolu izledi. Alaşehir üzerinden de Denizli’ye ulaştı. Buraya kadar herşey küçük aksaklıklar dışında yolunda gitmişti. İmparator, Mayıs ayı başlarında Türk topraklarına girdi. Denizli’nin doğusunda yer alan Miryakefalon Vadisi’nden geçerken, Almanlar’ın morali epey bozuldu. Çünkü 14 yıl kadar önce Türkler burada Bizans ordusunu ağır bir yenilgiye uğratmışlardı ve savaşta ölenlerin iskeletlerinin bir kısmı hâlâ görülebilmekteydi. Türk topraklarında Barbarossa, Türkmenler’in taciz hücumlarına uğradı. Özellikle ordusunun artçı kısmı önemli oranda kayıp verdi. Türkmenler, Alman Ordusu’na vur-kaç taktiği ile saldırıyorlardı. Konya’nın Akşehir ilçesi yakınlarında ise Arap kaynaklarının bildirdiğine göre bizzat Türkiye Selçuklu Sultanı’nın çocukları Melikşah ve Mesud, Alman Ordusu’nun karşısına çıkmışlardı. Anlaşılan babalarının yapmış olduğu anlaşmanın kendilerini pek bağlamadığını düşünüyorlardı. Saldırı Alman Ordusu tarafından zorlukla da olsa geçiştirildi. Fakat bu sefer de Barbarossa’nın öfkesi Türkiye Selçukluları’nın üzerine çekilmiş oldu.

Başkent Konya üzerine yürüyen Alman İmparatoru, şehrin önlerinde karşılaştığı Kutbeddin Melikşah’ı yenilgiye uğrattıktan sonra Konya’yı kuşatma altına aldı. Melikşah, Alman Ordusu’na direnmenin güçlüğünü görerek yanında adeta esir hayatı yaşayan yaşlı babası İkinci Kılıçarslan’ı da alarak iç kaleye çekildi. Bir yandan da Barbarossa’ya haber gönderdi. Alman İmparatoru beklemediği bu saldırılar karşısında öfkelenmekle beraber Konya önlerinde fazla vakit kaybetmek istemiyor, ordusunun ihtiyaçlarının karşılanması durumunda yola devam etmeyi planlıyordu. Çünkü kendisine rakip olarak Selahaddin’i, hedef olarak da Kudüs’ü seçmişti.

Sonuçta iki taraf arasında anlaşmaya varıldı. Buna göre şehrin dışında Haçlılar’ın ihtiyaçlarını karşılayabilmeleri için bir Pazar kurulacak, Haçlılar da ihtiyaçlarını gördükten sonra bölgeye zarar vermeden geçip gideceklerdi. Alışverişlerini yapan Almanlar, Konya’nın bugün de ünlü olan Meram bağlarında yaklaşık bir hafta kadar konaklayarak mayısın sonlarına doğru Karaman’a yöneldiler. Buradan da Toroslar’ı aşarak Kilikya Ermeni krallığı topraklarına girdiler. Yol boyunca Haçlılar’a başka bir ciddi saldırı olmadı. 7 Haziran 1190’da Ermeni Kralı Leon’un elçileri Alman ordugâhına gelerek imparatoru selamladılar.

İmparator üç gün sonra Silifke önlerine geldi. Burada ordusunun ana kısmını geride bırakarak yanına muhafızlarını aldı ve Silifke Çayı’nı geçme teşebbüsünde bulundu. Kaynaklar bundan sonra yaşananları farklı anlatsalar da kesin olan yaşlı ve tecrübeli imparator için bu çayın son durak olduğudur. Bazı kaynaklar imparatorun çaydan geçerken dengesini kaybederek atından düştüğünü ve ağır zırhının da etkisiyle suya gömüldüğünü yazarlar. Muhafızları zırhlarını çıkarıp suya atlayana kadar imparator boğulmuştu. Bazı kaynaklarda ise imparator çayı geçmiş ve karşı sahilde adamları ile kahvaltı yapmıştı. Kahvaltı sonrasında Haziran sıcağından bunalan imparator çaya girmiş ve burada ayağının kesilmesi sonucu paniğe kapılarak adamlarından yardım istemiş, fakat coşkun sulara kapılarak boğulmuştu. İmparatorun cesedi sahile çıkarıldığı sıralarda ana ordu da olay yerine gelmişti. Almanlar adetâ yıkılmışlardı.

Steven Runciman’ın deyimiyle Almanlar tam bir “führer” yani lider tutkunuydu. Saydıkları lideri gayet coşkulu bir şekilde takip eder, fakat onun ölümüyle dağılıverirlerdi. Silifke’de de benzer şeyler yaşandı. Ordunun başına hemen imparatorun oğlu olan Schwaben Dükü Frederik geçti. Ancak bazı soylular onu takip etmek istemediler. Ölümün ilahî bir işaret olduğunu söyleyerek Almanya’ya geri döndüler. Geri kalanlar ise Antakya’ya kadar zorlu bir yolculuğu göze alarak yeni efendilerini takip ettiler. Fakat yola koyulmadan önce ilginç bir sorun baş gösterdi. İmparatorun cesedini alelâde bir yere değil de Kudüs’e gömmek en doğru karar olacaktı. Müslümanlar’dan geri alınan Kudüs’te gömülmek, imparatorun ruhunu da şâd edecekti. Cesedin bozulmadan Kudüs’e nasıl ulaştırılacağı ise başlı başına bir problemdi. Yıllar önce Babil’de ölen Büyük İskender’in cesedi bal içinde Mısır’a götürülmüştü. Almanlar ise cesedi sirkeye yatırmayı tercih etti. Sirke dolu bir fıçının içine konulan ceset Antakya’ya getirildi. Ancak sirke yeterli korumayı sağlayamamış olacak ki, cesedin kokup parçalanmaya başlandığı gözlendi. Bunun üzerine cesedin kemikleri etlerinden sıyrıldı. Etler Antakya’da bulunan Aziz Petrus Kilisesi’ne gömüldü. Kemikleri ise Sur şehrine kadar getirilebilmiş ve Kudüs’ün ele geçirilememesi nedeniyle de burada toprağa verilmişti.

İmparatorun oğlu Frederik’i de babasının sonuna benzer bir son bekliyordu. Anadolu’dan geçerken Türkler’le yapılan savaşlarda ağır yaralanan ve ölümden dönen bu prens, elinden geldiğince ordunun dağılmasını engellemeye çalıştı. Ancak babasının yetki ve otoritesi onda bulunmuyordu. Buna rağmen elindeki adamların önemli bir kısmını Antakya’ya getirmeyi başardı. Alman askerler adetleri gereği uzun yola çıkmadan önce bolluk şehri olarak niteledikleri Antakya’da her türlü yiyeceği ölçüsüz bir şekilde tıkınınca yaz sıcağında yollarda telef oldular. Bir kısmı ise zaten Antakya’dan hiç ayrılmak istemedi. Frederik elinde kalan ama sayısı iyice azalan adamlarıyla Kutsal Topraklar’da elinden geleni yaptı. Fakat yakalandığı bir ateşli hastalıktan kurtulamayarak hayatını kaybetti. Başsız kalan Almanlar’ın önemli bir kısmı Venedik yoluyla Almanya’ya döndü.

Arap tarihçiler Allah’ın Müslümanlar’ı koruduğunu söylerken aslında abartmıyorlardı. Çünkü Barbarossa ölmese ve kuvvetlerinin başında Kutsal Topraklar’a gelebilseydi Haçlı Seferleri’nin seyri çok daha değişik olabilirdi. Selahaddin, Hristiyan hükümdarlar arasında en çok ondan çekiniyordu. Bu nedenle de Kuzey Suriye’ye Alman Ordusu’nu karşılamak üzere ciddi bir kuvvet yığmıştı. İngiltere ve Fransa Kralları’nın da sahilden Kutsal Topraklar’a çıkması durumunda Eyyubiler büyük bir felaketle karşı karşıya kalacaklardı. Ancak Alman Haçlılar’ın bu şekilde telef olması üzerine Selahaddin tüm ağırlığını sahilden gelecek Haçlı saldırılarına verme imkânı buldu. Bu sayede diğer iki Avrupalı Kral, elleri boş olarak ülkelerine dönmek zorunda kaldılar.

Bugün kralın boğulduğu varsayılan yerde söz konusu tarihî olayı anlatan bir tabela bulunuyor. Fakat gerek Türk ve gerekse de Alman tarihi açısından adetâ bir dönüm noktası teşkil eden bu konu hakkında Türkçe’de, kronikler ve birkaç makale dışında neredeyse hemen hiçbir ciddi araştırma yok. Rahatlıkla bir filme senaryo malzemesi teşkil edebilecek bu olayın Türk ve Almanlar’ın bir ortak çalışmasıyla beyaz perdeye aktarılmasını bu yazı vesilesiyle öneririz.