๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Diğer Yazılar => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 22 Temmuz 2012, 13:18:38



Konu Başlığı: Şairin berzahı
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 22 Temmuz 2012, 13:18:38
Şairin berzahı
Celil CİVAN • 77. Sayı / DİĞER YAZILAR


Siyaset yapmanın kısıtlı olduğu bir ortamda düşüncelerini doğrudan ifade edemeyen sanatçılar edebiyatın imkânlarından yararlanarak ideolojik mücadelelerini şiir, roman ve hikâye üzerinden vermeye çalışıyorlardı. Alegori, simge ve mecaz bu anlamda hem sanat yapmaya hem de sözünü “dolaylı” söylemeye imkân tanıyordu. Bu anlamda Türk şiirinde, toplum ve dünya hakkındaki fikirlerin ifade edildiği, bu fikirlerin de okur katında karşılık bulduğu bir epik damardan söz etmek mümkün. En önemli figürlerin Necip Fazıl Kısakürek ve Nazım Hikmet olduğu bu damarın günümüze kadar gelen birçok isimde de yansımasını görüyoruz. Diğer yandan epikle karşıt olmasa da ondan farklı bir yol kat eden “lirik” bir damardan da söz edebiliriz. Epiğin gürül gürül akan ırmağına karşılık lirik daha usulca ilerleyen bir yer altı suyu gibi işliyor. Ancak burada epikle liriğin birbiriyle tezat oluşturduğunu söylemek yerine birinden diğerinin ağır bastığını söylemek daha doğru. Nitekim hem Necip Fazıl’a hem de Nazım Hikmet’e baktığımızda her iki şairin de lirik dizelere sahip olduğunu görebiliriz.

Epiğin kararlı ve gür sesine karşılık lirik daha içten, daha “kişisel” bir sesin duyulmasına imkân sağlıyor. Ancak burada liriğin “kişiselliğini” yüzeysel anlamıyla “dünya ahvali”nden kopuk, bireyci bir edebiyat olarak algılamak hata olur. Zira liriğin kendine has diyebileceğimiz kapalılık, anlaşılmazlık ve imgesellik gibi özellikleri bu şiirin anlaşılmasını zorlaştırsa da onun varlık düzleminde daha radikal bir tavır aldığını ima edebileceğini, böyle bir tavra imkân sağlayabileceğini söyleyebiliriz.

Kendine özgü bir sese kulak veren, kendine ait bir anlam dünyasını kuran lirik, sadece epiğin coşkusu karşısında değil, okurun edebiyat sevgisinde de yer yer yalnızlığa mahkûm olabiliyor. Zira dilin mümkün çemberlerini çatlatmaya yönelik her devinim aslında mevcut varlık alanına, başka bir ifadeyle “yaşadığımız dünyaya” farklı bir gözle bakmayı, onu yeniden kurmayı, dahası onu baştan aşağı yeniden tanımlamayı ifade ediyor. Adorno’nun mevcut dili yeterli bulmadığı için eserlerini alabildiğince “karmaşık” yazmasında olduğu gibi şairin de konuştuğumuz dili “bozmaya” uğraşması, dünyaya ve topluma dair bir siyasi tutumdan daha “yıkıcı” bir ideolojik yaklaşıma işaret ediyor.

Heidegger “Hölderlin ve Şiirin Özü” adlı makalesinde şairin varlık alanını yeniden tanımlamaya çalıştığını, şairin “yer ile gök arasında” bir Ara’da durduğunu söyler. Felsefecinin bu yaklaşımı, şairin kendine özgü bir şiir dünyası kurarken aslında mevcut dünyadan farklı bir kurgu peşinde olduğunu ima eder. Şairin mevcut dünya düzeninden farklı bir “varlık alanı” inşa etmesi ise, Hölderlin’in “şiir yazmak uğraşların en masumu” ifadesinin bir ironiden başka bir şey olmadığını söyler:

“Ozanın kendisi öncekiler, yani tanrılarla sonrakiler, yani halk arasında duruyor. O Ara’ya, tanrılarla insanlar arasına atılmış olandır o. Ama yalnızca ve ilk kez bu Ara’da karara bağlanır, insanın kim olduğu ve varoluşunu nereye yerleştireceği.”

Görüldüğü gibi söz konusu Ara, “insanın kim olduğuna” dönük bir sorgulamaya işaret ediyor yoksa bireysel bir tutku veya doygunluğa değil. Tam tersine şair alabildiğince kendi olduğu noktada bu “kendiliği” bir varoluş sorusuna çevirmekten uzak kalamıyor. Şairin berzahı, onu gündelik hayattan uzak tutan bir “oyuncul bölge”ye koymuş olsa da şiir bir oyun kadar “masumane” gözükmüyor:

“Öyle ya, ozan gündelik yaşamdan “atılmış” olmasa ve ona karşı uğraşının görünüşteki zararsızlığıyla korunmasa, bu en tehlikeli yapıt nasıl gerçekleşir ve saklanırdı? Şiir oyuna benzer ama oyun değildir. Oyun gerçekten insanları bir araya getirir, ama öyle getirir ki, herkes kendini unutur onda. Buna karşılık, şiirde, varoluşunun temeli üstünde bütünlenir insan.”

Böylesi bir Ara ise, şairin gönüllü veya gönülsüz bir sürgünlüğünden başka bir anlama gelmiyor. İnsan varoluşun temeli üstünde bütünlenirken ne gökte ne yeryüzünde ikamet eden şair, alabildiğince geniş ve ıstırap dolu bir sürgünlük mıntıkasına hapsediyor kendini: Yokluğa, parmaklıklar ardına, deliliğe, okurlarca karşılık bulmamaya…