๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Diğer Yazılar => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 27 Temmuz 2012, 12:07:23



Konu Başlığı: Postmodern bir ‘fetih’ öyküsü
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 27 Temmuz 2012, 12:07:23
Libya: Postmodern bir ‘fetih’ öyküsü
Taha KILINÇ • 80. Sayı / DİĞER YAZILAR


Arap dünyasında ‘hiçbir’ hareketin olmayacağı düşünülen iki ülke vardı: Tunus ve Libya. Ancak ironik bir şekilde, ‘Arap Baharı’ çerçevesinde ilk başkaldıran Tunus halkı oldu, onu da Libya izledi. Tunus, ‘Avrupai’ geçmişine uygun bir şekilde hızla seçimlere doğru ilerlerken, Libya’da durum oldukça karıştı. Yaklaşık 6 ay süren bir iç savaşın sonunda, şimdi toz-duman yeni yeni dağılmaya, manzara da netleşmeye başlıyor.

Bir garip ittifak
Muhalifler, NATO’nun da yardımıyla başkent Trablus’u kolaylıkla ellerine geçirdiler. Henüz Ulusal Geçiş Konseyi resmen Bingazi’de bulunmaya devam etse de, Konsey’in lider isimleri Mustafa Abdülcelil ve Mahmud Cibril, yabancı misafirlerini Trablus’ta ağırlıyorlar.

Ancak “Trablus’un fethi” sırasında dikkatli gözlerden kaçmayan bir ayrıntı vardı:

Trablus’u ‘fetheden’ komutan Abdülhakim Belhac -ya da Sovyet işgali sırasında savaştığı Afganistan’daki adıyla Ebû Abdullah es-Sâdık-, 2004 yılında Tayland’ın başkenti Bangkok’ta CIA tarafından yakalanmış, ardından Kaddafi’ye teslim edilmişti. Trablus’ta İngiliz Gizli Servisi MI6 tarafından işkence edilip sorgulanan Belhac, 2011 yılında, Kaddafi’ye karşı isyan başladığında hapisten kurtulabilmişti. Sonra gün geçip devran dönmüş, “Batılı müttefikler”, Trablus’un ‘fethi’ için Belhac’ın ismi üzerinde uzlaşmışlardı.

Bu ilginç anekdot, “Yeni Libya”nın nasıl karmaşık bir ittifakın marifetiyle kurulmakta olduğunu göstermesi bakımından dikkate değer.

Muhalifler zafer sarhoşluğu yaşamaya devam etseler de, şu an gelinen noktada, Kaddafi ve oğulları bulunabilmiş değil. Bir kısmının Cezayir’de, bir kısmının Nijer’de olduğu düşünülüyor, ancak muhaliflerin ellerinde henüz onları Libya’ya getirip mahkemeye çıkarabilecek bir güç bulunmuyor. Kaddafi’nin de Saddam gibi ‘bir delikte’ tıraşı gelmiş, saç boyaları atmış bir halde bulunması mümkün. Öte yandan, çölde yıllarca saklanabileceğine dair öngörüler de mevcut.

İki büyük problem
‘Yeni Libya’nın önünde çözülmesi gereken iki büyük problem duruyor: 1) Ülkenin doğusunda yer alan çok kıymetli petrol yataklarının kimlerin emrine verileceği, 2) Kaddafi’ye karşı aynı safta savaşan farklı yapıdaki muhalif grupların arasında çıkması muhtemel çatışmaların nasıl önleneceği.

Libya petrolü neden önemli? Bu soru, mart ayında Kaddafi’nin yok etmeye karar verdiği Bingazi’nin ‘Yeni bir Hama’ olmaması için Fransa ve ABD’nin neden hemen telaşlandıklarının da cevabını içeriyor. Libya petrolü, yüksek kalitesi ve neredeyse rafine bile etmeye gerek duyulmayacak ölçüde kolay işlenebilmesi nedeniyle çok önemli. Öyle ki, genel rezervler içinde yüzde 2 civarında yer tutmasına rağmen, Libya petrolünün dünya piyasalarından çekilmesi, petrol fiyatlarının anında fırlamasına neden oluyor.

Muhaliflerin, “galip geldikleri takdirde petrolün yüzde 35’ini kendilerine vermek üzere” Fransa ile yaptıkları anlaşmanın artık ortaya çıkmış olması, Libya petrollerinin akıbetinin ne olacağı konusunu büyük ölçüde aydınlatıyor. Zaten Mustafa Abdülcelil de, “Bizim mücadelemize destek veren ülkeler, elbette petrolden faydalanmada da önceliğe sahip olacaklar” demiş bulunuyor. Bu bilgilere, Fransa’nın, 6 aylık iç savaş boyunca Katar’la birlikte Sudan sınırı üzerinden muhaliflere silah göndermiş olduğu bilgisini de ekleyelim.

İkinci problem, petrol kadar kolay halledilebilecek gibi durmuyor. Çünkü, Kaddafi’ye karşı savaşan halk koalisyonu, normal şartlarda birbiriyle iyi geçinmesi neredeyse imkânsız insanlardan (milliyetçilerden, mücadeleyi bir ‘cihad’ şuurunda götüren İslâmcılardan, haydutlardan, yeni dönemde de köşeleri kapmak isteyen fırsatçılardan vb.) oluşan geniş bir cephe idi. Şimdi Kaddafi sonrasında bunların birbirinden keskin çizgilerle ayrılması, hatta birbirleriyle vuruşmaları tehlikesi var.

İslâmcıların önderi durumundaki Ali Silâbi, şimdiden Yeni Libya’nın muhtemel yöneticilerine karşı bayrak açmış durumda. Hatta Mahmud Cibril’i “Kaddafi’nin soygun düzenini başka adlar altında sürdürmek”le bile suçladı. Hâkeza kendilerine “Misrata Devrimcileri” denilen zapt edilmesi oldukça zor bir grubun varlığı da biliniyor.

Araplarla ilişkilerin yumuşak karnı
Bu arka plan eşliğinde, Başbakan Erdoğan’ın ‘Arap Baharı Turu’ kapsamındaki son durağı Libya idi. Ama Erdoğan, bütün çabasına rağmen “Yeni dönemde Libya’yı ziyaret eden ilk yabancı lider” olamadı. Çünkü İngiltere Başbakanı David Cameron ve Fransız Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, saklamaya gerek görmedikleri bir telaşla, Erdoğan’dan bir gün önce Trablus’a geliverdiler.

Bir Fransız devlet adamının Kuzey Afrika’da kahraman gibi karşılanabilmesindeki absürtlük bir yana, ziyarete ‘petrol pazarlıkları’nın gölgesi düştü. Yine de ikili, “Herhangi bir anlaşma yapmaya gelmedik” diyerek kendilerini temize çıkarmaya çalıştılar.

Başbakan Erdoğan ise, elbette Cameron ve Sarkozy’den daha sıcak karşılandı Libya’da. Trablus’ta halkla Cuma namazı kıldı, Tahrir Meydanı’nda konuştu, Mustafa Abdülcelil’le el ele pozlar verdi.

Ancak Başbakan Erdoğan’ın tüm Kuzey Afrika gezisini olduğu gibi Libya ziyaretini de gölge gibi takip eden bir şey vardı: Araplara yeni bir model tavsiye ederken meseleyi karşı tarafı herhangi bir şekilde incitmeden ele alabilmenin zorluğu hatta imkânsızlığı.

Mısır’da bu zorluk, laiklik mesajı üzerinden çıkan tartışmalarda gösterdi kendini örneğin. Türkiye’nin, Araplara “Türkiye modeli”ni önermekten, hele hele bunu yaparken yanlış çağrışımlara yol açabilecek kavramları kullanmaktan kaçınması gerektiği de bu vesileyle ortaya çıkmış oldu.

Libya’da, Mısır’da olduğundan daha rahattı Başbakan Erdoğan. Ancak burada da, Fransız-İngiliz ittifakının karşısında Türkiye’nin kendisine nasıl bir yer bulabileceği sorusu net bir şekilde cevaplanamadı. Herhalde bu sorunun cevabına, önceki satırlarda işaret edilen iki muhtemel problemden, özellikle ikincisi salimen çözüldükten sonra ulaşabileceğiz.

Bu süreçte de Türkiye, yine “Araplarla ilişkilerin yumuşak karnı” meselesiyle sıklıkla yüzleşmek durumunda kalacak. Dünya medyasının manşetleri “Ortadoğu’nun Sultanı geliyor” ile “Yeni Osmanlılar fethe çıktı” uçları arasında gezinirken hem de.