๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Diğer Yazılar => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 18 Haziran 2012, 18:01:41



Konu Başlığı: Osmanlı iktisadı üzerine bir konuşma
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 18 Haziran 2012, 18:01:41
OSMANLI İKTİSADI ÜZERİNE BİR KONUŞMA
Saadettin ACAR • 47. Sayı / DİĞER YAZILAR


Mehmet Genç’i dinlerken, on milyon kilometrekareyi ve altıyüz yıllık bir zaman dilimini değil de küçücük bir odada üç-beş dakikada cereyan eden bir olaydan söz edildiğini sanırsınız. O denli detaylı bilgiye sahip, o kadar meselenin içinde. Osmanlı iktisat tarihi ve sistemi ile ilgili makro seviyede ve imparatorluk ölçeğinde değerlendirmeler yapabildiği gibi, yerel düzeyde ve çok detay gibi görünen meselelere de hâkim. 17. yüzyılda bir esnafın ya da herhangi düzeydeki bir memurun gelirine de, İmparatorluk’un herhangi bir yıldaki bütçesinin savunma, eğitim, sağlık için ayrılan bölümlerine de aynı yetkinlikle vakıf.

Tüm ömrünü ve mesaisini Osmanlı sisteminin mantığını kavramaya harcayan Mehmet Genç, kendi ifadesiyle “incelediği ve zihin dünyasını yönelttiği obje ile kaynaşmış, adeta onun özellikleri ile bulanmıştır”. Ve artık “objenin nerede bittiğini zihnin nerede başladığını fark etmek imkânsız hale gelmiştir”. Harcadığı o muazzam mesaiye rağmen Mehmet Genç’in, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Ekonomi” başlıklı tek kitabının önsözünü şu mütevazı cümlelerle bitirmesi, ilgilendiği durumların ruhuna ne denli tesir ettiğinin kanıtıdır: “Yapılması gereken bütün çalışmaları yapılmış olanlarla karşılaştırdığım zaman ‘hac yolunda bir karınca’dan daha iyi bir durumda olmadığımı düşünmekten kendimi alamıyorum”. Ve bir başka cümle: “İnsan okyanusta yüzmeye kalkınca, tabii ki derinliklerin üzerinde görünür. Aslında derinlik kendisinde değil, içinde yüzdüğü okyanustadır. Benim şansım bu devasa obje ile uğraşmaktan ve bu okyanusta yüzmeye çalışmaktan ibarettir”.

Mehmet Genç’in yazdıklarını özetlemek neredeyse imkânsız… Çünkü bazen tek bir cümleyi, bir önermeyi doğrulamak için yüzlerce defter ve belgeyi karıştırdığını, bir ihtimal uğruna kendi ifadesiyle “birkaç yılını heba ettiğini” görüyoruz. Bununla beraber bu inceltilmiş üslupta, sanata duyduğu derin ilginin payını da görmezlikten gelemeyiz. İyi bir klasik müzik dinleyicisi ve iyi bir edebiyat okurudur çünkü. Şu cümleler ona ait: “Çok kere, yorum veya analiz niteliğindeki önermelerde bir problemi tek başıma çözmek zorunda kaldığım zamanlarda, en evrensel ve benim için en güvenilir yolu seçerek müzik dinledim. En zor problemleri çözmede, tıkanan düşünce açmazlarını aşmada bana en çok yardımı olan Wagner’in operaları oldu. Ancak onları da dipnotunda göstermedim, çünkü çözüm ile opera arasındaki bağlantı objektif değil, benim zihnimde başlayıp biten bir subjektiflikten ibaretti”. 

Doktorasını bitirdiğinde, vardığı sonuçları yetersiz bulup tezini yazmayarak kütüphanelere ve arşivlerin tozlu raflarına daldı. Çünkü Osmanlı arşivleri, “atalarımızın nasıl yaşadığını, neleri, nasıl ve ne kadar ürettiğini, neler düşündüklerini, ne tür problemlerle karşılaştıklarını ve bunları çözmek için ne tür kurumlar geliştirmiş olduklarını bize bütün zenginliği ve ayrıntıları ile anlatan verilerle dolu büyük bir hazine”dir. Ve yarım asırdan fazla bir zamandır Mehmet Genç, o büyük hazinenin raflarının tozunu yutmaya ve orada aramaya devam ediyor.

Çalışmalarını öncelikle sözlü olarak paylaşmayı seven Mehmet Genç, samimi bir sohbet ortamında  Osmanlı iktisat sistemine dair temel düşüncelerini ana başlıklarıyla ele aldı. Bu konuşmanın en önemli özelliği, sınırlı bir zaman diliminde, Osmanlı iktisat tarihine ve sistemine dair bir özet sunması ve çalışmalarının ana istikameti hakkında ipuçları vermesidir. Bu yazı bu konuşmanın ürünüdür. Ama yazıdaki görüşler Mehmet Genç Hoca’ya ait olmakla birlikte, sunum, hatasıyla sevabıyla bize aittir. Çünkü üslupta tasarruflarda bulunduğumuzu, konuşma dilini yazı diline çevirirken karşımıza çıkan sıkıntıları aşmak için bazı müdahaleler yaptığımızı; bazı cümleleri ikiye-üçe bölerken, bazı yerlerdeyse iki-üç cümleyi birleştirip tek bir cümle yaptığımızı, dolayısıyla kendimizin bu arada meydana gelen karışıklık ve hatalardan da sorumlu olduğunu belirtmemiz gerek. Şunu da belirtmemiz gerekir ki Mehmet Genç, kılı kırk yararak yazan bir akademisyen. Zaman zaman, ortaya konan işin niteliğinden çok, makalelerinin sayıca azlığına bakanlarca bu, bir eksiklik gibi de görülür. Fakat Mehmet Genç’in sorumluluk duygusundan dolayı -buna sanatçı hassasiyeti de denilebileceğini düşünüyorum- az yazdığını, yazdıklarının, çok ince elendiği için de neredeyse özetlenemez bir örgüde olduğunu paylaşmak lazım. Bu konulardaki aşırı hassasiyetine rağmen bu konuşmayı bu şekilde yayınlamamıza izin veren Mehmet Genç hocamıza teşekkürü bir borç biliyor, sözleri yazıya çevirirken maksadının ruhuna bir hasar verilmişse eğer, bundan dolayı kendisinden peşinen özür diliyoruz.

Osmanlı, Mucizevî Bir Devlettir

Osmanlılar Müslüman’dırlar, Türkçe konuşuyorlar ve Türk kökünden geliyorlar. Biliyoruz ki Türkler tarih boyunca 17 devlet kurmuşlar, ama ne Türk, ne de İslam dünyasında Osmanlı kadar uzun ömürlü olmuş bir başka siyasî yapı görülmüyor. Mucizevî bir devlet. Eskişehir yakınlarında küçük bir beylik olarak doğuyor ve oradan dinamit gibi, inanılmaz, önceden tahmin ve tasavvur edilemez bir süratle genişliyor, büyüyor; batıya ve kuzeye, Ukrayna ve Rumeli’ye varıyor. Ondan sonra Rumeli’deki macerası var: Tamamıyla Hıristiyan olan bir dünyada, kesintisiz 400 sene, hiçbir yenilgi ve duraksamaya uğramadan genişlemeyi başaran muhteşem bir yapı. Bu, Osmanlı’nın hâlâ anlayamadığımız ve çözemediğimiz problematiklerinden biri. Bizler, genellikle Bizans, Balkan, Sırp, Bulgar Krallıkları’nı ufak tefek şeyler diye düşünürüz ama onların içinde çok iddialı ve güçlü krallıklar da var. Aslında Osmanlı da ufak ama bunların hepsini tasfiye edip devleşiyor, Viyana’ya kadar gidiyor, Batı dünyasında büyük bir dehşet yaratıyor. O dönemde bir Fransız şairi diyor ki: “Bu Osmanlı tehdidiyle biz burada yaşayamayız. Avrupa’yı tahliye edip Amerika’ya gidelim”. Aslında şairin dediği de oluyor; Avrupa Medeniyeti tahliye olup Amerika’ya gidiyor. Evet, Osmanlılar’ın bu genişleme ve kendini kabul ettirme özellikleri anlaşılması kolay olmayan bir problematiktir. Çünkü rakibi Avrupa Hıristiyanlığıydı ve 1300-1400’lerde Osmanlı doğduğu zamanlarda, bu rakibin, bütün parametreleriyle Osmanlı’yı kat kat aşan, büyüklükleri kontrol eden bir kıta olduğunu görüyoruz. Peki, bu büyük rakibe karşı Osmanlılar, bu uzun soluklu başarıyı nasıl kazandı? Bu da problematiktir, hâlâ çözülebilmiş değildir.

Ondan sonra Avrupa dünyaya hâkim oldu; keşifler, kıtalar, okyanuslar ve muazzam sermaye birikimi, iktisadî büyüme, gelişme vs. Avrupa bütün dünyayı kontrol ettiği bir zamanda, II. Viyana’dan sonra Osmanlılar, Avrupa’dan geri dönmeye başladılar ki; II. Viyana’dan sonra Avrupa sanayi devrimini yaptı, inanılmaz ölçüde güç kazandı ve 100-150 sene içinde bütün küreye hâkim oldu. Buna rağmen Osmanlıları Avrupa’dan kovamadı. Osmanlıları Viyana’dan Edirne’ye ancak 200 senede geri döndürülebildiler ki gidişleri de 300 seneye yakındı. Bu da problematiktir; çözülmesi de çok yavaş ve zordur. Buradan, Osmanlı’nın çok sağlam bir yapı kurduğu anlaşılıyor. Onun için kendilerini “ebediyyen yaşayacak devlet” anlamına gelen “devlet-i ebed müddet” diye nitelendirdiler. Fakat bu devlet Avrupa’daki büyük dönüşüme katılmadı; sanayi devrimi ve modern iktisadî büyüme Osmanlı dünyasında görülmedi. İşte buna rağmen Avrupa’ya karşı bu direnci gösterebilmeleri, hakikaten mucizevî bir durumdur. Burada asıl sorulması gereken şudur: Osmanlı bu büyük dönüşüme neden katılmadı? Bu da bir diğer üçüncül problematiktir. Ben daha çok çalışmalarımı bu problematiğin etrafında, bu temel üzerinde, varyasyonlar şeklinde yapmaya çalıştım.

Osmanlı İktisat Sistemi'ne Bir Bakış

Şimdi de Osmanlı Ekonomik Sistemi’ne gelelim: Osmanlı ekonomiyi bir put olarak değil, bütün sosyal grupların ihtiyaçlarını karşılayacak bir hizmetçi olarak düşünüyor. Kapitalizm’in gelişmeye başladığı tarihlerden itibaren Avrupa’da ortaya çıkan ve insanı ekonominin emrinde bir hizmetçi gibi gören anlayışı -ki Kapitalizm’in meydana getirdiği yapının bize ilham ettiği budur- kabul etmeyen Osmanlılar bunun tam tersini düşünüyorlardı. Ekonomi, toplumun ihtiyaçlarını karşılamaktır. Onun için Osmanlılar ekonomiye kapitalist dünyadan tamamen farklı şekilde baktılar.

Osmanlılar küçük bölgesel denge fikriyle ekonomiyi organize etmiş görünüyorlar. Çok konuşuyor ve ayrıntılı şekilde yapıp ettikleriyle ilgili şeyler anlatıyorlar ama ekonomi hakkındaki pratikleri ile ilgili, bizim, bugün sosyal ilim perspektifinden baktığımızda gördüğümüz bir kavramsallaştırmaları yok. Çünkü ekonomiye bizim gibi değil başka türlü bakıyorlar; 10-20 köylük birimden bir kaç yüz köye kadar, genellikle “kaza” dedikleri bölgesel yapıların kendi kendine yeterliliği üzerinde ekonomiyi organize ettikleri anlaşılıyor. Bu, bizim bugünkü “kaza” dediğimiz birime eşit olup yaklaşık 3-4 bin kilometrekarelik bir alandır. O alan içinde üretim ve tüketimin dengelenmesi esastır. Temel prensip şuydu: Bir kazada üretilen mallar, o kazanın içindeki grupların tüketimini karşılamalıdır. Bu, Osmanlı Ekonomik Sistemi’nin en dikkat çeken özelliğidir. Osmanlı’da 15. yy’dan 19. yy’ın başlarına kadar, kaza içinde üretilen bir mala orada ihtiyaç varsa, -bu ihtiyaç sahibi padişah ya da en basit köylü, üretici, sanayici ve tüccar olabilir, hiç fark etmez- o mal o kazadan dışarı çıkamaz. Ancak kazanın ihtiyacı karşılandıktan sonra, kaza dışına çıkarılabilir. Çıkar ama her yere gidemez; yalnızca İstanbul’a gider. İstanbul çünkü o zamanın ölçüleri ile de çok büyük, kalabalık. Devlet-i âliye İstanbul’da, devletin ordusu, hükümeti hep orda. Dolayısıyla kazadan çıkan malın tek yönü İstanbul idi. İstanbul’un da ihtiyacı tamamsa, o zaman Memalik-i İslamiye’nin, yani Osmanlı’nın topraklarının içinde ihtiyacı olan herhangi bir yere giderdi. Ama bu da ancak izinle olurdu. Onların da ihtiyacı bittikten sonra ihracata gidilirdi. Görüldüğü gibi Osmanlılar’da ihracat çok tâli bir şey. Bugün bize çok ters gelebilir ama Osmanlılar ürettikleri malların önce kendi ihtiyaçlarını karşılamasını isterlerdi. Buna karşılık, ithalat serbestti. Osmanlı sisteminin uzun yüzyıllar muhafaza ettiği bu en temel ilkeye ben provizyonizm diyorum.

Bir ikinci ilke de; bu karmaşık dünyada güçlü bir devleti muhafaza edebilmek için, devletin gelirlerini garanti altında ve yüksek tutmaktır ki bu da fiskalizmdir; yani hazine için mümkün olduğu kadar çok gelir elde etmek. “Mümkün olduğu kadar”ı şöyle sınırlamak lazım: İnsanların ihtiyaçlarını incitmeyecek, onlara zarar vermeyecek şartlarda mümkün olduğu kadar. Bu da, Osmanlı tarihine baktığımız zaman, oldukça sınırlı bütçelerle idare ettiklerini gösteriyor. Çok zengin bir devlettir, doğru ama memleketin büyüklüğüne göre çok küçük bir bütçeleri var. O kadar ki; 18-19 yüzyıllarda imparatorluğu gezen yabancı seyyahlar, “bu kadar büyük devlet, bu kadar büyük kaynak ve nüfus, bunun yanında gelirleri ve harcamaları da çok az. Ne garip şey! Avrupa’da devlet hazinesinden memurlara maaş ödenir. Burada ise memurlar devlete para verirler. Bu nasıl bir sistem?” diye hayret ederler. Bizim, “Osmanlı Malî Kurulları ve Bütçeler” ismiyle, Erol Özvar arkadaşımla birlikte bir kitabımız yayınlandı. Kitapta, 1500’lerden 1800’lere kadar, yaklaşık 300 yıllık Osmanlı bütçelerini yayınladık. Mesela kıymetli maden değeri üzerinden ele aldığımız zaman, 1550 ile 1780 arası 230 yıllık dönemde bütçeler aşağı yukarı aynı gidiyor. Hâlbuki kapitalist ülkelerin bütçelerinde 17. yy’dan itibaren müthiş kırılmalar var; 18. yy’ın bütçeleri, 16. yy’ın bütçeleriyle kıyaslandığı zaman hiç ortak noktaları kalmamıştır. Ama Osmanlı aynı düzeyde sürdürmüş, fiskalizmi çok sınırlı kalmıştır.

Osmanlı Ekonomisi hakkındaki düşüncelerimizde üçüncü prensip şudur: Osmanlılar’ın, ekonomik, sosyal alanda bir problemle karşılaştıklarında ya da bir yenilik yapmak gerektiğinde üniversal bir formülleri var: Dışarıya karşı son derece açık olmak. Zaten öyle olmasalar o kadar büyük bir devleti inşâ etmek mümkün olmazdı. Hem halka hem de devlete faydalı ise ve kimseye de zararı yoksa -ne olursa olsun- onu alırlar, yeniliklere açık olurlardı. Fakat zamanla kurumlar, ilişkiler oluştuktan sonra; hem halka, hem devlete faydalı, hem de kimseye zararı olmayan bir şeyi bulmak zorlaştı. Yani üç noktadan bir doğru geçirmek gibi zor hâle geldi.

Bir başka ilke de tradisyonalizm yani gelenekçilik, kadîm olana sâdık kalmaktır. 17. ve 18. yy’larda Osmanlılar, ihtilaflı konuları, “kadîmden beri nasılsa öyle yapılsın” diye çözmüşlerdir. Kadîmi de, “öncesini kimsenin bilmediğidir” diye tanımlamışlardır. Yaşayan kuşağın içinde kimsenin daha öncesini hatırlamadığı, yani alıştığı, bildiği, gördüğü denediği iyileri sürdürmek. Bu bakımdan da kapitalist Batı dünyasının değerlerinden ayrılıyorlar, onlardan farklı düşünüyorlar. Osmanlı için toplum ve ekonomi insan vücudu gibidir; ateş 38 dereceye çıktığında onu düşürmek gerekir, gayret edip 40’a çıkarmak değil. İşte Osmanlılar sosyal ve iktisadî değişmeyi böyle anlıyorlardı: Bir şekilde varılan dengeleri korumak ve dengeyi bozucu bir şey varsa onu eski hâline döndürmek. Ekonomiyi düzenleyen esas modelleri bu idi. İktisadî mal ve hizmet üretiminde kullanılan üretim faktörlerini oldukça sıkı bir kontrol altında bulundurarak, bu modeli bir kaç yüz sene değiştirmeden, bozmadan yaşatmayı başardılar.

Üretim Faktörleri: Toprak Emek ve Sermaye


Osmanlı Devleti modern öncesi siyasî sistemlerden beklenemeyecek kadar mâhirâne bir şekilde toprak, emek ve sermayeyi kontrol altında bulundurmuştur: Bunlara kim sahip olacak, ne kadar sahip olacak, bunların ücretleri, rantları, kiraları ne olacak ve bunların gruplar arasındaki dağılımı nasıl olacak; tüm bunları kontrol altında tutmuşlar. Toprağı mesela, özel mülkiyet içine pek sokmamışlar. Özellikle hububat üreten, ekonominin en büyük üretim kısmını meydana getiren ziraî toprakların mülkiyetini fertlere bırakmamışlar. Ve başka bir misal: Sırf emeğiyle geçinenlerin ödediği bir vergi hemen hemen yoktur. Çünkü emeğe değer verirler. Emeğiyle mirî toprağı işleyen ve onu bahçe hâline getirenlere, özel mülk statüsünü uygularlar. Bağ ve bahçe kaldığı, yani sürekli emek akışı bulunduğu sürece, onu özel mülkiyet içinde tutarlar. Ama ilginçtir, bağ ortadan kalktığı anda toprak, lastiğin gerilip bırakıldıktan sonra aldığı hâl gibi, tekrar mirî toprağa otomatik olarak dönüşür. Ziraî topraklarda fertlere, ailelere mülkiyet hakkı tanımıyordu, toprağın mülkiyetini “beytü’l mal” adına devlet, maliye kontrol ediyordu. Toprakları, köylü ailelerinin işleyebileceği büyüklükte tasarladıkları ve herkese dağıtabilmek için bu formülü benimsedikleri anlaşılıyor. Mirî toprağın mucidi Osmanlılar değildir tabii ki; daha evvelde Selçuklular’da, Abbasiler’de bu sistem var. Daha gerilere Hz. Peygamber’e kadar giden bir pratiği var ama, Osmanlılar bu sistemi geliştirip yaygınlaştırdılar ve ziraî üretimin temeli olarak fiilî devlet mülkiyetini muhafaza ettiler.

Osmanlı toprak sisteminde şöyle pratik bir taraf var: Köylüler toprakların mülkiyetine sahip değil. Bu bilindiği için toprağın sahibi gibi davranamıyor; vakıf ve hibe edemiyor, satacaksa devlete başvurup izin istemesi, niçin, kime ve nasıl satacağını anlatabilmesi gerekiyor. Sonra kişi kendi mülkünü isterse eker isterse bırakır, buna kimse karışamaz. Osmanlılar’da ise toprağını ekmeyen köylüden gerekçe istenir, sağlam bir gerekçesi yoksa devlet toprağı başka ekebilecek bir köylü aileye verme hakkına sahiptir. Köylü, toprağını bırakıp başka bir şehre gidemez, giderse bulunduğu yerden toprağının başına geri getirilir. Bu Avrupa’daki servaja benzer fakat servajla da karıştırmamak gerekir. Köylü derse ki dönmüyorum, -diyebilir, çünkü Osmanlı köylüsü hürdür- zorla geri getirilemez, ancak, tazminat olarak kendisinden büyükçe bir vergi alınır. Yani bu üretim kaybını telafi edecek yükümlülüğü kabul etmesi gerekir. Tabii köylü için toprağını satmak, vakfetmek, ekmeden biçmeden bırakmak, kendini açlığa mahkûm etmek olur. Yani daha iyi bir şey bulmadıkça bırakıp da nereye gidecek? Onun için Osmanlı köylüleri mülkiyeti devlete ait olan bu topraklardan, kendilerine ayrılmış olan bölümü, özel mülkü gibi görür. Çünkü kendisine tahsis edilmiş toprağı istediği gibi ekip biçer, öldüğü zaman da hiçbir miras vergisi ödemeden çocuğuna blok olarak intikal eder.

Burada bir noktaya vurgu yapmak istiyorum. Osmanlı rejiminin hızlı ve uzun soluklu yayılmasının, yabancı bir dünyada uzun ömürlü bir yapı oluşturabilmesinin problematiğinin bir çözümü de şudur: Balkanlar’da, özellikle Osmanlı rejimi gelmeden evvel mevcut olan Bizans ve Balkan krallıklarında, köylüler çok çeşitli angaryalar ve önceden görülmesi mümkün olmayan keyfî talepler ağı içinde yaşıyorlardı. Osmanlı rejimi bunu kökten değiştirdi. Bilindiği üzere Osmanlılar girdikleri yerlerde tahliller yapıyor, kurallar koyuyor; her bölgedeki insanların sorumluluklarını, görevlerini, devlete ve o bölgedeki yönetime ödemeleri gereken vergi yükümlülüklerini ayrıntılı bir şekilde yazan kanunnameler yayınlıyorlardı. Böylelikle Osmanlı köylüleri daha işin başında gelecekte ne tür bir yükümlülükle karşılaşacaklarını görebiliyorlardı. Bu tür “önceden görülebilir, düzenli” bir hukuk sistemini ilk defa Osmanlı rejimiyle bulduklarını görüyoruz. Müslüman olmayan Balkan köylülerinin Osmanlı rejimini kendi hemcinslerinin sistemlerine tercih etmelerinin önemli bir sebebi bu olmuştur. Çünkü ne üreteceği, üretilenden ne kadar vergi vereceği o kanunnamelerde bellidir. Vergi toplayan mültezimler veya voyvodalar bir yanlış yaparsa, kadılar, Osmanlı taşra yönetimi, divan bunun kontrolünü sağlayacak durumdadır. Oysa daha önceki feodal sistemde köylüler birçok angarya ile karşılaşırlar, önceden öngörülmesi mümkün olmayan, keyfî birçok muameleye muhatap olurlardı. Osmanlılar, bunları sistematik şekilde ortadan kaldırdı, asgariye -hiç yok değil ama çok aza- indirdi. Ve en önemlisi hukuku kurallara bağladı, ne tür yükümlülükleri var, çok açık bir şekilde belirledi.

Özetle; Osmanlı rejiminde ekilebilir topraklar, devletin mülkiyetindeydi; kim ne kadar toprağa sahip olacak, ne kadar işleyecek, bunu devlet kontrol ediyor, işlemiyorsa elinden alıyor, gitmişse yerine geri getiriyor, bununla beraber, köylüler de bu toprağı kendi mülkleri gibi görüyor, kendi toprağı olsa ne yapacaksa onu yapıyorlardı. Kendi mülkündeymiş gibi oturan köylüler, istediği gibi ekiyor, biçiyor, belli vergileri ödüyor, bundan dolayı da refah içinde yaşıyorlardı.

Mesela Osmanlılar Rumeli’ye girdiklerinde şehir diye bir şey yoktu, Selanik vardı sadece ki o da çok ufak bir yerdi. Buraya şehir hayatını Osmanlılar getirdi. Ve tabii bunun neticesinde 15. ve 16. yy’larda, hem Anadolu’da, hem de Rumeli’de büyük bir nüfus artışının meydana geldiği tahrir defterlerinde çok açık bir biçimde görülüyor. Yani şehirleşme artıyor, genel nüfus artıyor ve üretim artıyor.

Emeğin kontrolüne gelince… Ziraî topraklarla ve belirli toprak parçaları üzerinde çalışma yetki ve imkânıyla zaten emeğin önemli bir bölümü kontrol edilmiş oluyordu. Şehirlerde yaşayan insanlar da, esnaf örgütleri içinde zapt u rapt altına alınıyordu. Devlet bütün imparatorluk ölçeğinde 15. 16. yy’dan itibaren esnaf örgütlerine, az çok teknik uzmanlık gerektiren alanlarda örgütlenme imkânını vermişti. Esnafın ne kadar ustası olacak, ne kadar çırağı, kalfası, bunları devlet tek başına empoze etmiyor, esnafla birlikte, esnek bir şekilde belirliyor ama kontrolü de elden bırakmıyordu. Emek, bir takım mesleklerde doluşup kalabalıklaşmalara yol açmayacak şekilde kontrol altında tutuluyordu. Ziraatın dışında madencilik alanlarında da durum böyleydi.

Üretimin üçüncü önemli faktörü, asıl onun üzerinde durmak isterim, sermaye kontrolü de çok sıkı şekilde yürütülüyordu. Osmanlı Devleti, her zaman doğrudan değil fakat dolaylı yollarla sermaye birikiminin kontrolünü elinde bulunduruyordu. Ne yapıyordu? En önemlisi fiyatları belirliyordu. Maliyet hesapları yapılır ve o maliyet üzerinden kâr-ı şerî dedikleri -ki şerî olduğu şüpheli çünkü bildiğim kadarıyla İslam’da kâr sınırlaması yok, faiz yasağı var- bir fiyat belirlenirdi. Kâr-ı şerî demelerinin sebebi fiyatın fahiş bir şekilde arttırılmasına engel olmak için olsa gerek. Kârlarla ilgili verilerimiz oldukça boldur. İlk üretimden nihaî tüketime kadar malların geçtiği hemen her kademede, insanlar ürünlerini, maliyet hesabının üzerine belirli bir kâr ekleyerek satabilirlerdi. Osmanlılar’ın, 16. yy’dan 19. yy’a kadar genellikle maliyetin üstüne ekledikleri kâr, -sektöre ve bölgelere göre dalgalanmalar göstermekle birlikte- yüzde 5 ile 15 arasındadır. Esas koridor bu aralık olmakla birlikte, bazen yüzde 5’in altına, hatta yüzde 2’ye kadar düştüğü, ama aynı zamanda yüzde 20’ye kadar çıktığı da oluyordu. Fakat ortalama kârın, ihtisapla ilgili kanunnamelerde, yüzde 10 diye ifade edildiğini görüyoruz. Bunun yanında, emeğe değer verdikleri için çok zahmetli işlerde kâr oranını yüzde 22’ye kadar çıkardıkları da oluyordu. Mesela bir çivi imalatında tanınan kâr oranı yüzde 20’nin üzerindedir. Fiyatı nasıl tespit ediyorlardı? Bir örnek verelim: Mesela İstanbul’da çivi imalatçıları çok yüksek fiyat istiyor, bunun üzerine nalburlar ve inşaat sahipleri onları şikâyet ediyorlar. Kadı ve konunun uzmanları, bir örnek çivi atölyesi seçip orada oturuyor ve 8 saat çivi imalatını izliyorlar; ne kadar demir, ne kadar kömür kullandı, körükçü ve örsü tutan, döven ve diğer çalışanların ücretlerini, kullanılan malzemeleri hesaplıyorlar. Bütün bunların neticesinde çıkan maliyetin üzerine, zahmetli bir iş olduğu için yüzde 21 gibi bir kâr koyuyorlar. (Burada kısaca mesai saatlerine değinelim: Osmanlılar namazdan bir, bir buçuk saat sonra, güneşle birlikte işe başlarlar ve ikindi vakti de son verirler. Buna padişah ve bürokratlar da dâhil. Hattâ, ilginçtir, hayvanlar bile bu şekilde çalıştırılıyordu. Batı’da işçiler için 19. yy’ın ikinci yarısında, daha çok 20.yy’dan itibaren ücretsiz izin, hafta tatili gibi mesai tahditlerinden söz edilirken, Osmanlı bu konuyu yüzyıllar önce bir sisteme bağlamıştı. Bu durumu, çok önceden belirlemiş ve yalnız çalışan insanlar için değil, yüksek tabaka içindeki bürokratlar için de mesai cetveli oluşturmuşlar. Bu cetvellere baktığımız zaman, çalışanların sabah 8’den akşamdan bir saat önce biten, yaz ve kış için ayrı mesailere tabii olduğunu; yazın 9-10 saat, kışın ise 7-8 saat çalıştıklarını görüyoruz. Hayvanlar için de böyle; (hatta hayvanlar için bu kural çok sıkı uygulanır- yük hayvanlarının çalışmalarında sabah başlanıyor, ikindi de tatil ediliyor, ayrıca yemekleri ve suları da veriliyor). Tabii 15. yy’dan 19. yy’ın sonuna kadar Osmanlı otoritelerinin, bu geniş imparatorluğun her tarafında tüm malların fiyatını bu şekilde belirlediklerini söyleyemeyiz. Yüzlerce, binlerce malın fiyatını belirlemek, sistemi felce uğratırdı doğal olarak. Arada bir fiyat kontrolü yapıyorlar, bunun dışında esnaf sistemiyle bu durumu otomatiğe bağlamışlardı.

Osmanlı esnaf sistemi çok dallı budaklıdır; herhangi bir iş kolunda, bir malı başından sonuna kadar götüren entegre bir yapı yok. Bir malın üretim aşamasının her kademesinde ayrı bir esnaf var. Yalnız farklı aşamalar için değil, ayrı mal türleri varsa onlar için de ayrı esnaf var. Bu kadar dallı budaklı sistem şu demektir: Her esnaf bir başka esnaftan input (girdi) alır başka birine de çıktısını verir. Birbirine de bağlı oldukları için aralarında fiyatı hallederler. Esnafın biri, ortalama kâr olan yüzde 10’un üzerine çıkarsa, kendisi bir başkasına veya tüketiciye daha fazla bir fiyatla satamayacağı için öbür esnaf bağırır. Bundan dolayı herkesin birbirine bağımlı olduğu ve birbirini kontrol ettiği sıfır toplam bir sistemleri var. Aralarındaki kolektif pazarlıkla kâr oranlarını koruyorlar; korumadıkları zaman -çivicilerdeki gibi- kadı gelip ortalama yüzde 10 civarında bir kâr koyuyor. Bu sistem, yaygın olarak bölgelerarası ticaret yapan tüccarlar için de böyledir. Mesela Bursa’dan İstanbul’a ipek getiren tüccarlara yüzde 4, Selanik’ten peştamal, havlu getiren tüccarlara yüzde 5-6 civarında kâr oranı tanınır. Mısır’dan pamuk, keten, kahve getirenlere İstanbul’da perakende satış için tanınan kâr ise yüzde 10 civarındadır. O tüccarlardan mal alıp satanlara tanınan kâr oranı da yüzde 5’tir.