๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Diğer Yazılar => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 14 Temmuz 2012, 12:50:02



Konu Başlığı: Mehter müziği
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 14 Temmuz 2012, 12:50:02
Mehter müziği ve Avrupa’daki tesirleri
Önder KAYA • 73. Sayı / DİĞER YAZILAR


Aslen Farsça olan “mehter“ kelimesinin tam olarak ne anlama geldiği tartışmalıdır. Türkiye Diyanet Vakfı’nın İslam Ansiklopedisi’ne ilgili maddeyi yazan Nuri Özcan, kelimenin Farsçada “daha büyük, en büyük, en ulu” anlamına gelen “mih-ter”den geldiğini söyler. Mehter’in öncelikli amacının padişahın şan ve şöhretini dosta düşmana ilan etmek olduğu düşünülürse, esasen bu anlam gayet yerindedir. Osman Nuri Ergin, Türk Maarif Tarihi adlı eserinde bunun “mahi-ter”den yani “yeni ay” ifadesinden geldiğini belirtir. Bu ifade ise Mehter’in sanatını icra ediş tarzına uyar. Zira mehter vurulurken ekiptekiler yarım ay şeklinde dizilirler. Reşat Ekrem Koçu ise Resimli Tarih Mecmuası’nda kaleme aldığı bir makalesinde kelimenin “kavas” manasına gelen Farsçadaki “mihter” sözcüğünden türediğini iddia eder.

Türklerdeki askerî musikinin kaynağı, Orta Asya’ya kadar çıkarılır. Orhun Abideleri’nde köbürge ve tuğ çalgıları zikredilir. Buradaki “tuğ” kelimesi aynı zamanda hem sancak hem de davul anlamlarını taşımaktadır. Zira belgelerde “Tuğum dikip uruldı” yani “tuğum dikilerek vuruldu” şeklinde bir ifade geçer. 11. yüzyılda Türkler arasında kullanılan enstrümanlar arasında küvrüg (kös), tuğ (davul), çeng (zil) ve borguy (boru) yer alıyordu ki, bunların hepsi Osmanlı mehterinde de kullanılan enstrümanlardı. 12. yüzyılda “nay-i Türki” adı verilen Türk borusu, savaşlarda düşmanın yüreğine korku salması ile tanınırdı.

Türkler İslamiyet’e geçtikten sonra da askerî musiki ile irtibatlarını kesmediler. Hatta Orta Asya’daki geleneğin Abbasiler, Fatımiler ve Moğollar gibi topluluklarca da kullanımının önünü açtılar. Nitekim Osmanlı öncesi devirde Gazneliler, Harezmşahlar, Büyük Selçuklu, İlhanlı, Timuri ve Memluk devletlerinde de bu musiki kullanılıyordu. Akkoyunlular’daki “Nakkerehane” adı verilen birim, aynı şekilde askerî musiki icra ediyordu. Büyük Selçuklu devlet yapısını benimseyen Türkiye Selçukluları da bu geleneği devam ettirdi. Nitekim dönemin kaynaklarında pek çok hükümdarın gerek savaş sırasında, gerek tahta geçme vesilesiyle ve elçi kabullerinde özellikle kös ve zurna gibi mehtere özgü enstrümanlar çaldırdıkları bilinir. Oradan da bu gelenek, beylikler vasıtasıyla Osmanlılara geçti.

Osmanlı İmparatorluğu’nda pek çok kurumda olduğu gibi mehter musikisinin sistematize olması da Fatih Sultan Mehmet devrine tesadüf eder. Topkapı Sarayı’nı inşa ettirirken Demirkapı denilen mevkide mehterhaneyi kurduran ve mehterin esaslarını belirleyen odur. Yavuz, Kanuni Sultan Süleyman, 4. Murat ve 3. Selim de mehterle bizzat ilgilenen sultanlar olarak karşımıza çıkar.

Osmanlılarda mehterin kökleri Osman Gazi zamanına kadar uzanıyor. Bazı kaynaklarda geçtiğine göre Türkiye Selçuklu hükümdarı, uç bölgesinde muvaffakiyetler gösteren Osman Gazi’ye hakimiyet sembolü olarak çeşitli alametlerin yansıra tuğ, alem, nakkare ve davul da göndermişti ki, bunlar hakimiyet alameti olan sembollerdi. Osman Gazi kendisine gönderilen bu alametleri büyük bir hürmet ile karşılamış ve çalınan davulu hem cihada davet maksadı taşıdığından, hem de Selçuklu sultanından geldiği için ayakta dinlemişti. Kendisinden sonra da bu âdet devam ettirilmişti. Ancak Fatih Sultan Mehmet: “İki yüz yıl önce ölmüş bir hükümdar için ayağa kalkmak lüzumsuzdur” diyerek bu usulü kaldırmıştı.

Mehter sazları
Mehterde çalan sazlar özelliklerine göre farklı şekillerde sınıflandırılabilir. Kös, davul, nakkare gibi vurmalı sazların yanı sıra, zurna ve boru gibi üflemeli çalgılar, zil ve çevgan gibi metal çalgılar kullanılıyordu. Mehter takımı hilal biçiminde dizilir ve müziğini o şekilde icra ederdi. Ortada davulcular yer alır, onların hemen ardında zilciler bulunurdu. Davulcuların sağında çevganiler, solunda ise zurnacılar dizilirdi. Çevganilerin yanında nefiriyan denilen boruzenler, zurnacıların yanındaysa nakkareciler yer alırdı. Ancak nakkareciler bağdaş kurmuş vaziyette ve oturur durumda konuşlanırdı. Dizilişin tamam olmasıyla Mehterbaşı Ağa elinde bir zurna olduğu halde hilalin tam ortasına gelir ve “Merhaba ey Mehterân” diyerek mehteri selamlardı. Mehter de bu selamı “Merhaba Mehterbaşı Ağa” diyerek iade ederdi. Her şeyin hazır olduğu bu şekilde anlaşıldıktan hemen sonra şu komutlar gelirdi: “Hasdur” (ifadenin kökeni “rast dur” şeklindedir), “nevbete salâ” (nevbet vurmaya hazır ol) denirdi. Bu komutların ardından ise mehterin hangi makamla ve hangi marşı çalacağı “der fasl-ı...” ifadesi ile belirtilir ve hemen sonrasında da “Haydi ya Allah” denilerek ilgili marş çalınmaya başlanırdı. Çevgan çalanlar ellerindeki çevganları sağa sola ve aşağı yukarı sallarken, hanendelik de yaparlar yani marşı söylerlerdi. Mehter gülbang denilen bir dua ile sona erer ve Mehteran, Mehterbaşı Ağa’ya tek tek temenna ederek çekilirdi.

Padişahların cülus alaylarında mehter vurulması âdettendi. Hükümdarların tahta geçme merasimi olan Cülus töreni sırasında nevbet vurdurma, aynı zamanda yeni hükümdarın iktidarının da sembolüydü. Arife divanlarında, saray düğünlerinde ya da kazanılan bir zaferin haberi başkente ulaştıktan sonra da nevbet vurulurdu. Fetih sonrasında çalınan ezgiye “fetih davulu” ya da “Tabl-ı beşaret” denilirdi. Sultanahmet Meydanı ya da Edirne Sarayı civarında gerçekleştirilen düğün ve sünnet törenlerinin vazgeçilmezlerinden biri de mehterdi. Dolayısıyla mehter sadece askerî musiki fonksiyonu gütmez, yeri geldiğinde eğlenceli havalar da çalardı. Bilhassa sünnet düğünlerinde şehzadelerin çalgılar eşliğinde sünnet çadırına alınması, mehterin vazifesi idi. Batılı bir seyyah 1582’de yapılan şenlikleri anlatırken mehterin tam on bir saat aralıksız çaldığından dem vurur. Doğal olarak bu uzun süre içinde çalgıcılar, dönüşümlü olarak sanatlarını icra etmişlerdi.

Beylerbeyilik, vezirlik, sancakbeyliği gibi üst düzey devlet görevlerine tayin edilen kişilere hazineden verilen sancaklar, yine mehter eşliğinde ilgili kişinin konağına getirilir ve bunun mukabilinde mehter, o devlet görevlisinden bahşiş alırdı. Vezirlerin ayrıca kendi mehterleri de olurdu. İlk zamanlar vezir mehterleri ikişer kattan ibaret iken, sonrasında artarak 18. yüzyılda dokuza kadar çıkmıştı. “Kat” ifadesi mehter topluluğunda bir enstrümandan kaç tane olduğunu göstermek için kullanılan ibaredir. Şu halde müzik aletlerinden ikişer tane bulunuyorsa bu mehter iki “kat”lı demektir. Sefere vezir başkanlık ettiğinde yani serdar tayin edildiğinde öncelikle onun mehteri, sonrasında üç tuğlu vezirlerin ve ardından da iki tuğlu beylerbeyilerin mehterleri çalardı. Padişahlar sefere çıktıklarında ise 12 katlı mehterleri, azameti arttırmak amacıyla iki katına çıkarılırdı. Padişahların mehteri sadece kişi sayısı ile değil, kösleri ile de diğer mehterlerden ayrılırdı. Zira genellikle deve ya da filler üzerinde taşınan kösler, sadece padişah mehterlerine mahsus olup, vezirler bu enstrümandan mehterlerinde istifade edemezlerdi.

Savaş zamanında ise ordugâhı koruyan muhafızların uyumaması için davullar çalınır ve bu işi yapanlar “yektir Allah” diye bağırırdı. Öte yandan ordu, savaş alanına varmadan önce de her konakta ikindi vakti nevbet vurulurdu. Önce ezan okunur sonrasında ise saltanat sancaklarının altında mehter çalardı. Kuşatmalarda ya da deniz muharebelerinde de nevbet vurulur ve böylelikle İslam askerleri şevke getirilmeye çalışılırken, düşmana da korku salınması hedeflenirdi.

Mehterin Batı’ya tesiri
Mehter, Batı müziğini de oldukça etkilemişti. Mehter, Batı’da iki kanal üzerinden tanınmıştır. Bu tanışıklık ya savaş alanlarında ya da Osmanlı ülkesine gelen seyyahların kaleme aldıkları eserler vasıtasıyla olmuştu. Osmanlı devletine gönderilen yabancı elçilerle, Osmanlı ülkesinden gelen elçiler de mehterin tanınmasında önemli roller oynadılar. Yabancı elçilerin huzura kabullerinde, saltanat haşmetinin en belirgin unsuru olan mehter devreye giriyordu. Tabii ki mehter Batı’da daha çok diplomatik temaslar için giden Osmanlı elçileri vasıtasıyla tanındı. Elçi heyeti ile birlikte mutlaka bir de mehter topluluğu bulunurdu. Mehter takımı, elçi görev yerine vardıktan sonra “Elçi peşrevi” denilen bir besteyi çalardı. Osmanlıların Avrupa’da elçilikler kurmaya başlamasıyla birlikte, elçiliklerin maiyetlerinde sürekli mehter bulundurma süreçleri de başlamış oldu.

Mehter müziği Avrupa’da özellikle Avusturya üzerinden yayılmıştı. Bunun da en temel iki nedeni Osmanlı-Avusturya savaşları ve Osmanlıların Avusturya ile oldukça sık kurdukları diplomatik temaslardı. Özellikle Osmanlı-Avusturya savaşları mehterin bölgede tanınmasında baskın rol oynamıştı. Zira gerek padişahların ve gerekse de onun olmadığı zamanlarda seferi yönetmekle memur olan serdarların beraberlerinde mehter götürmeleri kanun idi. Mehter, hem düşmana korku salıyor, hem de hücum sırasında gazileri şevklendiriyordu. Ancak yine kanun mucibince mehterin savaş alanını en son terk etmesi gerekmekteydi. Bu durum bozgun yaşansa dahi değişmezdi. Nitekim 2. Viyana Kuşatması’nın devam ettiği bir devrede Osmanlı birlikleri ricat ederken mehter yine en sona kalmış ve ekiptekileri koruyacak askerî kuvvet bulunmadığından, tüm takım Avusturyalıların eline esir düşmüştü. Böylelikle Serdar-ı Ekrem Mehterhânesi olarak adlandırılan bu mehter ekibinin üyeleri ve çalgıları Viyana’ya getirildi. Hatta bu enstrümanların bir kısmı sonradan zafer nişanesi olarak çeşitli müzelerde de sergilendi. Türk tutsakları, bu çalgıların nasıl çalındığını Viyanalılara gösterdi.

Osmanlıların değişik vesilelerle Avusturya nezdine göndermiş oldukları elçiler, bu müziğin tanınma sürecini hızlandırmışlardı. Mesela 1665’te elçilik görevi ile bu ülkeye gönderilen Kara Mehmet Paşa, beraberinde getirdiği mehter takımına şehir içinde gösteriler düzenletmişti. Esasen mehterin egemenlik sembolü olarak belli vakitlerde çalınması zaten âdettendi. Anlaşılan paşa, Viyanalıların bu seremoniye olan ilgisini de keşfetmişti. Elçinin beraberinde götürdüğü kâtiplerden birinin de Evliya Çelebi olması, yaşananlar hakkında detaylı bilgi sahibi olmamızı mümkün kılıyor. Avusturya’daki mehter dinletileri bununla da sınırlı kalmamıştı. Karlofça Anlaşması’ndan hemen sonra diplomatik ilişkileri başlatmak amacıyla Viyana’ya gönderilen İbrahim Paşa da benzer bir gösteri düzenletmişti. 1718’deki Pasarofça Anlaşması’nın hemen ardından giden elçimiz Silahdar İbrahim Paşa tarafından da benzer dinletiler devam ettirildi.

Zaman içinde Avrupa’daki Türk imajının değişmeye başlaması ile birlikte mehtere bakış açısı da değişti. İlk zamanlar mehter ve onun yeri göğü inleten gümbürtüsü yaklaşan Türk felaketinin bir göstergesi olarak kabul olunuyordu. Ama 18. yüzyılda Türklerin yenilemezliği efsanesinin sona ermeye başlamasıyla birlikte mehter de gizemli Şark’ın bir unsuru olarak daha çok merak edilir oldu. Avrupa saraylarında vurmalı Türk çalgılarına olan merak adeta bir çılgınlık boyutuna ulaştı. 18. yüzyıl başlarında Lehistan kralı 2. Augustus, mehter müziğinden çok etkilendi ve dönemin padişahından kendisi için bir mehter takımını Polonya’ya göndermesini rica etti. Leh kralının bu ricası kırılmayarak 12-15 müzisyenli bir ekip Polonya’ya gönderildi. Ancak istek bununla da sınırlı kalmadı. Benzer bir talep Rus çariçesi Anna’dan geldi. Çariçe Anna, İstanbul’da Lale devrinin yaşandığı bir sırada, 1725 yılında İstanbul’a bir adamını göndererek mehter takımı edindi. 1741’de Avusturya Habsburgları’nın başkenti Viyana’da da daimi bir mehter takımı bulunuyordu. Bu devleti, hemen kuzeyde bulunan Prusya takip etti. Artık Avrupa’da mehter takımının bulunmadığı bir saray neredeyse yok gibiydi.

Mehter çalgıları arasında Avrupalıları bilhassa davul etkilemekteydi. Nitekim bu enstrümanı değişik ülkeler, çeşitli adlarla kendi askerî bandolarına dâhil etme yoluna gitmişlerdi. Avrupalılar Türk davuluna “Türkishe Trommel”, “Grosse Caisse”, “Tambour des Turcs” gibi isimler veriyorlardı.

Bu müziğin etkileşim sahası sadece ordu ve sarayla sınırlı kalmadı. Başta Avusturyalı besteciler olmak üzere pek çok Batılı müzisyen, eserlerinde bu müzikten ya da Türk sazlarından ilham aldı. Bu etki, özellikle 19. yüzyılda kaleme alınan birçok eserde kendisini açıkça gösterir. 1824’e gelindiğinde Beethoven’in Dokuzuncu Senfoni’sinin son bölümünde yeniçerilerin yürüyüşünden ilhamını alan bir pasaj göze çarpar. Brahms’ın Dördüncü Senfoni’si, Haydn’ın Askeri Senfoni’si, Wagner’in Tannhauser Operası’nın marş bölümünde de benzer etkiler görülür.

Mehter müziğinden etkilenen bir diğer isim Wolfgang Amedeus Mozart idi. Kendisi, dönemin diğer büyük bestecilerinden farklı olarak sadece eserlerine Türk müziği etkilerini taşımakla kalmamış, kaleme aldığı bale ve opera gösterilerinde de Türklerle ilgili çeşitli karakter ve imgelere yer vermişti. Hatta kaleme aldığı iki önemli opera olan Saraydan Kız Kaçırma ile Zaide’nin yanı sıra, Saray Kıskançlıkları adını taşıyan bale gösterisinde bu durum açıkça kendini gösterir.

Mehter, Yeniçeri Ocağı’na bağlı bir kurum olduğundan, bu ocakla birlikte de tarihe karıştı. 1826 yılında Sultan 2. Mahmud, yeniçerilerin Aksaray ve Şehzadebaşı semtlerinde bulunan kışlalarını topa tutturarak yıktırmış, sonrasında Mehterhâne’yi de eski düzenin bir parçası kabul ederek kaldırtmıştı. Bu kurumun yerine, Batılılaşma hareketlerinin de etkisiyle Mızıka-i Hümayun kuruldu. 1914’e gelindiğinde ise Askeri Müze’nin müdürü olan Ahmed Muhtar Paşa, bu geleneğin yeniden ortaya çıkarılmasına ön ayak oldu. Mehterbaşılığa, Eyyubi Ali Rıza Bey getirildi. Ancak eski marşlar unutulduğu için Ali Rıza Bey, Muallim İsmail Hakkı Bey ve Hoca Kazım Efendi’nin katkılarıyla yeni bir repertuar oluşturuldu. Böylelikle Osmanlı’nın son dönemlerinde Askeri Müze’nin açık olduğu günlerde nevbet vurulması suretiyle gelenek canlandırılmaya çalışıldı. Ancak 1935’de bu teşebbüs sona erdirildi. 1952’ye gelindiğinde ise dönemin Genelkurmay Başkanı Nuri Yamut, İngiltere’deki İskoç gayda takımından esinlenerek bir mehter takımı kurulmasına ön ayak oldu. Üstelik bu takım, Menderes hükümetinin büyük önem atfettiği İstanbul’un 500. yıl kutlamaları kapsamında teşkil edilmişti. Ekip, 29 Mayıs 1953’deki törenlerde bir dizi konser verdi. Bu şekilde tesis edilen ekip, halen Askeri Müze’ye bağlı olarak faaliyetlerine devam ediyor.