๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Diğer Yazılar => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 21 Haziran 2012, 17:44:59



Konu Başlığı: Kutsalın akademik bilgisi
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 21 Haziran 2012, 17:44:59
Kutsalın akademik bilgisi
Naci BOSTANCI • 69. Sayı / DİĞER YAZILAR


Bundan bir süre önce iletişim alanıyla ilgili bir yüksek lisans tezi geçti elime. Tezin konusu, bir güney ilimizde yaşayan küçük bir topluluk üzerineydi. Türkiye’deki nüfusları son derece sınırlı bu topluluğun teze konu olan özellikleri, ait oldukları mezhep eksenindeki kolektif kimlikleriydi. Öğrencinin kendisi de o topluluktandı. Fakat yapmış olduğu çeşitli okumalar, gördüğü eğitim öğretim topluluğuyla onun bağlarını zayıflatmış, sahip olduğu seküler muhakeme dolayısıyla topluluğun kurucu unsurlarından ruhani niteliklere mesafeli bir bakış edinmişti. Ona göre bu nitelikler, artık ancak folklorun konusu olabilirdi.

Saussure, Wittgenstein, Foucault, Cohen, Anderson, Hobsbawm gibi kişilere ait görüşlere atıflarla zenginleştirilmiş dipnotlara bakıldığında, tezi kaleme alan zihnin o kolektif kimliğin ritüellerine “halktan birisi olarak” bakması, uyması, aynı saf inançla bir yöneliş içinde olması beklenemezdi. Esasen bu “okuryazarlık” dediğimiz durum, ilgili olan herkesi biraz hayatı alışılageldik şekliyle yaşamanın dışına çıkartıp “gözleyen” durumuna getirmez mi? İnsan edindiği bilgiler üzerinden hayatla kendisi arasına bir boşluk çekmeye, bu kenara çekilip oradan yaşananları izlemeye başladığında artık “niçin, hangi bağlamda, nasıl bir dille vs.” gibi soruları sormaksızın toplumsal pratiklerin içinde yer alamaz. Onları sadece kendi tanımları üzerinden anlamlandıramaz.

Öğrencinin babası o inancın ileri gelenlerindenmiş. Bu, babasının manevi bir lütuf olarak bahşedilmiş mistik tecrübelere sahip olduğu anlamına geliyordu. Bu tür durumlarda toplumsal saygının sadece ilgili kişiyle sınırlı kalması beklenemez; onunla kan bağı içinde olan çocuklar torunlar da bundan pay alırlar. Öğrenciyle gayri resmî olarak yapmış olduğum sohbette bunu doğrulayan örnekler gördüm. İnancın merkezî unsuru, gizlilik bilgisi anlamına gelecek bir kadim ve kutsal metindi. Bu herkese açık değildi, sadece belli kurallara uyarak uzun ve çileli bir manevi yolculuğa çıkanlar sonunda metinle buluşabiliyor, onun kutsal sözlerini okuma ve kavrama imkânı bulabiliyorlardı. Oysa bu öğrenci, babasının özel durumu dolayısıyla bu manevi yoluculuğu yapmadan, biraz da gayri resmî bir şekilde kutsal metni okuyabilmişti. Ona, aklımın bir köşesinde Borges canlanmışken, heyecanla kutsal sözlerin ne olduğunu sordum. Önce durdu, hatırlamak ister gibi düşündü, sonra, aslında sözlerin çok etkileyici, çarpıcı anlamlarının olmadığını, bir tür tekerleme gibi ahlâktan, iyi olmaktan bahseden şiire benzer yazılar olduğunu söyledi. Onca çile ve yolculuk sonunda ulaşılacak bir gizemli bilgi gibi gelmemişti ona. Anlamı üretenin sadece “sözler” olmadığını, içinde yer aldığı bağlamla birlikte anlam kazandığını, kutsallığın her yolculukla yeniden inşa olduğunu düşündüm. Öğrenci metni kendi bilinci olarak değil bir dış bilinç olarak okumuştu. Aynı zamanda kutsal yolculuğu yapmamış, o inancın kabullerine aykırı olarak kolaylıkla bulunabilir herhangi bir metin gibi ona ulaşmıştı.

İnancın hakikati
Öğrenci doğrudan anlatmasa da çevresiyle olan ilişkilerinin ayrıntılarından, topluluğunun, üniversite bitirmiş, yüksek lisans yapmakta olan bu aydın kişiden edindiği bilgileri inançları adına fethetmesini beklemekte oldukları anlaşılıyordu. Bunu doğrudan söylememişler, –ki zaten bu tür beklentiler doğrudan açıklanmaz– satır arası sözler ve jestlerle muratlarını ifade etmişlerdi. Böylelikle inançlarının hakikati dışarıdakilere ait bilgilerle de doğrulanmış olacak, içe dönük aklın ve ilişkilerin bir yanılsaması olma ihtimali –halkın önem vermediği ama kimi okuryazarların yüzlerinde ve kendilerinden olmayanların mesafeli tavırlarında gördükleri o can sıkıcı akıl kurdu– ortadan kalkacaktı. Öğrencinin tezini okumuş olsalardı, herhalde iki gruba ayrılırlardı. Birinci grup, eğitim öğretim işinin ayrı bir düzlemi olduğunu, onun inançlarını bu şekilde anlatarak oradaki kurallara uyduğunu, gerçek duygularını ve bağlılığını tezde ifade etmediğini düşünecekti. İkinci grup ise, acı içinde artık onun kendilerinden birisi olmadığını, başka bir dünyaya ve hakikate ait bulunduğunu kabul edecek, onun kaybını kimliklerine ilişkin herhangi bir sorgulama üzerinden çözümlemeksizin daha bir bağlılıkla inançlarına yöneleceklerdi.

Tezin akademik olarak yeterliliği bir yana, yazan kişinin kimlik ve inanç durumuna ilişkin benim tespitim ise biraz daha farklıydı. Hatta bu, öğrencinin kendisini “zannettiği, düşündüğü, öyle gördüğü” konuma nispetle de biraz daha değişikti. Bir gözlemci olarak kimliği ve inancı analiz ettiği yerlerde “nesnel olmaya, olup biteni seküler bir bakış açısıyla anlamaya çalışan” öğrenci, işbu kimliğin egemen kimlikle olan ilişkisine, oradaki gerilimlere ve kimi çatışmalara geldiğinde birden soğukkanlılığını yitiriyor, akademik dilin sınırlarını zorlayan bir aidiyet öfkesini ortaya koyuyordu. Bazı ulusal gazetelerin ve siyasi parti sözcülerinin “kendilerine” ilişkin olarak ifade ettikleri “eleştirel” haberleri ve değerlendirmeleri bol bol sevimsiz sıfatlarla yorumluyor, yapılan haksızlığa yüksek bir ses tonuyla cevap vermeye çalışıyordu.

Kimliğin içselleştirilmiş yönü

Kendisine tezin geneline hâkim olan mantıkla bu tür değerlendirmelerdeki akıl yürütme arasındaki tonlama ve dil farkına dair sorular sorduğumda, önce ne kastettiğimi anlamadı. Çünkü kimliklere dair o kritik çatışma alanlarındaki itirazı “içselleştirilmiş bir haklılığın” tüm inancına sahipti ve tam burada işte artık bir dış bilince sahip değildi. Onun okuryazarlığından gelen farklılaştırıcı bilgi burada anlamını yitiriyor, bir kimliğe ait olmanın tabir caizse hayatın ruhundan gelen niteliği buradaki duruşunu belirliyordu. Kendisiyle diğerinin buluştuğu o sınır çizgisinde inançların en saf ve en kudretli haliyle içimize işlediği çocukluğu vardı, çeşitli dinî ritüellerin “hep birlikte” icra edilerek tartışılmaz bir sahihlik kazandığı zamanlardaki –sonraları hayli hırpalanmış olsa da– kesin inanç vardı. Ailesi, çevresi, arkadaşları, dostlukları vardı, içinde soluk alıp verdiği topluluğun ancak o inançla birlikte var olacağına dair bilinç vardı. Bütün sözlerin, akıl yürütmelerin, değerlendirmelerin ötesinde hiçbir toprağa ve kaba sığmayan insanın huzursuz ruhunun –yine de– kendisine ait gördüğü bir manevi coğrafyaya ihtiyacı vardı. O öğrenci tüm eleştirilerine ve mesafeli tutumuna rağmen kendine has bir yorum üzerinden oraya, o inanç dünyasına aitti. Başkaları ona kim olduğunu sorduklarında, o her defasında, kolektif kimliğinin sandığından daha derine işlemiş varlığıyla yüzleşecekti.

Elbette o öğrencinin gözünde –söze dökülmemiş olanlarla birlikte– benim de bir anlamım vardı. Tezi nesnel ölçütlerle değerlendirmeye çalışan, öğrencinin emeğine saygı gösteren, öğrenciyle birlikte oradaki inancı konuşan, ama kendi farklı inancı üzerine herhangi bir söz etmeyen kişi. Akademik manada olsa dahi ötekiyle kendi inancını eleştirel bir şekilde paylaşmak, kişide garip bir suçluluk duygusu uyandırabilir. Hatta karşılıklı konuşmalardaki bilimselliğin parametrelerine dayalı ortaklık duygusu dahi bu manada kurtarıcı olmayabilir. Olağanı aşkın dikkat ve nezaketin kimlik ilişkilerinde yaralayıcı bir yönünün de olabileceğini hatırda tutmak gerek.

Sonuçta öğrenci tezinde başarılı oldu ve geçti. Ben ise bir kez daha bu kolektif kimlik hallerinin ne kadar karmaşık olduğunu ve etkilenmelere nice yol ve yöntemlerle açık bulunduğunu gördüm.