๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Diğer Yazılar => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 06 Haziran 2012, 11:14:40



Konu Başlığı: Kız kardeşimin hikayesi
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 06 Haziran 2012, 11:14:40
KIZ KARDEŞİMİN HİKÂYESİ: Kız kardeş gittiğinde
Elif TUNCA • 55. Sayı / SİNEMA


Nick Cassavettes Kız Kardeşimin Hikâyesi’nde bir aileyi ayakta tutmak, ailenin her bir ferdine hakkaniyetli davranmak ve fedakârlık gibi hususlara çarpıcı bir bakış açısıyla yaklaşıyor.

Aile bağlarının kaynağı, gücü, sınırları tartışılır ama bir de kız kardeşler arasındaki bağ vardır. Ne kopar ne gül gibi yaşanır ama istense de istenmese de hep var olan bir bağdır bu. Anne baba çoğu kez ne fark eder ne yakalayabilir bu özel frekanstaki ilişkiyi. Ne de köprüleri atmış olmak gibi afili durumlar… Yıllar da değiştiremez üstelik bunu. En güzel oyun arkadaşlığı ve en can yakıcı oyunbozanlıklar dâhildir bu ilişkiye.

Geçen yıl Noah Baumbach Kız Kardeşim Evleniyor (Margot at the Wedding, 2007) filminde bunu çok güzel tespitlerle işlemişti. Ya da (çok bilindik kalıplarla da olsa) bir romantik komedi olan In Her Shoes’da... Pek çok örnek bulmak mümkün. Şimdiyse karşımızda konuyu biraz daha geniş açıdan ele alan bir film var.

Nick Cassavettes’in altıncı sinema filmi Kız Kardeşimin Hikâyesi, bu mevzuuyla başlayıp ilerliyor. Kariyerine babası John Cassavettes gibi oyunculukla başlayan yönetmen, Jodi Picoult’nun romanından uyarladığı filmini, 11 yaşındaki Anna’nın serzenişiyle başlatıyor: “Ben çocukken, annem, babamla birlikte beni çok sevdikleri için bu dünyaya geldiğimi ve küçük bir mavi gökyüzü parçası olduğumu söylerdi. Neden sonra bunun tamamen doğru olmadığını anladım” diyen Anna’nın sitemi basit bir kıskançlık değil. İlk çocukları Jesse’ten sonra Kate adında bir kızları olan Fitzgerald çifti, Kate’in lösemi olduğunu öğrenince farklı bir yola başvurur: Tüp bebek yöntemiyle Kate’in ihtiyacı olan tıbbî desteği sağlayabilecek bir çocuk yapmak. Ve Anna doğar. Doğumundan itibaren de ablasının ihtiyacı olan kan, ilik ve benzeri maddeler Anna’dan temin edilir. 5 yaşından beri tıbbî müdahalelere maruz kalan Anna, bir böbreğini ablasına vermesi istendiğinde kararını verir: Kendini “yedek parça” gibi kullandırmayacaktır! Bu kararını da elindeki 700 dolarla bir avukat tutarak ailesine bildirir.

Anna’nın tavrını öğrendiğinde annesinin verdiği tepki, aslında onun karakterinin özeti ve işlerin bu raddeye gelmesinin de sebebidir. Elbette bir annenin, çocuğunun hayatı söz konusuyken eli kolu bağlı, gamsız durması düşünülemez. Ama Bayan Fitzgerald, bu işi adeta kaderle bir savaşa dönüştürmüştür ve belki de –Kate’e bakabilmek için bıraktığı– mesleği olan avukatlıktan kalma bir hırsla hem kendini hem de ailesini bir kısır döngüye mahkûm etmiştir. Döngüyü sağlayansa “tıp ilmi”dir. Bayan Fitzgerald adeta tıbbı tanrılaştırmış; kızının, doktorların ve görevlilerin bile rağmına Kate’i hastanede, onu daha da tüketen tedavilere maruz bırakmakta ısrar etmektedir. Bir temenniden öte bir kehanet gibi “Onun ölmesine izin vermeyeceğim” deyişinde sıcaklıktan ziyade sevimsizlik hissetmemiz bundan olsa gerek.

Burada Bayan Fitzgerald’ın, Amerikan toplumu hakkında fikir verici bir karakter olduğuna dikkat çekelim: Yine filmlere de yansıyan sağlık takıntılı, “evertyhing will be ok baby” (her şey yoluna gidecek bebeğim) saplantılı, bu toplumda eksik olan ölümü de var oluşun bir parçası olarak kabullenmek… Ve aslına bakarsanız daha geniş çerçevede tevekkül eksikliği… Evet; elbette elimizden gelen her şey için mücadele etmeliyiz ama ölümü yenmek gibi bir yeteneğimiz olmadığını ve olmayacağını unutmadan. “Ölmek yeni bir şey değil dünyada/ Ama yaşamak da daha yeni değil kuşkusuz" diyen bir Yesenin’i olmadığı için mi acaba Amerika’nın, bu bakış açısı hâkim? Ya da “İki kapılı bir handa gidiyorum gündüz gece” diyen bir Âşık Veysel’i olmadığı için mi? “Allah’tan geldik ve dönüşümüz O’nadır” diyebilecek bir tevekküle sahip olmadığı için mi? Kim bilir…

Meselenin bir boyutunu bu sorular teşkil ediyorsa, bir başka boyutunu da tıbbi gelişmeler ve ahlâk ikilemi teşkil ediyor. Daha Anna’nın doğumunun planlanmasından itibaren –ki küçük kız her seferinde ısrarla “ben tasarlandım” diyor– hangi tedavi metodu ne ölçüde gerekli, küçücük kız çocuklarının –hem Anna hem Kate’in– sürekli ameliyatlara, yan etkilere, kablolara maruz bırakılması ne kertede etiktir, gibi daha hayli uzatılabilecek sorular… Yönetmen de bu noktada “Tıp ilerledikçe daha pek çok ahlâki sorular ortaya çıkacak” cümlesiyle ifade ediyor umutsuz görüşlerini.

Finalde ise oklar yine anneye dönüyor. Zira Anna’nın bu davayı kendi isteğiyle değil, ablası Kate’in zoruyla açtığı ortaya çıkıyor. Çünkü Kate, bütün ailesinin kendisi yüzünden yıpranmasını istememekte, dahası annesinin “ölmesine bir türlü izin vermeyerek” kendini de boğmasına bir nihayet vermek istemektedir. Bu noktada tıp ve etik tartışmalarını paranteze alıp tekrar başa dönmek iktiza ediyor: Kız kardeşlerin arasındaki ilişki gerçekten anne babanın bile anlayamayacağı kadar özeldir! Kate, kardeşinin daha fazla incinmemesi için kendisine tıbben yardımcı olmasına son vermeye çalışırken, Anna da ailesinin gözünde “terbiyesiz kız” olmayı göze alıp ablasının isteğini yerine getirmeye çalışmaktadır…

Nihayetinde Cassavettes önemli bir şeyi hatırlatıyor; Bediüzzaman’ın “Ecel mukadderdir, tagayyür etmez” sözünü belki. Bunu hatırlatırken de bir aileyi ayakta tutmak, ailenin her bir ferdine hakkaniyetli davranmak ve fedakârlık gibi hususlara çarpıcı bir bakış açısıyla yaklaşıyor.

KIZ KARDEŞİMİN HİKÂYESİ
(My Sister's Kipper, 2009)
Yönetmen: Nick Cassavettes
Oyuncular: Abigal Breslin, Sofia Vassilieva, Cameron Diaz, Jason Patric, Evan Ellingson, Alec Baldvin, Thomas Dekker, Joan Cusack