Konu Başlığı: Kabile ahlakından kurtulmak Gönderen: Safiye Gül üzerinde 22 Mayıs 2012, 11:58:52 KABİLE AHLÂKI’NDAN KURTULMAK Kemal SAYAR • 46. Sayı / DİĞER YAZILAR Bazı güncel gelişmeler, “Türkiye’de dindar kesimlerin içinde ciddi bir sorgulama yapılamıyor mu?” sorusunu da beraberinde getirdi. Toplumda tuhaf bir gerginlik var: Kimileri her fırsatta linç etmek istiyor, kimileri de her an tetikte, bir savunma psikolojisine bürünmüş olarak bekliyor. Bu yazıda biz çuvaldızı “linç ehli”ne değil, Türkiye’de dindarlığını siyasî bir duruşla ifade eden insanlara batıralım. Dindarlar bugün belki de hiç yapmamaları gereken bir şeyi yapıyor ve kabile ahlâkına fazlasıyla bel bağlıyor. Kabile ahlâkı, basit bir “biz ve onlar” ikiliğinden beslenir. “Kol kırılır yen içinde kalır” ethosu kabile müntesiplerini soru sormaktan ve kendi bünyesindeki çürümeyi sorgulamaktan alıkoyar. Kabileyi diri tutan, biz ve onlar arasındaki gerilimdir. Bu gerilim sayesinde kabile kendisini sürekli teyit eder, onun tehdidini kendi yekvücutluğu için delil gösterir. Soru sorulamadığı ve çürümüşlük sorgulanamadığı için, ahlâkın alanından büyük sapışlar olduğunda, biz onu “yandaş” gazete veya dergi köşelerinde değil, insanların dudak kıpırtılarında okuruz. Kime yanaşsanız size “içeriden” anlatacağı bir yolsuzluk öyküsü duyarsınız ama bunun yazıya dökülmesi kınanacak bir davranıştır. Mazlumiyet ideolojisi her şeyi setreden bir kılıf olup çıkmıştır. Demokrasiyi talep eden bir topluluğun kendi içinde formel düzeyde bir çok sesliliğe hâlâ kapı aralayamamış olması, kötülük kendi bünyesinden çıkar gibi olduğunda, onu yeterince zemmedememesi manidar görünüyor. Eğer dindarlık ahlâkın bekçiliğini yapmak değil de, sadece kimi ihale ve makamlara kolay ulaşmanın yaka kartı hâline geldiyse, Türkiye’de dindar adamın da bir günahı var demektir. Türkiye’nin diyalojik bir konuşmaya, birçok dilliliğe ihtiyacı var ve dindarlık ancak bu sürece katkıda bulunabildiği ölçüde yeni şeyler söylemeye aday. Kendi dilini başka dillere ekleyerek konuşmayı çoğaltan, diyalojik bir ahlâkla farklılıkları zenginliğe dönüştüren bir yeni tecrübe gerekli. Bugüne kadar dindarlığın reaksiyoner bir tavır, bir aks-i seda olarak varlığını sürdürmüş olması konuşmayı kekemeleştirdi, karşılıklı anlaşmayı güçleştirdi. Kendi varlığını mağdurun iniltisi olarak duyuran bir dindarlık; Türkiye’nin önünü açacak, ona yeni günde yeni sözler söyletecek bir özgüvene kavuşamadı. Küreselleşen ve farklılıkların da radikalleştiği bir dünyada, anlayışa her zamankinden çok ihtiyaç var. Karşılıklı tanıma ve anlamaya dayalı bir “radikal tolerans”ın fitili, dindar insanlar tarafından ateşlenebilmeli. Farklı bakış açılarına samimi bir şekilde kalbini açarak ve ötekiyle diyalojik bir ilişki içinde kendini değiştirmeyi göze alarak… Bu durum, sadece iletişimin önündeki engellerin kaldırılması ve herkesin aynı ufuk çizgisinde buluşması olarak alınmamalı, “inancın kıskançlıkları”nı da araştıran bir diyalojik ahlâk geliştirilebilmeli. Bunun için Türkiye’nin dindar insanlarının kendilerini kuran siyasî dil ve ideolojiyi bir yapı çözümüne uğratabilmesi gerekiyor. Dindarlığın bu ülkeye mahsus zaaflarını, görünümlerini, kendi bünyesindeki yaraları teşrih edebilmelidir, dindar adam. Ancak kendi kendisine eleştirel bir gözle bakabilmekledir ki bu ülkeye ve elbette bütün dünyaya özgün sözler söyleyebileceğini fark edecek, bir özgüven silkinişi yaşayacaktır. Hayatın özünü iktisadî çıkarın peşinde koşmak olarak tanımlayan kimi sosyal bilimsel açıklamalar, dindarlığın metafizik özünü görmezden gelerek, Batılı akılla dinin toplumsal görünümlerine izah getiriyor. Merkez-çevre metaforundan Müslüman Kalvinizm’e dek pek çok atıf çerçevesi, bu ülkede dindarlığın ruhunu kavramak konusunda bize yeterli bir bilgi sunmuyor (Bu kavramların ne kadar sağlıklı olduğu da taştışma konusu). Dahası Batı toplumları için geliştirilmiş açıklama modellerini, doğruluğu kuşku götürür bir sosyal bilim toptancılığıyla bu ülkenin kendine mahsus dinamiklerine yamıyor ve anlamayı güçleştiriyorlar. Dindar insanların bakış açısının siyaset ve kabilecilikle fazlasıyla kirlendiğini, reaksiyonerliği geride bırakan, dışarıda bırakmayı değil, içermeyi ve içinde yaşadığı toplumla ve dünyayla daha fazla hemhâl olmayı önceleyen yeni bir dilin inşâ edilmesi gerektiğini dile getiriyorum. Bu ışığı ben merhum Aliya İzzetbegoviç’in yorumlarında bulabiliyorum: “İslam’da, daima, onun insanları ayırmak yerine birleştiren ve yüce Kur’an’ın öğrettiği üzere hepimizin tek bir erkek ve tek bir kadından yaratıldığını teyit eden o evrensel değerlerinin peşine düştüm. Dolayısıyla hepimiz aynı soydanız ve kabile ile halklara, yine yüce Kur’an’ın buyurduğu gibi, birbirimize kötülük yapmak için değil, birbirimizi tanıyabilmek için ayrıldık”. |