๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Diğer Yazılar => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 18 Haziran 2012, 18:06:10



Konu Başlığı: İttihat ve Terakki II
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 18 Haziran 2012, 18:06:10
BİR MİZAH UNSURU OLARAK İTTİHAT VE TERAKKİ-ll
Ali Şükrü ÇORUK • 47. Sayı / DİĞER YAZILAR


EFENDİLER NEREYE?

Mütareke döneminde yurt dışına kaçan İttihatçı liderlere en keskin eleştirileri yönelten mizah yazarlarının başında Refik Halit Karay gelir. Meşrutiyet döneminde siyasî fikir ayrılıkları yüzünden İttihatçı’larla yıldızı bir türlü barışmayan Refik Halit, 1913 yılında gerçekleşen Mahmut Şevket Paşa suikastından sonra İttihatçı’lar tarafından Sinop’a sürülmüş, bu sürgünden 1917 yılında Ziya Gökalp’in yardımıyla kurtulmuştur. İstanbul’a döndükten Mütareke’ye kadar olan dönemde sürgün yıllarının tesiriyle tabiri caizse suya sabuna dokunmayan, hatta İttihat ve Terakki’ye yakın çizgide neşriyat yapan Yeni Mecmua’nın yazarlarından birisi olan Refik Halit, Mondros Ateşkes Antlaşması’nın ardından İttihat ve Terakki yönetimi aleyhinde eleştiri dozu yüksek yazılar yazar. Refik Halit’teki bu davranış değişikliğini tartışmak konumuzun dışındadır. Nitekim onun bu dönemdeki İttihat ve Terakki aleyhtarlığı o kadar ileri gitmiştir ki, Anadolu’da başlayan Millî Mücadele’yi de İttihatçılık’ın yeni bir macerası olarak değerlendirme hatasına düşmüştür. Bu hatasının tesiriyle Anadolu hareketi aleyhinde yazılar yazmış, Millî Mücadele’yi engelleyici faaliyetlerin içinde bulunmuştur. 1922 yılı başlarında ise siyasetten uzak duracağını ve “tarafsız” kalacağını ilân etmekle beraber yine de Millî Mücadele’ye destek vermemiştir. Bunun neticesinde zafer kazanıldıktan sonra yurt dışına çıkmış, uzun yıllar Suriye ve Lübnan’da yaşamak durumunda kalmıştır.

Refik Halit Karay’ın Mütareke’den sonra İttihatçılar’ın kaçışıyla ilgili olarak yazdığı en önemli yazı “Efendiler Nereye?” başlığını taşımaktadır. Enver, Talat ve Cemal Paşalar’ın kaçışından dört gün sonra 6 Kasım 1918 tarihli Zaman Gazetesi’nde yayınlanan yazıda uzun yıllardır beslenen bir öfkenin dışavurumunu görmek mümkündür. Cümle ve paragraf sonlarında yer alan “nereye?” sorusuyla da okurun dikkatini İttihatçılar’ın kaçışına odaklar. Bu sorunun arkasında ise bir alay ve eğlenme söz konusudur: “Ülkeyi demir yumrukla yönetenler, millete korku salanlar, baskı ve zulmün her çeşidini uygulayanlar, memleketi harabeye çevirenler sıra hesap vermeye geldiği zaman, kimseye haber vermeden kaçmayı tercih etmişlerdir”. Refik Halit’e göre bu durum aslında onların korkaklıklarına, kâğıttan kahramanlıklarına en açık bir delildir. Döneminde Türkçe’yi en iyi kullanan yazarlardan birisi olan Refik Halit, yazısının başında mizahın temel unsurlarından sayılan çarpıcı benzetmelerle ve teşbihlerle İttihatçı paşaları yerden yere vurur. Karnı doyunca yolunu gözleyen “misafirler”, “tahtakuruları”, “Kedisiz evin fareleri”, “çobansız sürüye dalan aç kurtlar”, “dul annelerin haylaz çocukları” vb. Refik Halit’in bu yeni dönemde İttihatçıları nitelemek için kullandığı benzetmelerdir. Bu benzetmelerin ortak noktası ise haksızlığı, adaletsizliği, yağmacılığı ve fırsatçılığı çağrıştırmasıdır. Refik Halit’e göre İttihatçıların hesap verme yerine kaçmayı tercih etmeleri kendilerine isnat edilen suçları kabullendiklerinin en açık delilidir: 

“Ziyafet bitti, fakat ağzınızı silmeden, elinizi yıkamadan, bir de acı kahvemizi içmeden efendiler nereye?...

Yaz başlangıcında sırtı karnına yapışmış, sarı, sıska, cansız birtakım tahtakuruları çıkar, iğne gibi vücudumuza batarlar, derimizi haşlarlar, kanımızı emerler, sonra sabaha karşı etli canlı, iri yarı şuraya buraya kaçarlar... Galiba şafak attı, güneş doğuyor; tahtakuruları nereye?

Ücra dağ başlarında gözleri ateşli, dişleri keskin, tüyleri dimdik aç kurtlar vardır. Köpeksiz sürülere dalarlar, koyunları kaparlar, etrafa kan, kemik saçıp mideleri dolu inlerine koşarlar… Galiba çoban göründü, köpekler havlıyor, tok kurtlar nereye?

Kedisiz evlerde fareler vardır; kilerlere girerler, dolapları delerler, şunu bunu kemirip, sağa sola koşuşup başköşede gezerler, bir pıtırtı olunca deliklere girerler... Galiba koku aldınız, kedi geliyor; koca fareler nereye?

Dul annelerin haylaz çocukları vardır; sandıkları kırarlar, paraları çalarlar, bohçaları aşırıp Yahudi’ye satarlar ve sonra korkup sokak sokak kaçarlar... Galiba foyanız meydana çıktı, yakanız ele geçecek, ziyankâr evlatlar nereye?

Vurdular kırdılar, yaktılar yıktılar; astılar kestiler; kastılar kavurdular; nihayet leşimizi meydanlara sererek yılan gibi kaçtılar; memlekete düşmanları sokarak üstümüzden aştılar...

Eli sopalı, beli palalı, gözü kanlı paşalar damdan dama nereye?”.

Talat, Enver ve Cemal Paşalar nezdinde bütün İttihat ve Terakki erkânının yerden yere vurulduğu, yazının ilerleyen bölümlerinde Meşrutiyet döneminde yaşananların âdeta bir özeti verilir. Burada mizah ve hiciv iç içedir. İttihatçıların iş başındayken yaptıkları ağır bir şekilde eleştirilirken şimdiki durumlarıyla alay edilir. Bilindiği üzere İmparatorluk’un başa çıkmak zorunda olduğu meselelerin çözümünde sihirli bir değnek gibi düşünülen Meşrutiyet rejimi arzu edilen sonucu vermemiş, ilk günlerde yaşanan hürriyet ortamının yerini bir baskı rejimi almıştır. 31 Mart İsyanı, kavgalı meclis oturumları, iç ayaklanmalar, Bosna Hersek, Bulgaristan ve Girit’in tümden elden çıkması, Trablusgarp’ta ve Balkanlar’da kaybedilen savaşlar, zaten zor durumda olan imparatorluğu daha da tehlikeli bir noktaya getirmiştir. Meselelerin çözümünde yetersiz kalan İttihat ve Terakki yönetimi, çareyi baskıcı yöntemlerde aramıştır. Sokak ortasında gazetecilerin öldürülmeleri, karşıt görüşlü milletvekillerinin ve siyasetçilerin dövülmeleri, hapse atılmaları, matbuata sıkı kayıtların getirilmesi, Bâb-ı âli baskını, muhaliflerin İstanbul’dan uzaklaştırılması, yurt dışına çıkmaya zorlanması; Birinci Dünya Savaşı’na giriş, yenilgi ve ardından İmparatorluk’un sonu gibi olaylar İttihat ve Terakki yönetimiyle birlikte anılan olaylar ve uygulamalardır. Bütün bunlar İttihat ve Terakki’nin hışmına uğramış bir yazar olan Refik Halit’in dilinden daha farklı bir şekilde anlatılacaktır. Ona göre İttihat ve Terakki demek zalimlik, zorbalık, despotluk, cahillik, iş bilmezlik demektir. Bu meyanda İttihatçılık’ın tarihteki karşılığını arayan yazar önemli dönemlerde kanlı isyanlarla devlete ve millete zarar veren Patrona Halil, Kabakçı Mustafa ve Yeniçeri Ocağı ileri gelenlerinde karar kılar. Yazara göre İttihat ve Terakki, Türk tarihinin âdeta modern Yeniçeri Ocağı’dır:

“O zamanlar kalemler kırık, gözler yumuk, boyunlar eğili, ağızlar kilitliydi. ‘Gel!’ diyordunuz halk karnını yerde sürüyerek ezile bezile koşuyor, ayaklarınızın altına sokulup tir tir titriyordu. ‘Git!’ diyordunuz kapıya kendini dar atıyor, merdivenleri dörder dörder atlayarak canını güç kurtarıyordu. Siz nazır değildiniz derebeyliği yaptınız. Siz âmir olmadınız, sergerdelik [elebaşılık] ettiniz... Siz valilik yapmadınız, asesbaşılık [yeniçeri amirliği] ettiniz... Efelere, taş çıkardınız; zorbalara parmak ısırttınız... Çakıcı’ya rahmet okuttunuz, Kabakçı’yı gölgede bıraktınız… Biraz daha geçseydi evliya diye Patronalara türbe kurup başlarında kandil yakacaktık.

‘As!’ deyince sıra sıra darağaçları kurulur, ‘Yak!’ deyince alev alev meşaleler tutuşur, ‘Bas!’ deyince tabur tabur jandarmalar üşüşürdü... Elinizde zindan anahtarları, belinizde idam ipleri, sırtınızda darağaçları vilâyet vilâyet dolaştınız...(…) Beş senedir her tarafta kargalara insan leşinden öbek öbek ziyafetler çektiniz; akbabaları çoluk çocuk ölüsü ile besleyip kartalları artık adam etinden tiksindirdiniz.

Muhalif mi? Al aşağı... Muharrir mi? Vur başına... Türk mü? Sür ölüme... Rum mu? İste parasını... Ermeni mi? Kes kafasını... Arap mı? Çek ipe... Kadın mı? Gönder eve... Haydut mu? Buyurun köşeye... Külhanbeyi mi? Gelsin yanıma... Yahudi mi? Sor fikrini... Kalan kimseye at sopayı... Paraları koy cebine... İşte sizin programınız bu”.

Yazının bir bölümünde söz, Birinci Dünya Savaşı sırasında Suriye’deki sert uygulamalarıyla dikkati çeken Cemal Paşa’ya getirilir. Onun bu davranışları yazar tarafından padişahlık hevesi olarak değerlendirilir:

“Sizin sadrazamlıkla, seraskerlikle, nâzırlıkla gözleriniz doymamıştı, a padişah heveslileri! Şam’da, Halep’te az daha namınıza hutbe okutup, isminize sikke kestirecektiniz. Yiğitlik sizde, kahramanlık sizde, avurt zavurt sizde, caka tavır, hepsi sizdeydi... Şimdi böyle sinsi sansar gibi tavandan tavana nereye?”.

İttihat ve Terakki ileri gelenlerinin kesinlikle bulundukları yerleri hak etmedikleri yazıda sık sık vurgulanan bir husustur. Geçmişte devlet tecrübesi olmayan İttihatçı liderlerin bir hamlede devletin en üst seviyesinde kritik görevlere gelmeleri “mahalle kahvesinden sadrazamlığa”, “meyhane peykesinden nezarete”, “tulumbacı koğuşundan valiliğe” yükselmek şeklinde değerlendirilir. Özellikle Talat ve Enver Paşalar’ın hızlı yükselişlerinin dikkate alınarak bu değerlendirmelerin yapıldığını söyleyelim. Bilindiği üzere Talat Bey, Meşrutiyet’ten önce basit bir posta memurudur. Meşrutiyet’ten sonra çeşitli kabinelerde nazırlık yaptıktan sonra 1917’de sadrazamlığa getirilmiş ve “Paşa” unvanını almıştır. Meşrutiyet inkılâbının Enver Bey’i de hızlı bir yükselişle Paşa ve Harbiye Nazırı olmuş, savaş sırasında Başkomutan vekilliği yapmıştır: 

“Evet, nereye gidiyorlar? Mahalle kahvesinden bir adımda sadârete, meyhane peykesinden bir basışta nezârete, tulumbacı koğuşundan bir hamlede vilâyete eren bu türediler nereye gidiyorlar?”.

Refik Halit’in İttihat ve Terakki muhalifi kimliğiyle kaleme aldığı bu yazıda zaman zaman aşırı sübjektif tavırlar sergilediğini görüyoruz. Öyle ki dünyanın hangi tarafında olursa olsun bir iktidar ve rejim değişikliği ardından ortaya konan popülist “devr-i sâbık” edebiyatının ana malzemesi olan yetim malı yemek, halkı soyup soğan çevirmek, millet aç yaşarken zevk ve eğlenceye dalmak suçlamalarından İttihat ve Terakki de nasibini alır:

“Kendileri kürklere büründüler, milletin derisini soydular. Kasalarına altın doldurdular, bizim cebimize kâğıt tıktılar. Halk seril sefil cami avlularında yatarken çiftlikler aldılar, kâşaneler yaptılar. Açlıktan ölenlerin lokmasını ağzından çalarak haspalara ziyafet çektiler. Susuzluktan bunalanların destisini aşırıp havuzlarını doldurdular, içinde kayık yüzdürdüler…  Han hamam yıktılar, darağaçları kurdular, hanumanlar [yuvalar] söndürüp memleketi yaktılar. Bağ aldılar yağ sattılar, yün çaldılar pamuk attılar… (…) Halk açlıktan sokaklarda posteki kemirirken, onlar konaklarında bülbül beyni yediler, kuş sütü içtiler”.

Gerçi aynı edebiyatın Meşrutiyet öncesinde ve sonrasında İttihat ve Terakki tarafından benzer argümanlarla ve örneklerle bir propaganda unsuru olarak Abdülhamid dönemi için dile getirildiğini unutmamak lâzımdır. Aynı suçlamalara bu sefer İttihat ve Terakki muhatap olmaktadır. İttihatçılar’dan çok çekmiş olan Refik Halit’in yazısına bir de bu gözle bakmak gerekiyor. Tabiî bu durum, Türk tarihinde daha sonraki dönemlerde değişik iktidarlar ve kişiler etrafında haklı haksız şekilde tekrarlanacaktır. Boşuna dememişler, tarih tekerrürden ibarettir!