๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Diğer Yazılar => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 18 Haziran 2012, 18:05:06



Konu Başlığı: İnebahtı
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 18 Haziran 2012, 18:05:06
KÖTÜ KOMUTA EDİLMİŞ BİR SAVAŞ: İNEBAHTI
Önder KAYA • 47. Sayı / DİĞER YAZILAR


1538 yılında meydana gelen Preveze Deniz Savaşı, tarihçiler tarafından Osmanlı deniz gücünün zirvesi olarak kabul edilir. Barbaros’un öğrencileri bu altın çağı bir müddet daha sürdürmüştü. 1571 yılında yaşanan İnebahtı Deniz Savaşı ise Osmanlılar’ın Akdeniz’deki tartışılmaz üstünlüğünün sona erdiğinin habercisiydi. Bu savaşta birleşik Haçlı donanması karşısında çok ağır bir darbe alan Osmanlı donanması, kısa bir süre içinde niceliksel yani sayısal olarak yeniden oluşturulmuş, fakat niteliksel yani teknolojik donanım açısından İspanyol ve İtalyan gemilerinin uzağında kalmaya devam etmişti. 

Kanunî Sultan Süleyman dönemi, pek çok Osmanlı tarihçisine göre hem devletin zirvesini hem de çöküşün başlangıcını teşkil eder. Kanuni’nin iktidar mücadelesi veren çocukları içerisinde tahta en az yakışanı olan Şehzade Selim, II. Selim adı ile başa geçmiştir. Adını aldığı dedesi Yavuz Sultan Selim’in yapısından çok uzak olan bu hükümdar zamanında, devlet işleri büyük ölçüde Kanunî devrinden kalan emektar sadrazam Sokollu Mehmet Paşa’nın ellerindeydi. Paşa, gerek Osmanlı ordusunun ve gerekse de donanmasının dünyanın en saygın savaş gücü olma konumunu muhafaza etti. Yalnız onun iktidar dönemini gölgeleyen tek gelişme 1571 yılında Yunanistan sahili yakınlarında Batılılar’ın Lepanto, bizim İnebahtı dediğimiz yerde yaşanan deniz muharebesi oldu.

1570 yılında II. Selim, Venedikliler’in elinde bulunan Kıbrıs’ı muhasara etmeye karar verdi. Sokollu’nun, Batılı devletleri Osmanlı’ya karşı birleştirir düşüncesiyle onay vermediği bu harekât, 1571 yılında başarı ile sonuçlandı. Osmanlılar bu tarihte, adanın merkezi olan Lefkoşa’yı ele geçirdiler. Fakat ilerleyen günlerde yaşananlar Sokollu’nun korkularında ne kadar haklı olduğunu gösterecekti.

Adanın kuşatılması üzerine Venedik Senatosu, Avrupa’nın önce gelen denizci devletlerine müracaat ederek bir Haçlı donanması oluşturulması teklifinde bulundu. Bu teklife, zamanın en büyük Batılı denizci gücü konumundaki İspanya’nın yanı sıra Papalık devletinden de olumlu yanıt geldi. İspanya’nın başında bulunan hükümdar durumundaki II. Felipe’nin babası da, Kanunî zamanında Osmanlılar’ın Avrupa’daki tek rakibi konumundaki Şarlken’di. Bu dönemde Akdeniz, özellikle 1538 Preveze Deniz Savaşı’ndan itibaren İspanyol emellerine kapandığı için, söz konusu denizci devlet Atlas Okyanusu’na yakın bir konumda olmanın da avantajını kullanarak okyanuslara açılmış ve coğrafî keşiflere hız kazandırmıştı. Bu keşifler sonrasında İspanya, çağının en önemli ekonomik gücü konumuna gelirken, Osmanlılar da ticaret yollarının yön değiştirerek okyanuslara kayması nedeniyle günden güne ekonomik açıdan güç kaybına uğradı. Hatta bu dönem de bir Fransız müellifi İspanyollar’dan şöyle bahsediyordu: “İspanya’nın 16. asırdaki görüntüsü ne kadar muhteşemdi. Dünya, hiçbir vakit bu kadar faaliyet, gayret ve kısmet görmemişti. İspanyollar için dağlarda, çöllerde, nehirlerde hiçbir engel yoktu. Birkaç İspanyol bir araya toplandı mı filolar meydana getirerek, şehirler kuruyor, imparatorluklar tesis ediyordu. Bu dönemde onlar, iklimleri, denizleri birleştirilerek daha büyük imparatorluklar kurmayı konuşuyorlardı. İspanyollar kendilerini adetâ Antik Çağ ilahlarının torunları gibi görüyorlardı”.

İspanyollar, denizlerdeki güçlerine güvenerek Venedik’in çağrısı ile oluşturulan ittifaka katılmak için bazı şartlar öne sürdüler. Bunların en önemlisi ise ittifak donanmasının başına ünlü İspanyol amiral Don Juan’ın getirilmesiydi. Yakışıklılığı ile günümüzde bile bir darb-ı mesel olmuş olan bu amiral, bazı anlatılara göre Şarlken’in gayr-ı meşrû oğludur. Dolayısıyla da İspanya kralı II. Felipe’nin de gayr-ı meşrû kardeşi olması muhtemeldir. Şarlken, ölüm döşeğindeyken Don Juan’ı oğlu Felipe’ye emanet etmiş, o da kendisini İspanyol donanmasının başına geçirmişti. Venedik ile İspanya arasına epey çetin geçen görüşmelerden sonra Don Juan’ın donanmanın başına getirilmesi kabul edilmiş fakat karar alınması aşamasında üç devletin donanma komutanından en az ikisinin oyunun geçerli olması şartı getirilmişti. Böylece Venedikliler, ittifak donanmasını İspanyolların keyfî olarak kullanmasını engellemişti. Buna karşılık İspanya, savaş masrafının 3/6’sını karşılamayı kabul etmişti. Venedik, masrafın 2/6’sını üslenirken Papa da 1/6’sını üzerine almıştı. Yine İspanyollar, bu donanmanın sadece Doğu Akdeniz’deki Venedik çıkarlarını korumakla kalmayacağını, bölgedeki Türk egemenliğine darbe indirildikten sonra Akdeniz’de kendi yayılma alanları olan Cezayir ve Trablusgarb’a yapılacak saldırılarda da kullanılacağını müttefiklerine kabul ettirdi. Zira II. Felipe’nin İspanyol donanması, Akdeniz’in batısındaki yayılma politikasında en büyük darbeyi 1560 yılında Cerbe Deniz Savaşı’nda Türk donanmasından yemişti ve şimdi de bunun telafisinin yolları aranıyordu.

Tüm bu görüşmeler sonrasında 148 Venedik, 45 İspanyol ve 12 papalık gemisi Eylül 1570’de Akdeniz’e açılarak Osmanlı donanması ile karşılaşacak uygun bir ortam aramaya başladı.

Fakat kısa bir süre sonra müttefikler arasında ilk ciddi anlaşmazlık baş gösterdi. İspanyol donanmasının kaptanı Don Juan, Venedik ve Papalık donanmalarının düzensiz bir hâlde ve disiplinden yoksun olduğunu, bu durumun kendi gemi ve adamlarının durumunu da tehlikeye attığını bahane ederek emri altındaki İspanyol filosunu geri çekti. İspanyol amirali rahatsız eden bir diğer durum ise Venedikliler’in, Türkler konusunda müttefiklerine danışmadan Kıbrıs için pazarlık masasına oturdukları şeklinde çıkan söylentilerdi. Bir adım daha ileri giden İspanyollar, müttefikleri ile olan ilişkilerini de kestiler.

Durumun kötüye gittiğini gören Papa, devreye girme ihtiyacı hissetti. Bu sefer Avusturya, Fransa ve Portekiz devletlerinin de kapısını çalarak daha büyük bir ittifakı oluşturma çabasının içine girdi. Ancak bu devletler çeşitli nedenlerle Papa’nın çağrısına olumlu yanıt vermedi. Fakat Papa, İspanya ve Venedik’i yeniden ortak bir paydada buluşturmayı başardı. Bu ittifakın kurulmasında, o zamanlar Cezayir Beylerbeyi olan Uluç Ali Paşa’nın, emri altındaki gemilerle Venedik sahillerini vurması da önemli rol oynamıştı.

İttifakın yeniden kurulması üzerine tekrar müttefik donanmanın başına geçirilen Don Juan, 20 Temmuz 1571’de emri altındaki İspanyol kadırgalarıyla Barselona limanından ayrılarak 9 Ağustos’ta İtalya’nın Napoli Limanı’nda diğer müttefikleri ile buluştu. Venedik ve Papalığa ek olarak Cenova ve Savio Devletleri de ittifaka gemi ve asker vermişlerdi. Her hal-ü kârda yeni ittifak donanması eskisinden çok daha büyük ve güçlüydü. Batılı kaynaklar, müttefiklerin 300’den fazla kadırga ve 80.000’den fazla da askere sahip olduğunu kaydediyordu. Aynı günlerde Kıbrıs’tan İstanbul’a dönüş yoluna koyulan Kaptan-ı Derya Müezzinzade Ali Paşa komutasındaki Türk donanması ise 280 kadırgadan oluşmaktaydı. Eylül 1571 yılında iki donanma Adriyatiğin Arnavutluk sahilinde birbirini görür durumda idi.

Avrupa’da bu gelişmeler yaşanırken acaba Osmanlı donanmasında neler oluyordu? Barbaros’un ölümünden sonra Osmanlı donanmasının yöneticilerinin seçiminde peşpeşe önemli hatalar yapıldı. Her şeyden önce Barbaros ve onun çevresindeki kişiler korsanlıktan yani bu işin mutfağından yetişmişlerdi. Fakat bazen başına buyruk davranabilen bu insanlar merkezin istekleri dışında hareket edebiliyorlardı. Belki de bu nedenden dolayı donanmayı merkeze bağlamak amacıyla Kanunî, Enderun’dan yetişen ve denizcilik alanında hiçbir deneyimi olmayan kişileri Barbaros’un ölümünden sonra ard arda Kaptan-ı Derya’lık makamına getirmeye başladı. Barbaros’un öğrencisi olan pek çok yetenekli Türk denizcisi hele de Turgut Reis dururken Sokollu Mehmet Paşa’nın bu makama getirilmesi, bunun en önemli delilidir. Dört yıl sonra Sokollu Mehmet Paşa, Rumeli Beylerbeyliği’ne tayin edilince bu sefer denizle ilgisi olmayan bir başka devşirme sadrazam Rüstem Paşa’nın kardeşi Sinan Paşa, onun yerine tayin edildi. Fakat bu atamalar Barbaros’un kurt denizcileri Uluç Ali, Salih ve Hasan Reis’lerin canını sıktı. Onlar da Turgut Reis’in çevresine toplandılar. Böylece Turgut Reis ile Kaptan-ı Derya Sinan Paşa arasında adeta bir sinir harbi başladı. Sinan Paşa’dan sonra bu göreve Piyale Paşa tayin edildi. Ancak Kıbrıs’ın fethinden sonra bu göreve Müezzinzade Ali Paşa’nın getirilmesi kararı tam anlamı ile bir felaketti.

Dönemin yazarlarının ifadesine göre Müezzinzade Ali Paşa oldukça kahraman ve devlete sâdık bir askerdi. Fakat “suyu bardakta kayığı duvarda gören” bu karacı subay, deniz savaşlarından zerre kadar anlamıyordu. Zaten donanmanın başına geçtiğinde Turgut Reis gibi kurt bir denizciden yoksun kalan Türk donanması da öksüzleşmişti. Müezzinzade, donanmasında yer alan Cezayir Beylerbeyi Uluç Ali Reis ile ortak hareket etmek yerine tıpkı Sinan Paşa’nın Turgut Reis ile yaptığı gibi didişmeyi tercih etti. İnebahtı Körfezi’nde Osmanlı donanması savaş pozisyonu alınca Uluç Ali Reis, tecrübelerinden yola çıkarak Kaptan-ı Derya’ya bazı tavsiyelerde bulunmuştu. Herşeyden önce Paşa, savaşın kıyıya yakın bir mevkide kabul edilmemesini istiyordu. Zira ortalık kızışınca gemilerde bulunan karacı askerler gemi kaptanının gırtlağına kılıçlarını dayayıp karaya çıkmak istiyorlar, bu olmazsa denize atlayıp karada yüzüyorlardı. Fakat Müezzinzade, bu talebi askerlerine güvendiğini ifade ederek reddetti. Uluç Ali Reis, kaptanların gemilerinde yer alan flamaların da indirilmesini, aksi takdirde flamadan hareketle Haçlı gemilerinin Kaptan Paşa gemisini tanıyarak saldırabileceğini bunun da bozguna sebep olacağını dile getirdi. Ancak Müezzinzade, padişahın takdir ettiği nişanın inmesinin söz konusu dahi edilemeyeceğini söyledi. Son olarak Uluç Ali Reis, Haçlı donanmasının silah menzilinin daha üstün olduğuna işaret ederek saldırının göbekten değil de yanlardan yapılmasını istedi. Fakat bu teklif de padişahın donanması korkarak göğüs göğüse savaşmaktan çekindi düşüncesine yol açacağı gerekçesi ile geri çevrildi. Ancak denizde işler karadaki gibi yürümüyordu.

Taraflar 7 Ekim günü İnebahtı’da savaşa tutuştu. Müttefik donanma hilâl biçiminde dizilmişti. Uluç Ali Reis’in endişeleri savaş başladıktan kısa bir süre sonra haklı çıktı. Müezzinzade Ali Paşa’nın kadırgası tepesindeki Kaptan Paşa flamasından dolayı tanındı ve abluka altına alındı. Ele geçirilen gemide yer alan Müezzinzade’nin de kellesi kesilerek gemi direğine asıldı. Türk kadırgaları Haçlı gemilerine ateş açabilmek için yanaşmaya çalışadursun, çoktan ateşe geçen ve isabetli atışlar yapan İspanyol ve İtalyan kalyonları ortalığı cehenneme çevirmişlerdi bile. Oldukça kanlı geçen bu savaş sonunda Türk donanması adeta imha edildi. Yalnızca Uluç Ali Paşa emri altında bulunan ve Cezayir Beylerbeyliği’ne bağlı 20 kadar kadırgayı kurtararak İstanbul’a dönmeye muvaffak oldu. İspanyol kaynaklarına göre 200’ün üzerinde Türk kadırgası ya batırılmış ya da zapt edilmişti. Türklerin insan kaybı da 20-30.000 civarındaydı ve 5000 kadar Türk denizci de tutsak

alınmıştı. Müttefiklerin toplam asker kaybı ise 8000 civarındaydı ki bunların büyük bir kısmını da ittifaka en fazla askeri sağlayan Venedikliler oluşturuyordu.

“Galiptir bu yolda mağlup” şeklindeki bir vecizemizde de yer aldığı üzere her ne kadar Osmanlı Devleti bu savaşı kaybetmişse de sonrasında meydana gelen gelişmeler hâdisenin Devlet-i Âliye lehine dönmesine yol açmıştı. Bizim kaynaklarımıza göre Sokollu Mehmet Paşa, savaş sonrasında huzuruna gelen ve barış şartlarını gözden geçirmeyi teklif eden Venedik elçisine “Siz İnebahtı’da bizim sakalımızı, biz ise Preveze’de sizin kolunuzu kesmiştik. Kesilen kol bir daha yerine gelmez, lakin tıraş edilen sakal daha gür çıkar” şeklinde bir cevap vermiş ve bu sözlerin ardından bir yıl geçmeden de yok edilen Osmanlı donanmasından çok daha muhteşem bir donanmayı Akdeniz’e göndermişti. Bu donanma o kadar güçlüydü ki karşısına çıkacak bir donanma bulamamış ve Osmanlı Devleti bu sayede Akdeniz’deki üstünlüğünü korumasını bilmişti. Hâlbuki mesele bir de karşı tarafın tarihi kaynakları ile yeniden gözden geçirildiğinde çok daha farklı bir tablo ortaya çıkar. Osmanlı donanmasının Akdeniz’deki üstünlüğü, kendi ihtişamından ziyade İnebahtı’da galip gelen müttefiklerin sonradan kendi aralarında çıkan anlaşmazlıktan kaynaklanmaktadır.

Bazı zaferler kazanan taraf açısından hele de bir ortaklık söz konusuysa çok büyük sorunları beraberinde getirir. İnebahtı’da da böyle oldu. Venedik, savaş sonrasında İspanya gibi açık denizlerde tecrübeli bir donanmaya sahip ülkenin Akdeniz’de cirit atma ihtimalinden dehşete kapıldı ve İspanya ile ilişkileri gerildi. Öte yandan İspanya Kralı II. Felipe’nin de başka planları vardı. Koyu bir Katolik olarak bilinen ve bundan dolayı da dönemin Batılı kaynaklarında “Katolik Kral” olarak adlandırılan II. Felipe, kendini İsa’nın hakiki dininin koruyucusu ilan etmişti. O, şöyle diyordu: “Dinime ve Tanrı’nın hizmetine en ufak bir zarar gelmesindense bütün varlığımı ve eğer olsaydı yüz canımı da bu uğurda kaybetmeyi yeğlerdim. Çünkü Protestanlar gibi günahkârların yöneticisi olmaya ne niyetim ne de isteğim var”. İşin ilginç yanı Felipe’nin savaş açtığı Protestanlık’ın en önemli destekçileri de kendi tebaası arasında yer alan Hollandalılar’dı. Hollandalılar’ın, zamanın en güçlü Batılı devletine karşı tek başlarına kafa tutmalarına ihtimal yoktu. Onlara bu konuda en büyük desteği, gün geçtikçe açık denizlerde İspanyolların en önemli rakipleri hâline gelen İngilizler veriyordu. İngiltere’nin 1585’de Kuzey Hollandalılar’la birleşerek İspanyollar’a karşı ittifak anlaşması imzalaması bardağı taşıran son damla oldu. Felipe, bu olayların akabinde armadasını Akdeniz’den çekerek Atlas Okyanusu’nda girişeceği çok daha ölümcül bir mücadele için hazırlıklara başladı. Böylelikle İspanyollar, sömürgelerinden gelen bütün kaynağı İngiliz donanmasını ortadan kaldıracak bir filonun teşkili için yönlerdirdiler. Ortaya çıkan donamaya ise çok iddialı bir isim verildi: Yenilmez Armada.

Felipe bu donanmayı İngiltere üzerine göndererek bir taşla iki kuş vurmayı planlıyordu. Herşeyden önce İngiliz gemileri, sömürgelerinden ülkelerine mal taşıyan İspanyol gemilerini vuruyordu. Eğer bu donanma ortadan kalkarsa İspanyol ekonomisi rahat bir soluk alacaktı. İkinci olarak da Protestanlık hareketi nedeniyle kan gölüne gelen Hollanda, en büyük destekçisini kaybedecekti. Hazırlıklar yapıldıktan sonra II. Felipe, Papa’nın da desteğiyle Anglikan mezhebine mensup sapkın İngilizleri yola getirmek için harekete geçti. Fakat Felipe bu kadar önemli bir savaş arifesinde çok aceleci kararlar vererek büyük hatalar yaptı. İspanyol donanmasının elinde İngiliz gemilerinin olası manevralarına karşı bir harekât planı dahi yoktu. Bunun dışında İngiliz gemilerinin toplarının menzili, İspanyol toplarından daha uzun mesafeliydi. Son olarak Felipe’nin İngiltere’ye çıkartma yapmak amacıyla seçtiği sahil, demir atmak ve karaya çıkmak için hiç de uygun değildi. Sonuç tam bir fiyaskoydu ve yenilmez armada İngiliz donanmasının başında bulunan ünlü korsan Sir Francis Drake tarafından ortadan kaldırıldı.

Böylelikle de Osmanlılar’ı Akdeniz’de zorlayabilecek yegâne donanma ortadan kalktı ve Osmanlı donanması Akdeniz’deki üstünlüğünü bir müddet daha korumayı başardı. Osmanlılar’ın bu çağın en görkemli devleti olduğu bir gerçektir. Fakat İnebahtı Deniz Savaşı sonrasında meydana gelen gelişmeleri, Avrupa tarihini göz önüne almadan açıklamaya çalışmak da bilimsellikten uzak bir tutumdur.