๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Diğer Yazılar => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 22 Mayıs 2012, 12:01:03



Konu Başlığı: Hemşerilik ve kimlik
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 22 Mayıs 2012, 12:01:03
HEMŞERİLİK VE KİMLİK

Berat DEMİRCİ • 46. Sayı / DİĞER YAZILAR


Kimlik, “Sen kimsin?” sualine sözle verilen cevaplardan herhangi bir cevap değil; insanın hafıza, hayâl ve tefekkür gücünün eylem katında tezahürüdür. Ülkemizde bir kimlik problemi olduğu sıkça söylenir; ancak ne olduğu üzerinde derinliğine düşünülmeden Türklük, Müslümanlık gibi azametli üst kültür yahut köylülük, şehirlilik gibi alt kültür dinamikleri hakkında vecizeleştirilmiş sözlerle geçiştirilir. Gerçekte bizi başkalarına tanıtan şey, kendi hakkımızda söylediklerimiz değil, eserlerimiz ve davranışlarımızdır. Türkiye’de ikamet eden insanlar üç aşağı beş yukarı birbirinden farklı tonlarda da olsa kimliğini oluşturan unsurlar hakkında benzer şeyler söyler, bazen de övünerek anlatır. Kimliğimizin başkaları tarafından değerlendirilmesine imkân veren davranışlarımıza gelince; ne birbirine benzer, ne de övünülen o azametli üst kültür unsurlarının hatlarını ve inceliklerini taşıyan davranışlar sergilenir. Bu ülkede kimlik problemi vardır; ama bu problem, “kim olduğumuz” sorusuna cevap verememekten çok, kimliğimizi oluşturan aslî unsurların asaletine uygun davranışlar sergileyememekten kaynaklanmaktadır.

HEMŞERİM OLSUN AMA ÇAMURDAN OLMASIN


Çok yönlü ve derin tartışmalar gerektiren kimlik meselesine dair sihirli formüller verecek salâhiyette değilim; ancak genel hatlarıyla kimliğin mahallî, millî ve evrensel olarak adlandırabileceğimiz üç hanesi olduğunu söyleyebilirim. İnsan bir evin, bir sokağın, bir mahallenin ve nihayet bir şehrin mensubudur. Şehrin insanları; okul vesilesiyle yahut mahalleler arası maçlarla, bazen de mahalle kavgaları nedeniyle yakın mahallelerle, kâmilen şehirle bütünleşir; giderek şehirlilik, bir ikamet adresi olmaktan çıkarak, mahallî kültür ve kimlik hâline gelir. Çocukken, “Hangi mahallelisin?” sorusuna göğsümü gere gere cevap vermekte, mahallemi sevmekte ve onunla övünmekteydim. Kimliğimi oluşturan temel insanî değerlerin pek çoğunu mahalleme borçluyum ve o değerleri daima taşımaya çalıştığımı söylemek isterim. O günlerin şehri daha yaşanılır idi. Zaman o ritimle devam etseydi; şehir mimarîsini kökten tahrip eden şok dalgalarını karşılayabilecek ve geleceğe yönelik isabetli tercihlerde bulunacak donanıma sahip olsaydık, bugün pek çok şehrimiz daha medenî, insan ilişkileri daha sağlıklı olabilirdi diye düşünüyorum. Kentleşme, ne yazık ki tekmil Türk mülkünün gövdesine bir azap gibi yapışmıştır. Başımıza gelen ne olursa olsun, bulunduğu hâlden daha medenî şehirler inşâ etmek hepimizin vazifesidir. Taşıdığımız üstün değerlerin hâlâ buna müsait bir zemin oluşturduğunu düşünüyorum.

Şehir kültürünün kazandırdığı değerler yani “mahallî kimliğimiz” bizi daha üst değerlere taşıyacak giriş kapısıdır. Gerçekte, bir şehre ait olmak, “Hangi insanların şehrine aidiz?” sorusuna cevap vermektir; çünkü şehre insanlar kimlik kazandırır. Geleneğimizde öyle Buharîler vardır ki Buhara’ya, öyle Bağdadîler vardır ki Bağdat’a, öyle Semerkandîler vardır ki Semerkand’a, öyle Bosnevîler vardır ki Bosna’ya ve öyle Sivasîler vardır ki Sivas’a bedeldir. Şehre kimlik kazandıran insanlar, tarihi aşarak bir şehri daima teşrif ederler; isimleriyle bir vatan, bir millî kültür haritası çizerler. Şehrinin kazandırdığı davranışlar ve değerler şehirlilik mektebinden hakkıyla mezun olan insana, başka şehirlerde, başka milletlerle karşılaştığında, özge bir şahsiyet olduğunun şahitleri olacaktır. Bir şehri hakk-el-yakîn yaşayan insan; başkalarına söyleyecek sözü, dinleyecek kulağı, sevecek kalbi, medenîliğin gereğini yerine getirecek kültür ıstılahlarına sahip olan insandır. Şehir, bazen toprağın altındaki hatıralarımız, bazen üç beş dost, bazen de yalnızlık demektir. Hatıraların yerini üç beş dost, üç beş dostun yerini yalnızlaşmanın aldığı ve şehrin, mahallenin, evlerimizin birer ikamet adresine dönüştüğü bir süreci yaşamaktayız. Sadece kozmopolitliğin zirvesindeki kentlerde değil, bütün şehirlerimizde yalnızlığın “trafik plakası hemşeriliği” biçimine dönüşmesi, kütle mimarîsi üzerine yerleşen bir kütle kültürünü sokaklarımızın baskın rengi hâline getirmektedir.

Son dönemde mahallîliği aşırı yücelten vakıf, dernek gibi örgütsel faaliyetler yoğunluk kazanmıştır. Bunun siyasî, sosyal, kültürel nedenleri elbette vardır; ama sebep ne olursa olsun “Şehir nedir?” sorusundan çok “Şehir kimdir?” sorusunun cevabını kurcaladığımda evimden dışarı adım atmak içimden gelmiyor. “Hemşerim olsun çamurdan olsun!” kaba hatlarının kimlik hanemize katacağı hiçbir incelik yoktur; aidiyet bildiren “î” harfinin telaffuzundaki inceliği hak eden vasıflı insanların kimlik hanesini belirleyecek sayıda ve etkinlikte olmasını isterdim. Şark hasetliğinin emaresi olan ve çoğu birbiriyle tezat hâlindeki mahallî asabelerin, “hemşoluk” söylemlerinin arkasına sığınma yerine; fert olarak sorumluluğunu taşıyacak evsaftaki insanların şehre renk vermelerini arzu ederdim.

ŞEHİRLİ OLMAK VE MİLLÎ OLMAK

Kimlik hanesini dolduran ve mahallî olanı kuşatan ikinci hane millî olmaktır. Bir şehrin kültürünü taşıyan ve yaşayan insan, millî kültürün hem parçası hem tamamlayıcısıdır. Mahallî olmadan millî olunamaz, olunduğunu söylemek mahallîliğin kıymetini bilmemekten kaynaklanır. Çünkü şehirlilik, millî kültürü bütün canlılığıyla taşımaktadır. Kendi şehrinin kültürünü özüyle, sözüyle, davranışıyla benimseyen insan, millî değerleri kimlik hanesinin içine taşımakta hiçbir güçlükle karşılaşmayacaktır.

Millî kültürümüz, sahip olmaktan bahtiyarlık duymamız gereken büyük bir hazinedir; ama o hazinenin karşılığını davranış düzeyinde tam olarak taşıdığımız ve yaşadığımız söylenemez. Mimar Sinan gibi bir mimara sahip olup, inşâ ettiğimiz mapusane duvarı gibi soğuk yüzlü resmî binalar, okullar yüz kızartıcıdır. Yakın zamana kadar pek çok şehrimiz ayakta kalan sivil mimarî örnekleriyle, şehir gibi şehir olduklarını ibraz eden inceliklerle dolu iken, müteahhitlerin tamamen duygusal(!) arzularına amade kentler dikmek de kolay becerilecek bir iş değildir, ama biz elbirliğiyle becerdik. Bizler, tarihiyle beraber yürüyerek şehirlerimize hareket ve şahsiyet katan bir ortasınıf yerine, yerlilik sosunu katık yapan “sonradan görme”lerin hâkim olduğu şehirlerde yaşamaktayız. Zekâ ve girişim gücüyle değil, rant ekonomisinin “şark açıkgözlüğü” ile kesiştiği “fırsat bu fırsat!” zihniyetiyle teşekkül eden bu zümrenin ciddi olarak kendi kendilerini terbiye etmesine ihtiyaç var.

Karamsar bir tablo çizmeye elverişli bir ortam ve nostaljinin prim yaptığı bir neşriyat furyası var, ona katkıda bulunmak istemiyorum; mahallî olunmadan millî değerlerle sağlıklı bir bütünleşme gerçekleştirilemez. Şehir denilince çoğumuz haklı olarak maziye kaçmaktayız; çünkü orada bizim “aristokrat” değerlerimiz var ve bu değerleri kendisine mal edebilen bir “kentsoylular zümresi”nden elan mahrumuz. “Tarih, aristokratların mezarıdır”. Ama aristokrat değerlerin devamıdır. Tek tek bütün şehirlerimizde ve millet olarak böyle bir vasatı yakalayamadığımız için, adrenalini yüksek, becerisi düşük bir manzaraya hâlâ mahkûmuz. Yiğido, dadaş yahut gakkoş deyince adrenalini yükselen ama mesleği, niteliği sual edilince hemşerilik yayvanlığına sığınan şehirliliğin, millî kimliğimizi yüceltecek bir katmadeğer ekleyeceğini sanmıyorum.

MİLLÎ VE EVRENSEL OLMAK

İnsan olmamız gereği kimlik hanemizde kıdem olarak başta gelen, ama süreç olarak sonradan kazanılan değerlerle daima zenginleştirilen ve kemal sınırı çizilemeyen üçüncü hane evrenselliktir. Biz mahallî ve millî varlığımızla ve kimliğimizle beraber insanlık âlemi denilen bir âlemin üyesiyiz. İnsanoğlunu birbirinin azası gören ve “yetmiş iki millet”e kucak açan asaletiyle göğsümüzü gererek söyleyelim, buçuğuyla beraber yetmiş ikiyi yaşatmak ve beraber yaşamak bizim kültürümüzün esasıdır. Türkiye mahallî kültürlerin zayıfladığı, millî kültürün fikir ve davranış düzeyinde iyi temsil edilmediğini düşündüğüm bir vasatın içerisindedir. Bu hâl kimliğimizin mahallî ve millî hanelerini silikleştirmektedir. Kültür seremoni aracı ve müzelerin dolgu maddesi değildir; yaşanması gereken varlığı, yaşandığı kadar yekûn tutar. Bütün kültürler aynı yaştadır ve asildir; bizim kültürümüz, diğer kültürleri anlayacak, hiçbir hissî ve fikrî karmaşaya düşmeksizin iletişime girebilecek kudrettedir. İnsanlığa sunabilecek ve tüm insanlığın örnek alması gereken tarihî birikime sahip iken, insanımızı yoran iç dirliksizlik yüzünden ders alan konumunda olmak üzücüdür.

Dede Korkut’un kozmoloji ve tabiat anlayışımıza örnek teşkil edecek derinlikteki: “Ağaç ağaç der isem sana, arlanma ağaç!” mısraının, Pir Sultan’ın “Ağaç dersem gönüllenme!” mısraı ile aynı kozmoloji tasavvurunun ve aynı kozmolojik dilin yansımaları olduğunu kavradığımızda “Biz” denilen şeyin kök değerlerini anlamamız ve millî kültür bütününü kavramamız mümkün hâle gelecektir. Bağdatlı Fuzûlî’nin “Bende Mecnun’dan füzûn âşıklık istidadı var!” mısra-ı bercestesiyle, Âşık Ruhsatî’nin “Daha senden gayrı âşık mı yoktur/Nedir bu telaşın vay deli gönül!” naralanmasının aynı şeyi hem mahallî, hem millî, hem evrensel bir aşk estetiği seviyesinden kavrama imkânı sonuna kadar açıktır.

Âşık Veysel’in insanlığın kökenini tarif eden “Aynı vardan varolmuşuz!” mısraı, Hafız-ı Şirazî’nin “Benî âdem azayı yek digerest!”i ile aynı dünya görüşüne ve insaniyet anlayışına bağlanmıştır. Bu anlayış, insan denilen varlığı; hümanizmin başına yerleştirilen ve evrenselliğe vurgu yapan, Latinlerin “totus genum hümanıum=İnsan soyunun birliği” ibaresinden daha iyi kavramaktadır. Aynı vardan varolmak ile aynı soydan olmak iki ayrı anlayışa işaret eder. İnsanların aynı vardan varolması, birbirinin azası olması, “çok kültürlülük”e işaret ederken; soy birliğine yapılan vurgu, kültür emperyalizmini evrim hattında meşrulaştırma gerekçesidir. İnsanları, kendinin aynısı yapmak ile azası olarak telakki etmek birbirine zıt iki tavırdır. Âşık Veysel’in halk irfanını yansıtan doğaçlama sözleri, felsefî ve düşünce ürünü Latin ibaresinden daha anlamlıdır ve daha derin bir sosyolojik tahlile imkân verici niteliktedir.

Hem mahallî, hem millî varlığımızla bu yüzyılı aydınlatacak birikime sahibiz; ama sahip olmak ve bilmek değil, “olmak” gerekir. Mahallî-millî-evrensel dairesini şahsiyetimizin içerisinde birbirine kavuşturmak da bilmekle değil “olmak”la ilgilidir.

SONUÇ

Mahallî olmak elbette önemlidir; ama şehirlerimizin kaliteye ve kaliteli insana ihtiyacı vardır. Dünya nüfusunun büyük bölümü magandalardan oluşmaktadır ve bizim ülkemiz de bundan azamî payını almıştır. Şehrim üzerine bir güzelleme yazma hakkım daima bâkî, ama kendi kendimizi ağırlamaktan, mânâsız ve mesnetsiz hemşoluk gösterilerinden usandık. Hele hele halk dalkavukluğunun özel bir türünün şehir dalkavukluğu suretinde magandalarca temsil edildiği, bunun da ciddi özeleştirilere bile tahammülsüzlük olarak pek çok vilayetimizde kendini gösterdiği bir ortamda, içimden orta yayla rüzgârlarının gönül açan ferahlığını yazmak gelmiyor.

Şehirler, içinde yaşayan insanların nefesiyle soluk alır verir; insan kalitemizi yükseltmekten başkaca yolumuz yok. Herkes kendi şehrini daha güzel ve medenî hâle getirmenin yolunu aramalı; beğenmediğimizde gidebileceğimiz bir başka şehir de yoktur, bütün şehirler giderek birbirine benziyor çünkü.