๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Diğer Yazılar => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 25 Mayıs 2012, 15:02:26



Konu Başlığı: Halay ve senfoni II
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 25 Mayıs 2012, 15:02:26
HALAY VE SENFONİ-II
Berat DEMİRCİ • 43. Sayı / DİĞER YAZILAR


Çoğu Batıcımız Farabî’den, Merağalı’dan yani kurucu dehalardan başlayarak halk müziğine ulaşan yola girmek yerine; Kerem ile Aslı hikâyelerine, âşık deyişlerine, köy hikâyelerine yönelmeyi tercih etmişlerdir. Ne var ki halk müziği serapa köylü bir müzik olmayıp, Türk Müziği’nin klasik sesinin halk kulağında tasannu kazanmasıyla gerçekleşmiştir; karar sesine de şehirlerde ulaşmıştır. Türküler, anonimlik kazanmadan önce, adı bilinsin bilinmesin ozanların gönlünden çıkmıştır. Karacaoğlan, Emrah, Sümmani gibi klasik âşıklar, aynı zamanda kendilerine mahsus tarzları olacak kadar müziğe de yatkındırlar... Pek çok şeyi meşk yoluyla ustalardan öğrenmişlerdir. Âşıklık Teşkilatı, ahi geleneğinin bir parçası olarak var idi ve bu teşkilat âşıklık istidadı olanlara edebiyat ve müzik öğretir, yetkinleşene de icazet verirdi. Şimdi piyasada kısa saplı bağlamayı istismar ederek aşığım diye gezenlerin ise müzikle uzak yakın ilişkileri yoktur. Âşık edebiyatı kısmen kurtulmuştur ama âşık müziği krizdedir.

Halk edebiyatına ve âşık müziğine nüfuz etmek de ciddi bir çaba ister. Halk ürünlerinden yola çıkanlar, halkta gördüğü cevhere şaşırmakta haklılar ama bu hâl, halkı küçük görmenin ta kendisidir. Yabancılaşmış ama yabanlığının farkında olmayan aydınlar, ortada şaşılacak bir şey olmadığını anladıklarında, “beyaz adam”ın yerlilerde primitif incelikler gördüğünde düştükleri hayretten kurtulabilir, uluorta söyledikleri “Ben Türküm!” sözünün içine fiilen girebilir, doldurabilirler. Yaygın ve sözlü kültürü biçimlendiren bir klasik üst kültür daima vardır ve alt kültürler üst kültürle daima temas halindedir. Klasik edebiyata ve müziğe hasım olanların düştüğü tavır; halkın ağzıyla barışık, diliyle küs olmalarından başka bir şey değildir.

Divan Edebiyatı’na ve Klasik Türk Müziği’ne “Saraylı” damgası vurmak, onları küçültmez, tersine büyültür. Makam sahibi ve divan sahibi sultanların olması da bir kazançtır. Patronaj meselesine gelince: Sanatın devlet tarafından himayesi Osmanlı için de, diğer devletler için de özgün bir sosyolojik farklılık taşımaz. Osmanlı sultanlarının çoğunun sanatkâr olmasının bize ihtarı, patronajı değil, patron farkını öne çıkarmalıydı. Saray, âşık geleneğini de ıskalamamış, disiplin kazandırmıştır.

Günümüz âşıkları, müzik kalitesi açısından zebun düşmüştür, sebebi de meşksizliktir.

ZURNADA AMADEUS YA DA PİYANODA ÂŞIK VEYSEL

“Müzik evrenseldir” derler, aslında “Evrensel olmayan nedir?” sorusunun kabul edilebilir bir cevabı da yoktur. İnsan ancak duygudaş olabilir, duyguların ifadesine evrensellik ölçütü koymak ise bütün kültürlere saygısızlıktır. Peşrev olmadığı söylenir ama zurnayla Mozart çalınır mı bilemem. Çalınırsa da piyanoda Âşık Veysel icrası gibi garip bir durum çıkar ortaya. Mozart’ı easternize yahut Weyseli(!) westernize etmek sanatkârlık değil, virtüöz temrini olabilir. İcra eden virtüöz değilse, zaten hiç duymamak daha yeğdir. Pek çok alanda olduğu gibi Batı’yı alaturka, Türk’ü alafranga takdim çok sesli müzik denemelerinde de ana iki akımdır. Aslında bu iki mukallit tavır -arayış dersem konuyu yumuşatmış olurum- tastamam birbirinin aynasıdır. Aynadaki yansımanın sağı sol, solu sağdır.

Veysel şairliğiyle büyük bir değerdir… Hayatının erken döneminde kır Bektaşiliğinin yeknesak parçalarıyla yetişmiş, daha sonra muhitinin kalıplarının dışına çıkarak anonim türküler söylemiş ve ufkunu genişletmiştir. Âşığımız, eğer türküleri tanımasa ve kendi muhitinin sınırlarında kalsaydı en fazla iyi deyiş okuyan bir mahallî sanatçı olurdu. Günümüzde yanık, ince mistisizm de taşıyan deyişlerle meşhur olan pek çok popüler türkücüler, klasik türküleri okuyabilmek şöyle dursun, yanından bile geçememektedirler. Bazen sofistike icralarına şahit olsak da, otantik hususiyetini taşıyan ve aşan Sarısözen terbiyesine aşinâ temiz kulaklara hoş gelmemektedir. İşin müzik boyutunu aşan tarafı ise, çoğu kısa saplı bağlama mahkûmu deyişlerin “Anadolu’nun sesi” yahut “Türk’ün sesi” gibi ideolojik-mezhepçi anonslarla takdimidir.

Ahmet Kutsi Tecer ve Muzaffer Sarısözen’in öncülüğüyle 1931’de düzenlenen Sivas Halk Âşıkları Bayramı’nda keşfedilen Veysel, şehirle temas sonucunda “Uzun ince bir yol”a girmiştir. Müziği bağlamanın imkânları dâhilinde bir “sehl-i mümteni” sayılacak sadeliktedir. Şiirleriyle sazı bu kadar imtizaç eden âşık zor bulunur. Ama âşık Veysel senfonik müzik temrini için isabetli bir çıkış noktası olamaz. İşin içerisine müzik girdiğinde türkülerden yola çıkmak isteyen kişinin, yöresini de aşarak klasik nitelemesini hak etmiş türkülerden yola çıkması, hiçbir şey değilse bile incelmiş bir zevkin göstergesidir. Türk Beşlisi’nde bu zevk nisbeten sezilir ama bugünün şöhretlerinde ideolojik tercihler müzik zevkine baskın çıkmıştır. Bu ise onları sanattan uzaklaştırarak piyanist-şantöz konumuna düşürmektedir.

“Halk ürünlerine yönelmek!” kulağa çok hoş gelen ama tahlile muhtaç bir ibaredir. Bu ibarenin altında yatan esas: Türk halkının üst kültür ve medeniyet değerlerini bir kenara atarak, halkı anonim ürünlerden ibaret saymaya yönelik siyasî ve ideolojik taktiktir. Hedefi ise halk değerlerini katma değer olarak kullanarak halk üzerinde yeni bir seçkinler sınıfı oluşturmaktır. Halkçılık bu yüzden halk düşmanlığına dönüşen bir bölücülük hâline gelmektedir. Her kültürde alt ve üst kültür farklılığı vardır ve bu bir sınıf ayırımı değil; bir bütünün parçalarını ifade etmektedir. Saray müziğinden(!) kaçarak, Türk denilen varlığı kabile-köy renkleriyle boyamak cehaletlikle nitelendirilmiyorsa art niyetten kaynaklanmaktadır. Seviyesi, makamı ne olursa olsun kendine halktan özge ve üstün görenlerin önce halkla millet hakikatini ayırt etmeden bütünü kavramaları ne kadar zor bir bilseniz. Osmanlı şahsında Türk düşmanlığı yapanların tarihî ve sosyolojik varlıkları ve niyetleri anlaşılamadığı müddetçe, bu memleketin fasih Türklerinin işi zor.

DEVLET SANATÇISI VE HALK SANATÇISI

Bu ülkede bir Devlet Sanatçısı, bir de Halk Sanatçısı vardır. Bu ikilik, devleti sembollere indirgeyen ve kendine hizmet ile memur gören mutsuz ve tatminsiz azınlıkla, halk arasındaki uçurumun göstergesidir. Devlet’in resmî sesi Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’dır ve simgeleştirilmiştir, dokunulmazlardandır; daha doğrusu önemli zevat CSO’yu kendilerine dokunulmazlık sağlamak için kullanmaktadırlar. Eser halkın CSO umurunda değildir; çünkü kendilerine devlet diyenler halkı daima düşman olarak görürler, düşmanlığın yoğunlaştığı alanlardan biri de müziktir. Gerçi son zamanlarda Devlet Sanatçısı unvanı Türk müziği ile iştigal eden Türklere de verilmeye başlandı ve hiç yakışık almadı. Devlet adına birilerinin türkücülere bile(!) paye dağıtması bir karşı devrim hamlesidir; halkın sevgililerinin oralarda ne işi var. Bu gidişle Orhan Gencebay’a da devlet sanatçısı unvanı vermenin yolu açılırsa, ne olur bu memleketin ahvali.

Orhan Gencebay Türk Müziği dairesi dışında değerlendirilmeyi de, “arabesk” olarak adlandırılmayı da hak etmedi. Orhan’ın müziği türkülere, peşrevlere üç akkor yazıp, çoksesli havası vermek için piyanonun pedalını bisiklet pedalı gibi kullanan sahtekârların erişemeyeceği kadar Türk’tür. Kısa saplıların baskısına boyun eğmeden, bağlama merkezli orkestrasyon ile bir devrim yapmıştır. Her şarkısının girişi ve ara nağmeleri, bir müzik dâhisinin yerli ve ecnebi enstrümanlar üzerine derin vukufiyetini gösterir. Devletin sanatçı unvanı dağıtması bir nevi patronaj ama halkın Orhan Gencebay’a vermiş olduğu “Abi” makamı sevginin tezahürüdür. Aslında bu tür şeyler söylemekle kendi halkımı jurnallemiş olma endişesi de taşıyorum ama hissiyatımdan değil meslekî ciddiyetimden söylüyorum. Dostoyevski “Bu dedikleriniz Rus halkına uymaz!” dediğinde, devrimci bir Rus Batıcısı “O zaman halkı öldürmek lazım!” diyerek mukabele etmişti. Zavallı Rusların neden Bolşevik İhtilaline iştirak ettiklerini daha iyi anlıyorum, çünkü işin ucunda itlaf edilmek var. Onlar da Batı’nın ayrı bir mezhebine katılarak yaşamayı tercih etmişler.

Orhan Gencebay, tekil olarak değerlendirilmeli ve “arabesk” kavramının içine sokularak refüze edilmemelidir, özellikle lahmacun kokulu, ayın çatlatarak söylenen popüler müzikle hiç karıştırılmamalıdır. Her şey bir tarafa Gencebay temiz bir dil kullanmakta, Türkçe’nin hançeresinin bütün özelliklerini yansıtmaktadır. Geleceğe kalıp kalamayacağını kestirmek zor, orkestrasyon devrimi ise çoktan unutulmuştur, orkestrasız kimse sahneye çıkmıyor artık. Bestekârlığının zamanını aşıp aşamayacağını bilemeyiz ama Gencebay’ın kendini ifade eden teorik çalışmalar yapma zamanı geldi de geçmektedir. Acep kudreti var mıdır?

HALAY VE SENFONİSİ

Senfoni ile halayların bölümleri ve bölümlerin geçişleri o kadar birbirine benzer ki… Her bölüm hayatın adetâ bütününü yansıtır; ağır ağır başlayan bir gün, hatta emekleyerek başlayan bir ömür; arkasından hayata şahsiyet olarak katılmanın ifadesi gibi hız ve coşku kazanan bir ritim; sonunda hareketliliğin zirveye çıkışı, enginleşmesi ve beklenmedik son. Beklenmedik son, özellikle halaylar için geçerlidir ve halay başı mendili indirerek sahneden çekilir. İster bir güne taksim et, ister bir ömre… Halaylar, eski bir kültür merkezi olan Sivas’ta kemal çizgisine ulaşmıştır, Sivas Ağırlaması da bütün halayları temsil kabiliyetine layık müzikaliteye sahiptir.

Senfoni, doğuş itibariyle hayatın kilisenin dışına taşmasıyla ortaya çıkan bir tür ve varlığı üç boyutuyla dile getirmenin müzikle ifadesidir. Bestekârlar o hayatın bizzat içerisinden gelmişler ve kendi şahsiyetlerini de katarak, bir kültürün mensuplarının ortak sesini yankılandırmışlardır. İtici güç Haçlı Seferleri’dir; hayat, aşk, tabiat Doğu’dan Batı’ya fışkırmıştır ve aynı zamanda enstrüman zenginliği de... Piyano severlerin pekçoğu, bu teknoloji harikası sazın üç yüz yıllık mazisi olduğunu mutlaka bilirler(!). Tanbur ise binüçyüz küsur yaşlarını idrak etmiş bulunmaktadır. Kilise, hayatı kendi dışında şenlendiren çoksesliliğe; Baba, Oğul, Ruh-ül Kudüs vizesi vermek zorunda kalır. Çokseslilik üçlü ilhamın bütünlüğe varışının bir nişanesi olarak seslendirilir senfonide; bu özgürlük demektir. Bestekârın ne yaptığını tam olarak değerlendirmek ise musikînin özü gereği hiçbir zaman mümkün değildir. Bizim Batıcılar, senfonik müziğin muhtevasına değil biçimine bağlanmıştır. Gardırop devrimcisi ne kadar Batılı ise, senfonik müzik fanatikleri de o kadar Batılı’dır. Müziğin de diğer sanatlar gibi çağdaşlıkla, çağdışılıkla ilgisi yoktur ama böyle bir bağ kurmak; şizofren ve bütünü algılayamamakla malul bizim çağdaşçılarımıza mahsus bir özel yetenektir. Mahiyet, taklit edilemez; bir kültürün yaşayan, soluk alan azası olunursa hissedilebilir, kazanılabilir. Biçim; taklit, hatta kopya edilebilir ama mukallit ancak mahiyeti yani aslî olanı yüceltebilir.

Halay; dinî-dindışı, serf-efendi ayırımı olmayan, baştan beri özgür bir toplumun hayatının ürünüdür; doğmak için bir ruhanî otoritenin veya ibadethanenin iznine ihtiyacı yoktur. Bir an için, halayın yalnızca sazlarla, senfoninin ise halay eşliğinde icra edildiğini düşünün; iki ayrı estetik idrakin kökenlerine ulaşırız. Senfoni, salona girmeden önce hayatın içinde vardır; halay havası da oyunlaştırılmadan önce nağme olarak hayat sahibidir. Halayı alt, senfoniyi üst kültür olarak değerlendirip geçmek, kategorize etmeden düşünemeyen beyinlere mahsus bir hafifliktir. Şaheserlerde değil, ayrıntı gibi gözüken güzelliklerdeki derinliği idrak edemeyen fikir erbabı, her şey bir tarafa usul inceliğinden nasipsizdir. Carî akademizm, bilgi yoğunluğu altında ezilen, ferdiyetinin ve yaptığı işin evrendeki yerini tayin donanımından yoksun hormonlu bilimciler üretmiştir.

Halayların ses zenginliği, bölümlere geçişteki olağanüstü uyum davul-zurna tazyikine mahkûm kulaklara bütün incelikleriyle ulaşamamaktadır. Kahraman Usta, Sarı İbrahim, Sarı Mehmet gibi zurnanın otantik virtüözlerinin yerini dolduracak mâhir çıraklar da henüz çıkmadı.  İnce sazlarla, halay dinlemeyenler demek istediğimi tam anlamıyla anlayamazlar; ama ben ince sazlarla icrâ edilen halayların lezzetini tatmış biriyim. Sivas Ağırlaması, bir de virtüözlüğe ulaşmış klasik sazlarla icra edilirse, kolayca denildiği gibi yalnızca bir halk dansı(!) değil, olağanüstü güzellikte bir saz eseri olduğu daha iyi anlaşılır. Ayrıca çoksesli icrâsı da, salon ortamında keyif vericidir. Halay salona sığmaz, ancak halayı doğuran hayat kaynaklarını beyefendi ve yerli bestekârlar eserlerine taşıyabilirler. O da bir kültüre mensup olmakla, içinden gelmekle mümkündür; sonradan olmaz.

Halaylar belki köyde doğmamış, davul zurnayla köye ulaşmıştır; belki de köyde doğmuş şehirde incelmiştir; muhakkak olan ise büyük bir müzik geleneğini haber vermeleridir. Halk müziği, sanat müziği ayırımı Batı’da da vardır ve aralarındaki ilginin kuvveti konusunda bizdekine benzer tartışmalar yapılmaktadır. Kanaatim, bu bağın kültürel hareketliliğin akışına göre tarihî ve devrevî farklılıklar taşıdığıdır. Mutlak olan ise, aralarında göbek bağıdır ve ayırım yalnızca didaktik niyetlerle yapılabilir. Halk Müziği’nin yakın bir tarihe kadar tek hizada dizilmiş bağlamalar ve kuvvetli solistlerle icra edildiği günler ile bugün ulaştığı saz ve sahne zenginliği mukayese edilemez. Kültürel akışın hızlandığı, kültürlerarası geçişlerin sınır tanımadığı modern dünyada asıl güçlük, neyin muhafaza edilmesi gerektiği konusunda yaşanan tutarsızlıktır.

Bir de icrâda eski aşk ve âşıklar yok; aşk ile icrânın yerini kuru, jestsiz, mimiksiz konservatif tıfıllar almıştır. Aşk olmayınca meşk de olmuyor. Ne desek boş…

SONUÇ: BEETHOVEN’İN GÖZLERİ


Dokuzuncu Senfoni, Beethoven’ın kulaklarının tamamen işitemez hâle geldiği dönemin ürünüdür ve bu yönüyle hayretle karşılanır, hayranlık uyandırır. Çünkü müzik ile kulak arasında inkârı mümkün olmayan bir bağ vardır. Ancak, bestekâr sadece kulaktan ibaret değil; bütün varlığıyla, bütün azalarıyla eserine kendini katan orijinal bir şahsiyettir. Beethoven’in kulakları işlevini yitirmiştir, ama başta içinin sesini notalarla aktarabilecek gözleri olmak üzere bütün duyu organları ve muhayyilesi diridir. Bestekâr bir kültürün, bir medeniyetin mensubudur ve içindekini sızdırır. Beethoven, Dokuzuncu Senfoni’yle bütün dünyaya, müzik hakkında da, bestekârlık hakkında da en büyük dersi vermiştir.

Evet, bizde de senfonik eserler besteleyen, operalar yazan dahiler vardır ve olacaktır. Ancak bütün dünyaları salondan ibarettir, hayatlarını halktan ve hayattan kökten kopuk bir surette sürdürmektedirler. Bu dâhilerimizin mahallî-millî-evrensel birikime kendi şahsiyetlerini de katarak özgün bir çizgi yakalamaları mümkün değildir. Maksadımız bazı mümtaz şahsiyetleri incitmek değil, çokseslilik hattında yaygın zihniyetin tutarsızlığını sergilemekti. Kulağım bozulur diye kendi milletinin müziğinden uzak duran virtüözlerimiz, aslında kendilerinin yalnızca birer hassas kulak (mutlak kulak) sahibi olduklarını itiraf etmiş bulunmaktadırlar. Beethoven ise bütünlüklü bir hayattır, kendi kültürünün ve medeniyetinin sesidir. Bu yüzden, bizdeki bütün sağlam kulaklıları alt alta toplasanız bir sağır Beethoven çıkmaz.

Muhtemelen bizim dâhilerimizi babaları ve anneleri “Aman evlâdım sokağa çıkma, aşağı mahallenin çocukları senin ahlâkını bozarlar!” diye sokağa bile salmıyordu. Bîçarelerin gözleri, doğru dürüst adam bile göremedi. Sonra müzisyen oldular, sonra dahi virtüöz yahut emsalsiz soprano oluverdiler. Ama toplum mühendisliğinin kurbanı birer teknisyen, birer enstrüman olmanın ötesine geçemediler. Geçemezler de