Konu Başlığı: Gerçeği değiştiren düşler Gönderen: Safiye Gül üzerinde 29 Mayıs 2012, 12:47:49 Gerçeği değiştiren düşler Said YAVUZ • 57. Sayı / DİĞER YAZILARMustafa adında bir yeniçeri, Halveti Şeyhi Seyyid Hasan, tüccar Ayaşlı Hüseyin Çelebi ve Üsküplü Asiye Hatun. Cemal Kafadar, el yazması metinlerin içinden gün yüzüne çıkardığı bu dört Osmanlı vesilesiyle hem yerleşmiş kanıları sarsıyor hem de modern anlamdaki bireycilik anlayışını da sorgulayan bir tarih araştırması ortaya koyuyor. Ahmet Hamdi Tanpınar, meşhur eseri 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’nde edebiyatımız için 19. asrı “ferdin doğuşu” diye nitelerken bunu Keşan’a sürgün edilen bir şairin penceresinden gösterme eğilimindedir. İzzet Molla, ikbal günlerini geride bırakmış, Keşan’a doğru kederli bir yolculuğa çıkmıştır. Bir ara yolculuğu esnasında at arabasının aynasında kendisini görür ve bu manzarayı ilerde Mihnetkeşan adını vereceği eserinin girizgâhı olarak nazmeder. Aynada kendisine benzer birini görmüş, klasik olanın dışına çıkmış, masal kahramanlarını geride bırakarak şiirinde tamamen kendisini anlatmıştır. Ne ki Tanpınar’ın o müthiş ifadesiyle arabanın ilk sarsıntısında şair aynadaki bu hayali kaybetmiştir. Realite aynası hemencecik vahdetin aynasına dönse de Türk şairi kendisiyle karşılaşmıştır. Tanpınar’ın özetle edebiyatımızda reel hayata dair deneyimlerin 19. asırda kaleme alınmaya başlandığı yönündeki görüşleri, Osmanlı entelektüel hayatında Rönesans sonrası Avrupa’sının kültürel kazanımlarının ölçü olarak alınmasıyla birlikte ortaya konulmuştur. Peki, biri çıkıp bu ölçütleri hiçe sayarak, el yazmalarını inceleyip ulaştığı bulgularla Osmanlı Edebiyatı’nda çok daha eski bir yüzyılda kişisel yazı geleneğinin var bulunduğunu söylese ne yaparız? Şaşarız değil mi? Zaten karşımıza geçip Osmanlı’da uluslararası ticarette aslında Müslümanların da ciddi rol oynadığını, bilinenin aksine yeniçerilerin de askerlik dışında kimi işlerle uğraştığını, modern Batı tarafından bireyselleştirilip uygarlaştırılmadan (!) önce Osmanlı insanının günce tutmadığının bir yanılgı olduğunu söyleyen kişi de büyük şaşkınlardan biri. Aristo’nun “Bilgi hayretle başlar” sözünü işittiyseniz, bütün bu saydığım yeni bilgileri topladığı kitabına “Burada okuyacağınız yazıların her biri şaşkınlık ürünüdür” diyen yazarın hayretine ortak olmak durumundasınız. Tarihin yok olanla değil, var olanla ilgili olduğunu söyleyip Karacaoğlan’ın “Kim var imiş biz burada yoğ iken?” sorusunu eserine temel yapan bu araştırmacı, Cemal Kafadar. Mustafa adında bir yeniçeri, Halveti Şeyhi Seyyid Hasan, tüccar Ayaşlı Hüseyin Çelebi ve Üsküplü Asiye Hatun. El yazması metinlerin içinden gün yüzüne çıkardığı bu dört Osmanlı vesilesiyle hem yerleşmiş kanıları sarsıyor hem de modern anlamdaki bireycilik anlayışını da sorgulayan bir tarih araştırması ortaya koyuyor. 1500’lerde yaşamış yeniçeri Mustafa’ya dair payitahta sunulmuş bir dilekçeden ve dilekçeye verilen cevaptan hareketle yeniçerilerin bozulma döneminden önce askerlik dışında hiçbir işle uğraşmadıkları yargısını sorgulayan yazar, “Ben ve Başkaları” adlı makalesinde kişisel metinler olarak günce formunda yazılmış Osmanlı yazmaları üzerinde uzunca durur. Seyahatname, menakıbname, düşname, padişaha sunulan arîza ve mektup gibi türlerin aslında otobiyografik metinler olduğunu ve hatta Mesnevilerin sebeb-i telif kısımlarının da bu minvalde incelenmesi gerektiğini uzun uzadıya izah eder. Batı’ya özenip onun değerlerini özümseyene kadar Osmanlı’da kimselerin günce tutmadıkları iddiasını çürüten eserlerin başını çekiyor Sohbetname. Tarihe vurulan sondaj, edebiyatın dipte kalmış yollarını da açmıştır. Sohbetname, bir dergâha şeyh tayin edilen Seyyid Hasan’ın günü gününe tuttuğu notlardan oluşuyor. Bu defterde şeyhin sevdiği yemeklerden, ihvanlarına, zikirlere, kahve meclislerine, sufi dergâhlarını nezaket ziyaretlerine kadar geniş bir bilgi bulunuyor. Bir tarihçi için bu defterin değeri ne olabilir? Cemal Kafadar bir dedektif edasıyla dervişin satır aralarından onun eğilimlerini, çevresini, o günün vakıf teşkilatını, dergâh kurumunu, devletin Halvetiliğe bakışını inceliyor. Okudukça siz de kişisel bir günlükten nasıl bir tarih bilimi ortaya konduğuna hayret ediyorsunuz. Bu notları gösterişsiz kaleme alan derviş, avutucu insani sıcaklığı bir nebze elinde tutmaya çalışan, her dost meclisinin yazılarak bilinç düzeyinde canlı tutulması gereğine inanmış bir aydındır. Osmanlı’da Müslüman Türklerin dış ticaretle ilgili olmadıkları yargısını “Venedik’te Bir Ölüm” başlıklı makalesinde reddeden yazarın en dikkat çekici makalesi ise Üsküplü Asiye Hanım’ın rüyalarından hareketle yazılan mütereddit bir mutasavvıf hakkında olanı. Tarihçinin karşısına Topkapı Sarayı Kütüphanesi’nde hoş bir sürpriz olarak çıkan Asiye Hanım, tıpkı Seyyid Hasan gibi Tanpınar’ın yukarıdaki yargısıyla ilgili içimize ciddi bir şüphe düşürüyor. Acaba yaşadıklarını kaim kılmak, an’ı ölümsüzleştirmek ve dahi seyrü süluk yolunda ilerlemek isteyen daha başka kimlerin defterleri, Venedik, Paris, yağmalanan Bağdat, Konya, Hanya Kütüphaneleri’nde ya da acınası bir açık artırmada hayrete açık elleri beklemektedir. Entelektüel bir Osmanlı kadınının tasavvufi tecrübesini açıklıkla göreceğimiz mektuplarında Asiye Hanım, gördüğü garip halleri, tecellileri, rüyaları şeyhine açık bir dille anlatır. Her türlü yozlaşmanın ayyuka çıktığı günümüzde tasavvufun sahih takipçilerine Seyyid Hasan’ın Sohbetnamesi’nden (kâdir oldukça çarşı taamından yeme!) ve Asiye Hanım’ın rüyalarından çıkarılacak ciddi dersler var. Bir tarihçi, derviş bir kadının rüyalarından tarih adına nasıl bir sonuca varabilir? Dahası, klasik edebiyatımıza baktığımız yer konusunda bize nasıl vesvese verebilir, yeni türler inşa etmek gerektiğini, kişilerin doğrudan kendilerini anlattıkları metinlerin bunu gerekli kıldığını söyleyebilir? Ne yapalım o da kendisinden evvel gelene sormuş: “Kim var imiş biz burda yoğ iken?”. Dört Osmanlı birlikte “Biz varız.” diyorlar. |