๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Diğer Yazılar => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 14 Haziran 2012, 18:16:36



Konu Başlığı: Filistin dilemması
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 14 Haziran 2012, 18:16:36
FİLİSTİN DİLEMMASI
Rasim ÖZDENÖREN • 48. Sayı / DİĞER YAZILAR


Yahudi bu cüreti, bu saldırma cüretini nereden alıyor? Kendi zatındaki güçten mi, yoksa hasmının zaafından mı?

Yoksa İsrail daha farklı bir politika mı izliyor?

Biz, siyaseti hasmın gücünü kendi lehine kullanabilme sanatı veya mahareti olarak tanımlamak istiyoruz.

Denk olmayan güçler karşılaştığında onu pazı gücüne dayanarak önlemeye çalışmak, sel suyunu elle önlemeye çalışmaya benzer. Bu yöntemle sel suyuyla başa çıkmanın imkânı elde edilemez. Ancak sel suyunu kanalize etmek mümkündür. O takdirde sel suyu hasım olmaktan çıkar. Faydalı hâle gelir. Başta düşman ve hasım gibi görünen o yabanıl güç, idare etmeyi başardıktan sonra hizmet vermeye hazır hâle gelmiş olur.

Hasmın gücünü kendi lehine çevirebilmek yalnızca iç siyasette değil, dış siyasette de geçerli bir yöntemdir.

Ancak hasmın gücünün nasıl kanalize edileceğinin, nasıl kullanışlı hâle getirileceğinin bilinmesi gerekiyor.

Yapılmak istenen şey bellidir: Sel suyunun zararı önlenmek istenmektedir. Sel suyunun önüne çıkarak onu önlemenin imkânı yoktur. Sel, karşısına çıkan her şeyi önüne katarak sürükler. Fakat kaçmak da çare değildir. O takdirde de hiçbir şey yapmadan yalnızca kaçmış olursun. Sel suyunu elini siper ederek önlemeye çalışan kimse, böyle bir açmaza (dilemma) düşmüş olur.

Siyasî kararlarda da durum farklı değildir. Hasmını siyaset kulvarına çekerek onun gücünü kendi lehine imale edebilen siyaset adamı, işini mesleğine yaraşır bir yöntemle icra ediyor demektir.

Eğer siyasetin dili kullanılacaksa tarafların kullandığı dil, yani onların önermeleri konuşma masasına getirilmelidir.

Öncüller sorgulanmadan dilemmadan çıkışın yolu bulunamaz.

Filistin olayına bakıldıkta, şu dilemma ile karşı karşıya geliniyor: Her iki taraf da kendi öncülünün haklı olduğu önyargısıyla yola çıkıyor…

Kimse kendi öncülünü hakemin kararına tevdi etmiyor. Herkes kendi kararının hakemi rolünü oynuyor. Daha da kötüsü, kabul edilen hakem karar verdiğinde, ona da riayet edilmiyor.

İsrail hangi iddianın arkasında duruyor? O, Filistin halkının inkârı, yok sayılması gibi gerçekliğe uymayan bir davanın ardına düşmüş görünüyor.

Öte yandan Filistin halkının sözcülüğünü üstlenmiş olanların önermesi reel politikaya uyuyor mu? O da, bilindiği kadarıyla İsrail gerçeğini reddetme üzerine bir politika inşâ etmek istiyor. Üstelik kendi aralarında mutabakat sağlayamıyorlar.

Böylece, her iki taraf için de ortada duran gerçeklikle, tarafların iddiasının içeriği örtüşme hâlinde görünmüyor.

Filistin, hasmının gücünü kendi lehine imale etme bir yana, dostlarının gücünü bile her zaman kendi yanına çekebilme ustalığını gösteremiyor. Filistin, taleplerine gerçeği kanırta kanırta ulaşmaya çalışıyor. Fakat heyhat ki, gerçekçi bir politika izlemediği, ancak savaş üzerine inşâ edilmiş bir zihniyetle yola çıktığı için sürekli hüsrana uğruyor. Ve dostlarını da çoğu kez üzmekten geri kalmıyor.

Dünya siyasetinin modern çağlardaki ilkesi adalet üzerine değil, fakat çıkar üzerine bina edilmişken, adaletin kendiliğinden zuhur etmesini beklemek azim bir yanılgı olur. Adaletsizlik hâlihazırdaki uluslararası ilişkilerde, güçlü olanın zayıf karşısındaki silahı hâline gelmiştir: Çıkarın varsa adaletsiz davranmak, uluslararası bir ilke hâline getirilmiştir. Sömürgeciliğin “meşrû” silahı olarak kullanılmaya alışılmış olan bu ilke, günümüzün neredeyse olağan yöntemi hâline gelmiştir.

Böylece, günümüz ortamında, güç eşittir adalet demiş oluyoruz. Son yıllarda BM’nin aldığı kararların veto hakkına sahip olanlarca (ABD, İngiltere, Fransa, Rusya, Çin) manipüle edilenlerinde, adaletsizlik öne çıkmakta, bu kararlar açıkça çifte standartlı olmaktadır.

Fakat her şeye rağmen, hakkın ve adaletin, içinde yaşadığımız hayatın gerçeklerinden fışkıracağına inanmak gerekiyor.

Adaleti tesis etmenin yolu, düzmece ve kurgusal gerçeklere göre değil, fakat gerçekliğin kendini nişan alarak kurulabilir. Burada hamaset değil, fakat siyaset, vakıâya dayanan siyaset ön alır. Bu demektir ki, taraflar kendi reel şartlarını dikkate aldığı kadar karşı tarafın gerçekliğine de saygı ve riayet göstermeyi kabul eden bir siyaset izlemeye davet edilmelidir…

Fiilî gerçekle kurgusal gerçeğin çatıştığı yerde tarafların izlediği politika, daima kaygan bir zemin üstüne oturur. Tarafların anlaştığını sandığı yerde ansızın anlaşma ortamının olmadığı ortaya çıkabilir. Geçici olarak barış hâlinin yaşandığı yerde barış, taraflardan birinin ateşkesi ihlâliyle bozulur ve savaş ortamına girilir. Taraflar karşılıklı güvensizlik ortamının içine düşer. Bu yüzden, Filistin-İsrail ilişkisinde hiçbir görüntünün inandırıcılığı yoktur. Her şey sahtedir. Her şey bir kandırmaca üstüne oturmuştur. Veya en doğrusu hiçbir şey hiçbir zemin üzerinde sabitlenmemiştir.

Son 60 yıldır Filistin ile İsrail arasında yaşanan siyasî tavır alış, tam da bu söylediğimiz tabloya uygun seyretmektedir. Tarafların birbirine karşı bunca güvensiz bir zemin üzerinde karşı karşıya bulunduğu bir ortamda daha uzun süre bir barış umudunu beslemek yalnızca hayâl olur. Bu sonucun sorumluluğu ise taraflardan her ikisinin birden vebali altındadır.