๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Diğer Yazılar => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 20 Haziran 2012, 17:33:34



Konu Başlığı: Erdemli toplum yüksek siyaset
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 20 Haziran 2012, 17:33:34
Erdemli toplum yüksek siyaset
Halil AKGÜN • 70. Sayı / DİĞER YAZILAR


Modern dönemde siyasetin devlet yönetimiyle sınırlı hale gelmesi, bir zihin daralmasının sonucudur. Bugün üniversiteden medyaya, iş dünyasından ev sohbetlerine kadar hemen her yerde siyaset dediğimizde akla siyasi partiler, seçimler, meclis, devlet, bürokrasi gibi kavramlar geliyor. Bunlar şüphesiz siyasetin alanına giren konulardır. Fakat siyasetin devlet ve devlet etrafında şekillenen kurumlarla sınırlandırılması, yüksek siyasetin imkânını ortadan kaldırıyor.

Siyaset dediğimizde devletten önce insanı ve insanın dünyadaki var oluş gayesini doğru tanımlamamız gerekiyor. İnsana hizmet etmeyen bir siyasetin manası, işlevi ne olabilir ki? O yüzden siyaseti bir kurumlar ve rejimler düzeni olarak görmeden önce, insanla olan ilişkisini ortaya koymak gerekir.

Bu, İslâm’ın hayatı bütüncül bir şekilde kucaklamasının da bir sonucudur. İnsanın hayatı bir bütünlük arz ettiğine göre, onun hayatına hâkim olan ilkelerin de bütünlük ve tutarlılık arzetmesi gerekir. İnsan, hayatının bir kısmında ahlâk ve fazilet sahibi, diğer kısımlarında haris ve mütekebbir olamaz. Bu, mantığın en temel ilkeleriyle çelişir.

Bu yüzden insanın bireysel hayatına da, sosyal hayatına da, siyasete de hâkim olması gereken kurallar aynı kaynaktan gelirler. Varlık alemine hakim olan kurallarla, insan hayatına yön veren kurallar aynıdır. Nitekim İslâm’da, din ile dünya birbirinden kesin olarak ayrılmamıştır. Çünkü amaç, insanın bu dünyada bir bütünlük içinde, anlamlı ve tutarlı bir hayat yaşamasıdır.

Bu manada din ile siyasetin bir ve beraber olması, dinin siyasete alet edilmesi anlamına gelmez. Kademe bakımından din, siyasetin üstündedir. Din, siyasete yön veren ilkeleri ortaya koyar. Siyaseti “yüksek siyaset” olarak tanımladığımız zaman, dinin siyaset ahlâkı ve toplum düzeni için ne kadar elzem olduğunu açık bir şekilde görürüz. Günlük siyaseti doğru anlamak için de adalet, emanet ve hakkaniyet üzerine kurulu “yüksek siyaset”i doğru anlamamız gerekiyor.

Kelimelerin dünyası
Siyaset kelimesi Arapçada, s-y-s kökünden geliyor ve “bir şeyi iyi durumda tutmak için koruyup gözetlemek” anlamına geliyor. Siyaset kelimesinin bir diğer anlamı, “hayvanı ehlileştirmek, terbiye etmek”. Türkçede at bakıcısı anlamındaki “seyislik” de aynı kökten geliyor. Bu manada siyaset, toplumun hayır ve maslahat üzere olması ve insanların barış ve huzur içinde yaşaması için toplumun ve devletin işlerini özenle takip etmek ve koruyup kollamak anlamına geliyor.

İşte yüksek siyasetin ilk ipuçlarını bu tanımda bile görmek mümkün. İnsanın ve toplumun hayır ve hasenat üzere, erdemli bir hayat yaşaması için gayret göstermek, çaba sarfetmek... Siyasetin nihaî gayesi budur. Bu amaca hizmet etmeyen ve adalet dağıtmayan bir siyaset, ancak küçük hesapların, çıkar çatışmalarının, kirli ilişkilerin bir aracı olur.

Kur’an’da siyaset kelimesi geçmez ama siyaset kavramının altını dolduran temel unsurlar zikredilir. Mülk, adalet, emanet, devlet, imam, emir, istişare, kavim, millet gibi kavramlar, bugün siyaset dediğimiz alanın temel unsurlarıdır. Sadece bu kelimeler bile, İslâm’da siyasetin devlet yönetiminden ve bugünkü manada “politika”dan ibaret bir şey olmadığını gösteriyor.

Türkçede de sıkça kullandığımız ve mahkeme odalarında gördüğümüz “adalet, mülkün temelidir” sözü, İslâm’ın yüksek siyaset anlayışının tek cümlelik bir ifadesidir. Adalet olmadan hiçbir şey hak ettiği yere ulaşamaz. Mülk ise, hem mal-mülkü, hem bir ülkeyi, hem de yönetim biçimini ve düzeni ifade eder. Bu manada yerel, ulusal ve küresel siyasete anlam katan şey, adalettir.

Batı dillerinde kullanılan ve Türkçeye de geçmiş olan politika, “polis” kelimesinden gelir, şehir manasını taşır. Şehir, insanların toplu halde ve belli kurallara bağlı olarak yaşadıkları yerdir. Aristo “insan siyasi bir canlıdır” dediğinde, insanların toplu olarak şehirlerde yaşamasının onların fıtrî bir özelliği olduğu gerçeğine atıfta bulunmaktaydı.

Siyaset, insanların büyük kitleler halinde bir arada yaşamak için ihtiyaç duyduğu düzenin kurallarını ortaya koyar ve uygular. Bu kurallar yüksek ahlâki-manevi değerlere dayandığı zaman, siyaset adalet dağıtan ve hayra vesile olan bir kurum haline gelir.

Siyaset: Amaç mı, araç mı?
Bu yüzden siyaset asla kendi başına bir amaç değildir. Siyaset, insanı mutluluğa ulaştırmak ve erdemli-ahlâklı bir hayat yaşaması için bir araçtır. İnsanın yüksek değerlerine hizmet etmeyen bir siyaset, bizi ancak hedonizme yani insanın arzu ve hevasının tek değer kabul edilmesine götürür. Fakat böyle bir düzen ne tarihte var olmuştur ne de fiilen hayat bulabilir. Çünkü toplum hayatını herkesin arzularına göre tanzim etmek mümkün değildir. Bir arada yaşamak ve kemale ulaşmak için, mutlaka belli kuralların olması ve toplum maslahatının gözetilmesi gerekir.

Peki insanın mutluluğu nedir? İnsan, nasıl mutlu olur? İnsanın mutluluğu maddi hazlarını tatmin etmek demek değildir. Çünkü maddi hazların sonu yoktur. Madde aleminde kaldıkça insan hep daha fazlasını ister. Ve gerçek tatmine hiçbir zaman ulaşamaz. Gerçek mutluluk, manevi değerlere sahip olmak, tükenmeyen bir kaynağa bağlı olmaktır. Yüksek siyasetin temel değerleri, bu ahlâk ve maneviyat alanından gelir.

Bugün siyaset ile mutluluk arasındaki ilişkiyi neredeyse unutur olduk. Çünkü siyaset deyince aklımıza gündelik politika geliyor. Kimse siyasete yüksek bir değer atfetmiyor, ondan ahlâki-manevi bir görev ifa etmesini beklemiyor. Oysa erdemli siyaset, insanın ahlâki-manevi huzurunu ve mutluluğunu temin etmek için vardır.

Büyük İslâm düşünürü Farabî, Erdemli Toplum adlı ünlü eserinde, siyasete ve siyasal düzene işte böyle bir anlam yükler. İnsan, topluluk halinde yaşarken manevi mutluluğa ulaşmak için hangi kurallara tabi olmalıdır ki erdemli bir hayat yaşayabilsin? Farabî erdemli topluma hâkim olan siyaset düzeninin, bu soruyu cevaplamak zorunda olduğunu söyler. İslâm’ın ahlâki ve hukuki düsturları, erdemli siyasetin de çerçevesini belirler.

Siyaset, hukuk ve ahlâk
Bu yüzden siyaset, ahlâk ve hukukun buluştuğu yerdir. Hukuk, son tahlilde tıpkı siyaset gibi, bir ahlâk öğretisidir. Başkasının hakkına saygı duymak, gasptan, cinayetten, hırsızlıktan uzak durmak, toplum düzenini gözetmek… Bunlar aynı anda hem hukukî hem de ahlâkî değerlerdir. Kur’an ahlâkıyla ahlâklanmış bir insan, hukukun kurallarına da riayet ediyor demektir.

İnsanın kemale ulaşmak suretiyle mutluluğa ulaşması siyasetin gayesi, hukuk ve ahlâkın meyvesidir. Bu üç alan arasındaki bağ, İslâm düşüncesinde açık bir şekilde ortaya konmuştur. Modern dönemde ise bu alanlar birbirinden adeta kesin çizgilerle ayrılmıştır. Bu yüzden siyaset konuşurken ahlâktan bahsetmek adeta naif ve safiyane bir şey olarak görülmektedir. Siyasetin değil, siyasetçinin ahlâklı olmasından bahsedilmektedir.

Oysa siyasetin kendisi ahlâk ilkeleri üzerine kurulu olduğunda, siyasetçi de, yöneten de, yönetilen de ahlâkı ilave yahut ekstra bir şey olarak değil, hayatın kurucu unsurlarından biri olarak görür. Böylece ahlâk siyasetin içeriğini oluşturur. Onun ruhuna hâkim olur.

Yüksek siyaset, ancak bu yüksek metafizik değerler üzerinde yükselebilir. Burada metafizik ile soyut bir takım ilkeleri kastetmiyoruz. Kastettiğimiz, hayatımıza anlam veren ilkeler, kurallar, ölçülerdir. Mesela hepimizin ölümlü varlıklar olması gibi. Mesela hepimizin bir gün amellerimizden dolayı hesaba çekileceğimiz gibi. Mesela başlangıcı olan her şeyin bir sonunun olması gibi...

Bu temel ilkeleri düstur kabul eden bir hayat anlayışı, bizi erdemli topluma götürür. Erdemli topluma ulaşmanın yolu ise, erdemli siyasettir. Yani ahlâki ve manevi değerlerin hakim olduğu, yön verdiği bir siyaset... Bu siyaset günlük politikadan ve onun bitip tükenmeyen oyunlarından, desiselerinden farklıdır. Basit, çıkarcı hesapların ötesindedir. Bu siyaset bir ahlâk siyasetidir. Bu yüzden bizim geleneğimizde siyaset ile ahlâk birbirinden ayrı şeyler değildir.

Ahlâkta bireye ve topluma taalluk eden bütün kurallar, aynı zamanda siyasette de geçerlidir. Adaletli olmak, emanete riayet etmek, doğru sözlü olmak, ölçüyü kaçırmamak, hem bireyin hayatında hem de toplumsal hayatta uyulması gereken kurallardır. İşte yüksek, erdemli siyaset bu ilkeler üzerine yükselen siyasettir.

Bu yüzden İslâm düşünce geleneğinde siyaset, “amelî hikmet” ve ahlâk başlığı altında ele alınmıştır. Amelî hikmet, insanların hayatlarında hangi kuralları nasıl uygulayacaklarını ortaya koyar. O, bir tür hayatın ilm-i halidir.

Devletin nasıl yönetileceğini, siyasetin nasıl yapılacağını belirleyen de bu amelî hikmet, hayat ilm-i halidir. Ebu’l-Hasan Habib el-Maverdî, Ahkâmu’s-Sultâniyye adlı Sünnî siyaset düşüncesinin klasik eserlerinden biri olan kitabında, bu amelî hikmetin pratik hayatta ve devlet idaresinde nasıl uygulanacağını detaylı bir şekilde anlatır.

Makyavelist, çıkarcı, pragmatist, ilkesiz modern siyasetin tersine, İslâm’ın öngördüğü erdemli yüksek siyaset, merkeze insanın manevi değerlerini ve hayat gayesini yerleştirir. Aslolan, “beşer” kalıbını aşıp, “insan” olabilmektir. Beşeriyetten insan mertebesine geçebilmek, insanın bu dünyadaki en büyük imtihanıdır. Siyaset de bu amaca hizmet etmek için vardır.

Hz. Mevlâna k.s. diyor ki, “eğer Âdem evladı suretle insan olsaydı, Hz. Peygamber Efendimizle Ebu Cehil aynı olurdu.” (Mesnevi I, 1012) Siyaset, beşer ile insan, Hz. Peygamber (s.a.v) ile Ebu Cehil arasındaki farkı göz ardı ettiği anda, istikametini kaybetmiş demektir. Eşitlik, temsil, düzen, vs. adına ahlâki değerlerin yok sayılması, modern siyaset anlayışının temel sapmalarından biridir. Herkesin oy hakkına sahip olması ve kanun önünde eşit olması, ahlâki değerlerin ortadan kalkmasına yahut gevşetilmesine neden olmamalıdır.

Fakat modern siyaset hakikati insanların tercihlerine indirgemiş durumda. İnsanlar neyi nasıl kabul ederse onun ilke olması öngörülmektedir. Medyada olduğu gibi, siyasette de “halk bunu istiyor” denilerek ahlâki ilkelerden taviz veriliyor. Oysa erdemli bir siyaset anlayışı, adalet, emanet ve hakkaniyet gibi sağlam ilkeler üzerine kuruludur. Şimdi bu ilkelere kısaca göz atalım.

Adalet
Adalet, sözlükte her şeyi yerli yerine koymak demek. Her şey ait olduğu yerde durduğu zaman adalet tahakkuk eder. Bu şu anlama geliyor: Herkes hak ettiğine sahip olacak. Herkes layık olduğu yerde duracak. Her şey ait olduğu yerde bulunacak. İşte o zaman adalet, nizam ve ahenk ortaya çıkıyor.

Kur’an’da adalet bahsine geniş yer verilmiştir. Âlemin yaratılmasından insanların çarşı pazardaki alışverişlerine kadar her varlık düzeyine hâkim olan bir ilkedir adalet. Adalet olmadan ne âlem ayakta durabilir, ne insanlar barış ve huzur içinde yaşayabilirler.

Bu yüzden Kur’an-ı Kerim 27 yerde adaletten hususi olarak bahseder ve dikkatimizi adaletli olmaya çeker. İnsan adaleti en yakınlarından başlayarak uygular: “Söz söylediğiniz zaman, yakınlarınız dahi olsa adaletli olun…” (En’am, 152) Her Cuma günü hutbede duyduğumuz ayette Cenab-ı Hak diyor ki “Şüphesiz Allah, adaleti ve iyiliği (ihsan) emreder” (Nahl, 90). Burada adalet ve ihsanın beraber zikredilmesi şüphesiz tesadüf değil. Çünkü adalet olduğu zaman ihsan, yani güzellik, incelik, cömertlik de olur. İkisi birbirini besler. Dünyada güzellik ve ihsan isteyen, adaletle hükmetmek, adaletli davranmak durumundadır.

Fakat adalet sadece dünyada düzen olsun diye istenen bir şey değildir. Adalet, aynı zamanda bizi Allah’a yaklaştırır. Çünkü adaletle hükmetmek demek, Cenab-ı Hakk’ın adil sıfatının tecellisine mazhar olmak demektir. Yani biz ticaretten siyasete, aile hayatından devlet yönetimine adil olduğumuzda, Rabbimizin adil ismini yeryüzünde tahakkuk ettirmiş oluruz. Bu yüzden Kur’an’da “Adaletli olun; zira bu, takvaya daha yakındır.” (Nisa,58) buyurulur. Adaletin takvaya daha yakın olması şu manaya gelir: İnsanlar Allah’tan korkmak ve haramdan sakınmak için adaletli olmak zorundadır.

Siyaset, bu adaleti ve nizamı kurma sanatıdır. Adalet devletin de, toplumun da, milletin de varlık teminatıdır. Adalet olmadan hiçbir değere sahip çıkmak mümkün değildir.

İşte bu adalet ilkesinden hareket eden Osmanlı siyaset düzeni, asırlar boyunca adalet dağıtmış ve insanların bireysel ve toplumsal huzuruna hizmet eden bir sistem kurmuştur. Modern siyasetin sığ, çıkarcı ve erdemden yoksun yapısına bakınca Osmanlı’dan öğreneceğimiz daha çok şeyin olduğunu görüyoruz.

Emanete riayet
Erdemli, yüksek siyasetin ikinci temel ilkesi, emanetlere riayet etmektir. Emanet, emniyet ve iman kelimeleri aynı kökten gelir. Temel manası, güvendir. Birine emanet edilen bir şeyin, hak sahibine aynıyla teslim edileceğine duyulan güveni ifade eder.

Emanete riayet etmek, Kur’an’da müminlerin temel özelliklerinden biri olarak ifade edilir. “Müminler, emanetlerini gözeten ve sözlerini (ahitlerini) yerine getirenlerdir” (Mü’minun, 8) ayeti, mümin kişinin bu hasletine atıfta bulunur. Emanete ihanet eden bir kişinin imanı tam değildir. Çünkü emanete riayet, Cenab-ı Hakk’a imanın bir cüzüdür.

Bütün ahlâki-manevi hasletler gibi bunun da en güzel örneğini veren Hz. Peygamber Efendimiz, daha kendisine nübüvvet verilmeden önce Mekkeliler arasında “el-emin” ismiyle tanınıyordu. Çünkü o, “elinden, dilinden ve belinden insanların emniyette olduğu kişi” idi. Mümin kişinin hem bireysel hem de toplumsal hayatında “emin” bir kişi olması, onun iç dengesinin ve toplumsal huzurun vazgeçilmez şartıdır.

Peki emanet ne demektir? Emanet, bize ait olmayan ama bizden korunması istenen her şeydir. İnsanın bedeni ona bir emanettir. Çünkü hayatın nihai sahibi Cenab-ı Allah’tır. Bize bu bedeni ve ruhu veren Allah, onu bir gün bizden alacaktır. Dolayısıyla insan bedenine ve genel manada hayatına bir emanet olarak bakmalıdır.

Devlet idaresi bir emanettir. Çünkü devlet hiç kimsenin tek başına mülkü değildir. Devlet idaresinin emanet edildiği yönetici, bunun büyük bir emanet ve sorumluluk olduğunu bilmek zorundadır. “Allah size, emanetleri ehline vermenizi emreder.” (Nisa, 58) buyruğunu yerine getiren bir idareci, adaletle hükmetmiş ve kendine verilen emanetin hakkını vermiş olur. Hadislerde de vurgulandığı gibi emanet riayet etmemek, yani emaneti kötüye kullanmak ve ona ihanet etmek, bir münafıklık alametidir.

Yüksek siyaset anlayışının köşe taşlarından biri, işte bu emanetleri sahibine iade etmek ve “el-emin” sıfatına sahip olmaktır.

Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi erdemli yüksek siyasetin amacı, insanı mutluluğa ulaştırmaktır. Bunun yolu ise erdemli bir toplum inşa etmekten geçer. Erdemli toplum, insanları hayatlarını ahlâki-manevi kurallara göre yaşadığı ve hiçbir şeyde aşırılığa kaçmadığı bir toplumdur. Burada insanlar birbirlerinin haklarına riayet ederler. İyilik ve güzelliği koruyup kollarken, kötülüğe karşı da ortak mücadele ederler. Zira iyiliğin yaygınlaştırılıp kötülüğün yasaklanması, hem bireysel hem de toplumsal hayatta huzur ve barışın temel şartıdır. İşte bizim yüksek siyaset dediğimiz şey, bu ilkeleri hayata geçirecek mekanizmaları kurmaktır.

İyiliği yaymak, kötülüğü önlemek
Bu noktada yüksek siyasetin temel önceliklerinden biri, iyiliğin emredilmesi ve kötülüklerin yasaklanmasıdır. Kur’an buna “emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker” der. Bütün iyilikleri ifade eden maruf, “Allah ve Rasulü’nün yapılmasını emrettiği ve insan aklının da güzel kabul ettiği” bütün davranışlardır. Münker ise, “Allah ve Rasulü’nün yasakladığı ve insan aklının da kötü kabul ettiği” bütün amel ve davranışlardır. Kur’an’da sıkça ifade edildiği gibi maruf olan şeylerde insanlar için pek çok iyilikler ve güzellikler, münker olan şeylerde ise kötülükler ve zararlar vardır.

İyiliği yaygınlaştırıp kötülüğe karşı mücadele etmek, bireysel ve toplumsal düzenin ve huzurun olmazsa olmaz bir şartıdır. Kur’an ve Sünnet bu konuya çok büyük önem atfeder. Çünkü insanın bu dünyada yaşamasının amacı Allah’a kulluk etmektir. Bunu yapmanın yolu ise iyinin yanında durup, kötünün karşısında olmaktır.

Siyaset, bu temel duruşu benimsediği zaman insanlara hizmet eden ve adalet dağıtan bir kurum haline gelir. Ama iyi ile kötü, helal ile haram, güzel ile çirkin arasındaki farkı ortadan kaldırır ve hangisinin yanında durması gerektiğini unutursa, o zaman siyaset ancak zulüm, haksızlık ve fitne üreten bir kurum haline gelir.

Kur’an, müslümanları iyinin yanında, kötünün karşısında bir topluluk olarak tasvir eder: “Siz insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men edersiniz.” (Âl-i İmran, 110). Fakat sadece tasvirle yetinmez, aynı zamanda böyle bir topluluk olmalarını emreder: “Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun.” (Âl-i İmran, 104). İşte bizim erdemli toplum dediğimiz toplum modeli, bu ilkeleri esas alan bir toplumdur. Siyaset bizi bu amaca ulaştırdığı oranda anlamlı ve faziletli bir uğraştır.

Erdemli insanlar ve siyaset
Yukarıda kısaca ele aldığımız yüksek siyaset düsturunu besleyen İslâm’ın büyük bilgeleri, gündelik siyasetin üstünde kalarak devlete, devlet adamına, yöneticiye ve topluma her zaman yol göstermişlerdir. Bu mesafeyi korumak, irşad vazifesi açısından son derece önemlidir. Çünkü gündelik siyasetin içine giren bir kişi, onun rutin işleyişinden kendini kurtaramaz.

Bunun en güzel örneklerinden biri, Fatih’in İstanbul’u fethederken şeyhi ve hocası Akşemseddin hazretleri ile olan ilişkisidir. Bir sultan olarak Fatih, işini yapmak için gerekli bütün tedbirleri alır, askerî stratejisini geliştirir, askerlerine moral verir, idarecilere adaletle davranmalarını söyler. Yani erdemli bir idareciden beklenen bütün tavır ve tutumları sergiler. Ve sonra İstanbul fethedilir.

Fakat İstanbul’un manevi olarak fethi, Fatih şehrin anahtarlarını Akşemseddin hazretlerine verip elini öptüğü zaman gerçekleşir. Konstantinapol, işte o andan sonra İstanbul haline gelir. İstanbul o andan sonra İslâm’ın zirve şehirlerinden biri haline gelir. Bu, erdemli yüksek siyasetin en çarpıcı örneklerinden biridir. Bize düşen bugün de siyaseti, kısır döngülerden ve basit çıkar hesaplarından kurtarmak ve yüksek ahlâki değerlere bağlamaktır. Bunu yaptığımız vakit, siyaseti adalet dağıtan ve insanların huzur ve mutluluğuna hizmet eden bir kurum haline getiririz. Bunu başardığımız gün erdemli yüksek siyaseti hayata geçirmiş oluruz.