๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Diğer Yazılar => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 21 Temmuz 2012, 12:33:19



Konu Başlığı: Doç. Dr. Burhanettin Duran
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 21 Temmuz 2012, 12:33:19
Doç. Dr. Burhanettin Duran: “Yeni anayasa yapılamazsa faturanın büyük kısmı muhalefete kesilecektir”
Sadık ŞANLI • 77. Sayı / RÖPORTAJ


Türkiye, 12 Haziran’da yapılan genel seçimlerle yeni bir sürece girdi. AK Parti’nin yüzde 50 oy ile yeniden iktidara geldiği seçimler sonrası, Türkiye’yi iç ve dış politikada hayli sıkıntılı bir süreç bekliyor. Bu yeni dönemde ülkenin sivil, özgürlükçü, katılımcı yeni bir anayasaya kavuşması, Kürt sorununun çözümü, Avrupa Birliği ile ilişkiler ve Ortadoğu’nun yeniden şekillenme sürecine Türkiye’nin yapacağı katkılar öne çıkan bazı gündem maddeleri. Tüm bu konularda ne tür gelişmeler yaşanacak? Önümüzdeki dört yıllık süreçte Türkiye’yi iç ve dış politikada hangi gelişmeler bekliyor? Bu meseleleri İstanbul Şehir Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Burhanettin Duran’la değerlendirdik.

12 Haziran seçimleri sonrası sandıktan çıkan sonucu genel olarak nasıl okuyabiliriz?
Seçim sonuçlarını anketlerden tahmin ediyorduk ancak yine de bazılarımız şaşırdı. Zira iktidardaki hiçbir partinin üçüncü seçiminde kazanmasına alışkın değiliz. 1990’larda yüzde 20 oy başbakanlık için yetiyordu ve her seçimde kazanan değişiyordu. 2002, 2007 ve 2011 genel seçimlerini, oylarını artırarak AK Parti’nin kazanması Türk demokrasi tarihinde bir ilki oluşturdu. Demokrat Parti’nin rekorunu kırdı ve iktidarda yıpranmayan parti olduğunu gösterdi. Bence bu sonuç temelde iki duruma işaret ediyor. Birincisi, AK Parti’nin temsil ettiği istikrar, kalkınma, hizmet ve dönüşüm olgusunun kazanması olarak açıklanabilir. Bu tablo, Türkiye’de demokrasinin pekişmekte olduğunu gösterdi. Diğer bir deyişle, Türkiye halkı istikrar ile değişimi bir arada üstlenen ve ülkenin uluslararası profilini yükselten Başbakan Erdoğan’ı bu son döneminde güçlü bir şekilde destekledi. Bu sonuç, Erdoğan’ın Türkiye’nin çevresindeki bölgede tartışmasız en güçlü lider olduğunu da gösterdi. İkincisi ise seçmenin yeni anayasanın yapılması ve Kürt sorununun çözüme kavuşturulması beklentisi. AK Parti’nin bundan sonraki süreçte, ikinci döneminde yapamadığı şeyi, konsensüs üretmeyi becermesi gerekiyor. Sadece parlamento aritmetiği değil, aynı zamanda seçimlere yüksek katılım ve yüksek temsil bunu zorunlu kılıyor. Başkanlık sistemine geçiş konusu ise gündemden düşecektir.

Meclis’e giren diğer partiler açısından nasıl bir sonuç ortaya çıktı?
İlk olarak, seçimlerin ikinci kazananı BDP gibi görünse de aslında bu partinin oylarında küçük bir artış oldu. Sosyalist ve İslamcı aydınları da bünyesine alarak bir çatı partiye dönüşmeye çalışan BDP, çok iyi hesaplanmış bir sandık stratejisi ile 36 milletvekilini bağımsız olarak seçtirdi. Bu sonuç, önümüzdeki dönemde Meclis’te Kürt sorununu daha etkin bir şekilde gündeme getirecektir. Diğer yandan eski ile yeni arasında kalan CHP, oylarını ve milletvekili sayısını artırmasına rağmen başarısız addedilebilir. Liderlik tartışması yaşayabilirse de, Kılıçdaroğlu kalacak gibi görünüyor. Ancak reformcu bir yola girmeye çalışan CHP’nin performansı yeni anayasa görüşmelerinde ortaya çıkacak. Liderlik sorunu yaşaması beklenmeyen MHP ise bu seçimlerde her şeye rağmen yüzde 10’un üstünde kalarak oyunun içinde olmaya devam etti. Ancak mukayeseli bakıldığında oyların yarısını alan AK Parti karşısında diğer partilerin tümü sıkıntılı durumda.

YENİ ANAYASA İÇİN BEŞ SENARYO VAR

Başbakan Erdoğan seçim sonuçlarının belli olması üzerine oldukça yankı bulan bir ‘balkon konuşması’ yaptı. O konuşmada, “Milli irade üzerindeki vesayet, hukuk dışılık, üstünlerin sultası tartışmasız şekilde kaybetmiştir.” ifadesine yer verdi. Bu ifadede kastedilen neydi?

Bu ifadeyi, “Millet iradesinin üstünlüğü” kavramı etrafında özellikle 2007’den itibaren Kemalist yapının muktedirleri ile hesaplaşan ve 2010 referandumu ile üstünlüğü elde eden AK Parti’nin zafer ve hegemonya ilanı olarak değerlendirebiliriz. Bir anlamda, devlet elitlerinin vesayetini tümüyle ortadan kaldırarak sivilleşmeyi tamamlama hedefini gösteriyor. Girdiği her seçimi kazanan Erdoğan ister kutuplaşma ortamında ister uzlaşma ortamında olsun en yüksek oyu alabildiğini ispatladı. Çok partili dönemde milletin dilini bu kadar iyi bilen ve kamuoyunu bu kadar iyi yöneten bir lider görmedik. Ancak bu son dönemde kendisiyle yarışan bir lider göreceğiz. Kendi damgasını derin bir şekilde Türkiye siyasetine vurabilmesi için yeni anayasanın yapılması ve Kürt sorununun çözümüne odaklanması gerekecek.

Erdoğan aynı konuşmada “Sivil, katılımcı, özgürlükçü bir anayasayı hep birlikte yapacağız. Bu anayasada herkes kendini bulacak.” dedi. AK Parti, yeni anayasayı referanduma götürecek 330 yeter sayısına ulaşamadı. Yeni anayasa yapılabilecek mi? Yapılacaksa, bu nasıl gerçekleşecek?
Bu sonuç yaklaşık olarak AK Parti tarafından bekleniyordu. Bu yeni parlamento aritmetiği ile yeni anayasayı yazmak kolay olmayacak. Sanırım yeni anayasa başkanlık konusunu getirmeye çalışırsa tümden imkânsız hale gelir. Başbakan’ın bahsettiği herkesin katıldığı, özgürlükçü anayasayı yazmak uzlaşmayı gerektiriyor. Bana göre 5 senaryodan bahsedilebilir: İlk olarak, AK Parti’nin başka partilerden transfer ya da gizli destek yolu ile referanduma götüreceği bir anayasa hazırlaması. Başkanlık sistemi değişikliğini içermese bile böyle bir girişimin çok tartışma ve kutuplaşma üreteceği ortada. İkincisi, AK Parti ile CHP’nin uzlaşması: Yüzde 50 oy almış bir liderin, kendi parti başkanına isyan bayrağı açan muhafazakar Kemalistlerin elini zayıflattığı Kılıçdaroğlu ile anlaşması da hiç kolay değil. Yüzde 30 alan bir Kılıçdaroğlu böyle bir uzlaşma için daha güçlü ve etkin olurdu. Parti içindeki muhalifleri ikna edemeyen ve reformcu yanından taviz veren bir Kılıçdaroğlu bir hayal kırıklığı olacaktır. Liderliğini parti içi mücadele ile pekiştiren ve ‘yeni CHP’ yolunda devam eden bir Kılıçdaroğlu ile yeni anayasayı yazmak mümkün olacaktır. Hatırlanacağı gibi CHP seçim döneminde AK Parti’nin Kürt açılımı noktasına geldi. Bu da Kürt sorunun çözümü noktasında en iyi senaryonun AK Parti-CHP uzlaşması olduğunu gösteriyor. Bu uzlaşma BDP’yi tatmin etmeyen ve MHP’yi rahatsız eden bir sonuç çıkarsa da en uygun seçenek olarak gözüküyor. Üçüncüsü, AK Parti-BDP uzlaşması. BDP’nin radikalleşen kimlik ve özerklik taleplerini, Cumhurbaşkanlığı seçimine girmesi beklenen Erdoğan’ın diğer partilerin ülkeyi bölmekle suçladığı bir ortamda gerçekleştirmesi daha zayıf bir ihtimal. Dördüncüsü, AK Parti-MHP uzlaşması. Böyle bir seçenek başörtüsüne özgürlük haricinde ciddi sorunlara çözüm getirmesi mümkün bir senaryo gibi gözükmemekte. Beşinci olarak, yeni bir anayasanın yazılamaması: Bu en kötü seçenek olarak görünse de ihtimal dahilinde. Hemen seçimlerin arkasından bu seçenek çok kötümser görünebilir. Diğer senaryolarda belirttiğim sebeplerden dolayı yeni anayasa yazılamazsa bir şey kesin, bütün partiler birbirini bu konuda suçlayacak, ilk başta hepsi yeni anayasa görüşmelerini isteyecektir. Başarısızlığı muhalefet partilerinin üzerine yıkma konusunda güçlü bir lider olarak Erdoğan daha üstün çıkacaktır.

Yeni anayasanın genel hatları neler olacak? 1982 anayasasından farklı olarak nasıl bir karaktere ve içeriğe sahip olacak?
Yeni bir anayasa yazmanın anlamı büyük. Türkiye’de demokrasinin konsolide olması demek. Kimlik ve özgürlük taleplerini karşılayan sivil, özgürlükçü bir anayasa yeni Türkiye’nin kalıcı olması demek. Bununla birlikte, pratikte uzlaşma süreci ne gösterecektir belli olmamakla birlikte, değişmez maddeler, dokunulmazlık, yargı, Diyanet’in konumu, vatandaşlık tanımlaması, anadil gibi konular pazarlıklar sonucu belirlenecek. Bütün pazarlıklara rağmen yeni bir anayasa devleti önceleyen ve bireye kuşkuyla bakan 1982 anayasasından iyi olacaktır. Sivil iktidarı sınırlayan erklerin durumu yani diğer bir deyişle erkler arasındaki denge anayasanın en tartışmalı kısmı olacaktır. İktidar ve muhalefet partilerinin bu konuda uzlaşması hiç de kolay görünmüyor.

Peki, önümüzdeki süreçte Türkiye’yi iç politikada nasıl bir gelecek bekliyor?
Önümüzdeki dönemdeki sorulardan birisi Erdoğan’ın güçlü liderliğinin geleceğinin ne olacağıdır. Başkanlık seçeneği bu sonuçlarla zor görünüyor. O halde soru şudur: Cumhurbaşkanlığı seçimleri 2012’de mi yoksa 2014’de mi düzenlenecek? Benim kanaatim yasal düzenlemeler ayarlanabilirse Erdoğan’ın 2014’te cumhurbaşkanı olmasının siyaseten daha güçlü bir ihtimal olduğunu düşünüyorum. Zira cumhurbaşkanlığının süresinin 5 yıl olması durumunda Erdoğan’ın bu güçlü seçim desteğinin gereği olarak vaatlerini yerine getirmeden cumhurbaşkanlığına çıkması daha zayıf bir ihtimal gibi görünüyor. 3 yıllık bir icraattan sonra cumhurbaşkanı olmak daha makul görünüyor. Erdoğan ve önde gelen AK Partililerin (73 milletvekilinin) son kez seçildiği göz önüne alınırsa, Erdoğansız bir AK Parti’nin geleceği de diğer bir belirsizliktir. Erdoğan’ın karizmatik liderliği olmadan AK Parti nereye gidecektir? Yeni bir lider çıkabilecek mi, parti kendini yenileyebilecek mi? Bunlar erken sorular ancak böylesi yüksek oy alan bir lider ve parti için asıl sorulması gereken sorular bunlar. Türkiye’nin 2023 yılı ile kendini özdeşleştiren bir siyasi hareketin yakın gelecekteki imtihanlarından birisi bu olacaktır ve ülke olarak önümüzdeki süreçte bu sorulara sıkça cevap arayacağız.

TÜRKİYE DIŞ POLİTİKADA DAHA DA ETKİNLEŞECEK

Erdoğan balkon konuşmasında Müslüman Ortadoğu ve Orta Asya ülkeleri başta olmak üzere geniş bir coğrafyayı da selamladı. Ve en az Türkiye kadar o coğrafyaların da kazandığını belirtti. Bu ne anlama geliyor?

Bu konuşma Erdoğan’ın kendisini bu bölgenin lideri olarak gördüğünü gösteriyor. Mesele sadece Türkiye’nin dönüşümü değil, Türkiye’nin çevresinde yeni bir düzenin kurulması meselesidir. Bundan sonraki süreçte Erdoğan’ın dış politikada iddiasını daha ileri taşıması beklenebilir. Arap Baharı’nın getirdiği yeni ortam, Türkiye’nin daha geniş bir ölçekte insan ve sivil toplum sermayesini harekete geçirmesini gerektiriyor.

12 Haziran sonrası Türkiye’nin dış politikasının temel paradigması ne olacak?

Türkiye’nin son dönemde altını çizdiği bağımsız ancak müttefikleri ile yakın işbirliği yapan tutumu artarak devam edecek. Türkiye bölgesinin kritik bir aktörü olduğunu daha etkin bir şekilde gösterecek. Bu anlamda aktif dış politika daha da kurumsallaşacak ve ülkenin imkânlarını seferber edecek. ABD ile ilişkiler Arap Baharı’nı yönetmekle ilgili olarak yani, Ortadoğu temelli olarak yeni bir düzenlemeye tabi olabilir. Model ortaklığın içini doldurmak mümkün olabilir. Avrupa Birliği boyutu Almanya ve Fransa’da iktidar değişikliği ya da belirgin bir tavır değişikliği olmadan mevcut konumundan daha ileri gidecek gibi görünmüyor. Dış politikanın genelinde “Komşularla sıfır sorun ve maksimum işbirliği” perspektifi devam etmekle birlikte, özellikle Suriye olayının gösterdiği üzere, yeniden formüle edilecektir. Liderlerle yürütülen iyi ilişkilerin titrek olduğu görüldü. Bu sebeple ilişkilerin sivil toplumlar seviyesinde derinlik kazanması gerekecek.

Eski İngiltere dışişleri bakanı Jack Straw 12 Haziran seçimlerini değerlendirdiği ve Times’ta yer alan makalesinde “Seçimlerden mağlup çıkan Avrupa Birliği olmuştur.” dedi. Bu ifadeyi nasıl yorumlarsınız?
Ekonomiden dış politikaya gittikçe güçlenen bir Türkiye’nin Avrupa Birliği dışında kalması önemli bir kayıp. Ancak Avrupa Birliği’nin bu haliyle, kendine güvenen ve geçen yıl Avrupa’nın en yüksek kalkınma oranına sahip Türkiye’yi entegre etmesi kolay değil. Türkiye nitelikli ve güçlü bir üyelik isteyecektir. Ekonomik sorunlarla ve artan yabancı düşmanlığı ile uğraşan bir Avrupa’nın bu cesareti göstermesini beklemiyorum. Bu itibarla Avrupa Birliği bir süre daha seçim mağlubiyeti konumunu koruyacaktır.


Yeni-Osmanlıcılık tuzağına çekilebiliriz

Suriye’de yaşanan süreç Türkiye’yi müdahaleye zorlayabilir. Bu müdahale ilk başta Batı’dan destek alacak olsa da, bir süre sonra “Yeni-Osmanlılar”ın emperyal emellerini gördünüz denilecektir.


Türkiye protestolar başlamadan, başladıktan sonra ve katliama dönüştüğünde de sürekli Esad’ı reforma teşvik etti. Zaman içinde uyarıların tonu yükseldi, şok reformlar yapmasını istedi, Beşşar Esad’tan katliama karışan Mahir Esad dahil çevresini tasfiye etmesini istedi. Ancak gelinen bu durumda Beşşar Esad hem reformları zamanında yapamıyor hem de Suriye’deki müesses güçlerin reforma direncini kıramıyor. Ülkeyi Sünni-Şii kutuplaşmasına doğru götüren bu süreç Türkiye, Lübnan, Filistin ve hatta İsrail’i etkileyecek önemli bölgesel sonuçlar üretebilir. Türkiye hâlâ Esad’ın statükocu ailesini ve çevresini tasfiye ederek reform yapmasını bekliyor. Ancak bu arada Suriyeli muhalifler de Türkiye’de toplantı yapıyorlar. Bir anlamda Türkiye Suriye’yi sadece sözle değil başka araçlarla da zorluyor. Türkiye, BM Güvenlik Konseyi’nin alacağı yaptırım kararlarına da sıcak bakmakta. Bir de sığınmacılar konusu var. Sayıları 10 bini buldu. Bu sığınmacılar için Suriye’de bir tampon bölge kurulabilir. Bence en tehlikeli ihtimal Türkiye’nin başta ABD olmak üzere diğer güçler tarafından Suriye’de askeri varlığı gerektirecek seçeneklere sürüklenmesidir. Esad rejiminin kendi insanlarını öldürmeye devam etmesi Türkiye’yi müdahaleye zorlayabilir. Bu kaçınılmaz da olabilir. İlk başta Batı’dan destek de alabilir. Ancak bir süre sonra hem işte “Yeni-Osmanlılar”ın emperyal emellerini gördünüz denilecek hem de Türkiye, Kürt sorunu da dahil güvenlik sorunlarına çekilecek. Türkiye bu seçeneğe savrulmadan çözüm üretmek zorunda.


Arap Baharı’nın geleceği

Arap Baharı, bölgenin kaderini geri dönülemez şekilde değiştirdi. Halkların gücü artık belirleyici olacak.


Arap Baharı’yla başlayan dönüşüm sonrası, bölgenin geleceğinin Türkiye, İran ve Suudi Arabistan’ın temsil ettiği üç model ülkenin hem birbirleriyle hem de İsrail (bölgesel öteki) ve ABD’yle (global öteki) ilişkilerinin ortaya çıkaracağı etkileşim ve denklemlerle belirleneceğini düşünüyorum. Aslında bu üç model bölgedeki düzen konusunda birbiriyle yarışan farklı üç siyaset tarzına dayanıyor. İran modeli ABD ve İsrail karşıtlığı temelinde bölge statükosunun radikal bir değişimini hedefliyor. Ancak Şii sekteryan ve kutuplaştırıcı özellikler taşımakta. Öte yandan Suudi Arabistan statüko yanlısı, reform karşıtı otoriter bir modele işaret ederek, Sünni sekteryan ve kutuplaştırıcı bir siyaset yürütmekte. Her ikisi de bölge siyasetini güvenlikleştirmekte ve çatışma potansiyelleri temelinde ABD gibi bölge dışı aktörlerin bölgesel düzene müdahalesini kolaylaştırmaktalar. Türkiye modeli ise ekonomik entegrasyon ve diplomatik uzlaşma ile bölgesel sorunları çözmeye çalışan, kutuplaşmayı ve sekteryanizmi reddeden bir siyaset tarzını tercih ediyor. Bu model demokratikleşme ve istikrar arasında bir denge oluşturarak bölgesel düzenin yeniden kurulabileceğine inanıyor. Arap Dünyası’nın lideri olma potansiyelini taşıyan Mısır’ın şekillendireceği tecrübe ise yeni oluşan bölgesel düzenin kritik bir unsurunu oluşturacak, dördüncü bir güç merkezi olarak Arap modelini tamamlayacaktır. Orta ve uzun vadede bölgenin en önemli konusu demokratik yönetimlerin kurulması ve pekiştirilmesidir. İkinci konu ise İsrail sorunu. Yeni kurulacak demokratik yönetimler Filistin konusunda daha hassas olacaktır. Bölgede yıkılan statükoya İsrail ne tepki verecektir? ABD İsrail’i barış konusunda nereye getirecektir? Türkiye bütün bu fotoğraftaki en önemli ülkedir. Hem barışa dayalı dönüşümü ve demokratikleşmeyi ilerletmek hem de ekonomik entegrasyonu sağlamak temel hedef olacaktır. Türk dış politikasının bu iki hedefi aynı anda gerçekleştirmek için Erdoğan’ın liderliği ve Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanlığı büyük bir şans. Ancak küresel bir oyuncu olmayı hedefleyen Türkiye’nin mevcut dış politikasını kurumsallaştırması için daha geniş bir insan sermayesini oyuna sokması, içeride elitler arasındaki kutuplaşmayı aşarak konsensüs üretmesi gerekiyor.


Kimdir?
Doç. Dr. Burhanettin Duran, 1993 yılında Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünden mezun oldu. 1994 yılında Bilkent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünde yüksek lisans, 2001 yılında ise aynı bölümde doktora eğitimini tamamladı. Yayımlanmış çok sayıda bilimsel makalesi ve kitap çalışması bulunan Duran, halen İstanbul Şehir Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde öğretim üyesi olmakla birlikte, 2010-2011 eğitim yılında ABD George Mason Üniversitesi’nde misafir öğretim üyesi olarak görev yaptı.