๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Diğer Yazılar => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 14 Haziran 2012, 18:15:47



Konu Başlığı: Dezo neden ağlar
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 14 Haziran 2012, 18:15:47
“DEZO” NEDEN AĞLAR
Berat DEMİRCİ • 48. Sayı / DİĞER YAZILAR


Avrupa’nın köle ahlâkıyla malûl serfleri, endüstri devriminin verdiği hızla terakki etmiş ve burjuva hâline gelmiştir. Burjuva kelimesini ideolojik bağlamının verdiği çağrışımlardan kurtarmak için “orta tabaka” diyelim. Özal’ın pratik zekâsı, çene özrünü sakalla kapatmaya çalışan resmî sosyoloğumuzu/sosyologları hâlâ kızdırsa da, bu halk kesimine “Orta direk” demişti. Biz de öyle diyelim. Para saymayı ibadet hâline getiren Avrupa’nın muhterisleri, devlet müdahalesini kendi çıkarlarını zedelediği için “Dokunmayın yapsınlar, dokunmayın geçsinler; dünya nasıl olsa dönmektedir” diyorlardı. “Aslında bize dokunmayın, dünyayı biz döndürelim” demek istiyorlardı. Kısa zamanda bu yolun çıkmaz olduğunu anlayınca, önce devletle sulh imzaladılar; ardından “sosyal devlet” gibi masum kıyafetli bir kavramı da kullanarak devlet oldular. Bugün dünyadaki bütün devletler derece derece “orta direk”e yani burjuvaya dayanan devletlerdir. Orta direğin sağlam olduğu toplumlar genel refah açısından daha az problemlidir ama mutlaka problemlidir. Çünkü kapitalizmin basit semt pazarından devşirilmiş normlarını ve normatif demokrasisini, ancak “orta direk”in ahlâkı, âdil ve kabul edilebilir bir çizgiye çekebilir. Orta direğin sağlam olmadığı toplumlarda ya bizde olduğu gibi darbelere teşne ve güvensiz “müsaadeli demokrasi”ler, ya da faşizmler vardır. Müsaadeli demokrasi, orta direk zayıf olduğu için kararsızdır; zaman zaman uygulamalı faşizme dönüşebilir.

Avrupa’yı ve ABD’yi bugünkü refah düzeyine getiren halkın içinden çıkan ve gözü kara, risk üstlenen, maceraperest müteşebbislerdir. Bunların artması ve kuvvetlenmesi toplumlarının büyük bölümlerini kapsayan ve tarihin gördüğü en dinamik güç olan “burjuva”yı doğurmuştur. Burjuva, paraya tapmak ve saymakla bir şey olunamayacağını anlayınca, Ortaçağ’ın aristokratlarının zevklerini ve tabiatlarını kendilerini meşrûlaştırıcı ve keyfiyet katan bir katma değer olarak sahiplendiler. Bizde ise burjuva denilince, devlet eliyle ve halkından kopmak suretiyle devlet desteği gören “yarı resmî burjuva” akla gelir. Bunlar devlet tarafından seçilmiş müteşebbislerdir, kendiliğinden bir “orta direk” oluşumunu engellemek için vazifelidirler. “Yarı resmî burjuva”nın Türkiye’de gerçekleşen modern ve post-modern darbelerin teşvikçisi, post-modern darbede olduğu gibi şakşakçısı.

İKTİDARIN DÖRT ATLISI

W. Mills, Amerikan iktidarını tasvir ederken dört payanda oluşturuyor: İktisadî, siyasî, askerî ve epistemik cemaatler. Feodal birimler çokluktan dörde inmiş ve kapitalizm biçimlenmiştir. Dörtlü iktidar yapısı, “orta direk”in zayıf olduğu toplumlarda halk tabanını sindirmeye en uygun sistem demokrasidir. Demokrasi: Refah seviyesini yükseltecek bir iktisadî cemaat; iktisadî cemaatle halk arasında bağ kurarak kâr paylaşımını hukukîleştiren siyasî cemaat; ülke içinde ve dışında sistemi savunan askerî cemaat; üç derebeyinin imkân ve faaliyet alanını genişletmek için sektörel hizmet gören ve müşteri hazırlayan epistemik cemaat organizasyonudur. Bu cemaatler, kendi içlerinde güç dağılımı yapar ve birbirlerine karşı güvensiz de olsalar tahammül göstererek bir nevi bütünleşmeyi sağlarlar. Avrupa /Amerika demokrasilerinin esası budur; temeli yine sahip oldukları müteşebbis ahlâkıdır. Avrupalı ve Amerikalı müteşebbis devleti demokratlaştırmıştır, bu sayede de kendi toplumlarının refah sınırlarını genişletmiştir. Refah düzeyi yükselen ve adam yerine konulmanın hazzını yaşayan yığınlar bu aristokrasiden bozma demokrasiden memnundurlar. Oh ne âlâ; proleterler beyazlaşmış, sendikalar sararmıştır; sendika patronları toplu sözleşmesini yapar, gönül rahatlığıyla kahvesini höpürdetir.

21. yüzyıla girerken, iktidar yapısında büyük bir değişme olmadı; ancak dört atlı artık, attan indi ve şatolarına oturdular. Müteşebbis ahlâkı, teşebbüsü terk ederek para vasıtasıyla dünya halklarıyla oyun oynamaya başladı; batırıyor, çıkarıyor, yıkıyor, yeniden yapıyor; kazanıyor. Bu hâl, “Kapitalizmin İncili”nin yazan Adam Smith’in derinden derine “kâr eden ar etmez” anlayışından beklediği “erdemli toplum ve düzen” idealini yalana çıkarmaya yetmiştir. Teşebbüs yeteneği, güzel ahlâk doğurmaz; tersine bed huylu adamların arsızlığını artırır. Güzel ahlâklı adamların müteşebbis olması, erdemi beraberinde getirir ve ziyadeleştirir. Batılı müteşebbisin kök değerleri, onları arsızlaşmaktan kurtaramamıştır. Batı’nın ve belki öncelikle Amerika’nın sonunu da bu arsızlaşma getirecektir. Çünkü müteşebbis ahlâkında dönüşümün reel zemini halk tabanıdır. Batılı toplumlar artık kültür sahibi ve kültürü yenileyen dinamizmini yitirmiştir.

TÜRKİYE’NİN ATLILARI VE YENİ ORTA SINIFLAR

Türkiye, mukallit bir ülkedir. Batı’da kendi bütünlüğü içinde ne kadar asalet ibraz eden olgu varsa “dakikalık fotoğraf” çirkinliğinde hepsi bize aktarılmıştır. Türkiye’nin aklı yetikleri, Osmanlı’nın feodal olmadığını anlayamadan Batı modeli kapitalist olmuştur, çünkü tarihten uzak durmak terakkiperverliğin ön şartıdır. Osmanlı bakiyesi aydın ve rical de bu dünyadan göçünce, tarihten ve hakîkatten uzak devrimciler(!) şeklen Batı Demokrasisi’ne benzeyen bir sistemin seçkinleri oldular. Bu acayip kapitalizm, müteşebbis oluşturmak için aç gözlü bakkallara devlet rantını peşkeş çekmiş, bu sonradan görmeler zümresi de müteşebbis numarası yaparak malı götürme ekonomisini inşâ etmişlerdir. Mafya ahlâkı ile müteşebbis ahlâkı bütünleşmiş, devlette etkin konuma yükselmiştir. Banka hortumlamak, ihale kotarmak, gazetecilik yapmak, milletvekili seçtirmek, darp, harp, ihtilâl v.s. tamamen bu seçkinlerin ürünüdür. Sistem DP iktidarından sonra, sırf iktidar koltuğuna oturtmadığı için milletin tercihlerine karşı “Milli Mücadele(!)” yaveleri okuyan Hitlercikler üretmiştir. Zaman zaman müsaadeli demokrasi, denetimle faşizme dönüşmüştür. İç ve dış düşman üretim merkezleri; bilim yerine yanaşık düzen yürümeyi talim eden ve ettiren epistemik cemaat; devlet adamı olmanın sadece jest ve mimiğini öğrenmiş ödlek siyasetçiler… İstisnasız hepsi bunların bu seçkinler kadrosunun ürünüdür. Bizim de atlılarımız vardır ama serveti ve gücü yalnızca kendi aralarında dönen bir iktidar aracı olarak kullanırlar. Tabandan gelen her kıpırtı tehdit, tehdidi bastırmanın yolu “Ordu Göreve” çağrısıdır.

Özal dönemi kısırdöngülerle gelen yakın tarihin çatallama anıdır ve devrimcilerin hayâl bile edemediği olağanüstü devrimlerle doludur. Özal “Orta direk”i yani gerçek anlamda halkı keşfetmiş; yeni ve reel sosyolojik tabanı olan bir “orta direk”in yükselişini hissetmiştir. 12 Eylül modern(!) darbesi, demokrasiye geçmek için oylama yapınca halkın çoğunluğu bunlar gitsinler diye anayasaya evet demiştir. Ancak, Evren Paşa’nın Partisi’ni de bir celsede siyaset sahnesinden silmiştir. Bu yeni bir dalgadır, daha bir müddet liderini sahnede görsek de AP’yi iktidara getiren dalgadan çok ama çok farklıdır. Ve ilk defa bugünlerde KOBİ olarak adlandırılan yeni işletmeler boy vermeye başlamış, yeni patroncuklar Özal zamanında, bazıları da Özal’ın davetiyle ilk defa yurt dışına çıkmaya başlamışlardır. Özal’dan sonrakilerin ise halkla, “orta direkle” bağlantılarını derhal koparmış, kısa sürede eski seçkinler düzeninin tek temsilcisi olan “Ortanın Solu” çizgisinden daha koyu bir totaliter çizgiye kaymışlardır. ANAP’ı iktidara taşıyan aynı dalga RP’yi iktidara taşıyınca da post modern darbe(!) zuhur etmiştir. Bu harekâtın gerçek bahanesi RP’nin dış politikadaki keskin duruşudur ve tamamen dış desteklidir. Darbenin millîsi olmaz ama Türkiye’de yaşanan ve lider kadrolarının bile belki fark edemediği kadar gayr-ı millî bir zeminde gerçekleşmiştir. Özellikle bu teamül dışı(!) darbe sonucunda askerî kurum ciddi yaralar almıştır.

AK Parti “Orta direk”in büyük bir cevabıdır ve en az post-modern darbe kadar sıra dışı bir olaydır. Refah kadrolarının ve tabanının cevvaliyetle bu partiye geçişini dindar-laik ekseninde almak hatadır; bu hatayı sürdürenler de daima sandığa toslayacaktır. Görünen o ki “Ortanın Solu”ndan hâlâ en ufak bir sapma göstermeyen ve hâlâ paşasının partisini kullanan politikacılar olayın farkında değiller. Bir zamanlar okumuş yazmışların, yüksek bürokratların v.s. odağı olarak görülen kadroların düştüğü fikirsizlik ve kavrayışsızlık vahimdir. Çünkü Türkiye’nin en büyük noksanlığı “Orta direk”i hisseden, devletçi değil toplumcu; seçkinci değil halkçı bir sol yahut sosyal demokrat eğilimin olmayışıdır. Çarşaf açılımı(!) çok arandı mı bilmem ama dâhiyane bir keşiftir. Kâşiflerin kavrama düzeyi ise ancak mizah ve karikatür konusu olabilir.

RP dini eğiliminden değil, adına yanlışlıkla TÜSİAD denilen ve “Devlet Eliyle Zenginleyenler Organizasyonu” başta olmak üzere sivil(!) güçlerin iktidarı kaybetme korkusundan dolayı hedef seçilmiştir. Bu sözde endüstriyellerin kuruluşu, DEZO kod adıyla yazılmalıdır. Askeri hangi saikin harekete geçirdiği bize malum değil… Ama başta DEZO ve yanında iki birbirine zıt görünümlü ve birinin başında da sol ve devrimci olduğunu beyan eden “D”, diğerinde Türkiye’ye işaret eden “T” harfinin varolduğu işçi sendikaları çekmiştir. Bu sendikalara da Sarı İşçi Sendikalar demek ve SİSK olarak kodlamak mümkündür. RP’nin tasfiye bahanesi olan hitabet marazlı vaizler ise asrımızın post-modern aşk hikâyeleri olan “Fadime ile Müslüm” yahut “Emire ve Kalkancı” gibi birer figüratif malzeme olmuşlardır. Esas dava, Özal dönemine denk düşen hareketliliğiyle yeni orta sınıflardır. Çünkü reeldirler, düzmece değildirler, kendiliğindendir ve en tehlikelisi köken itibariyle yerli ve muhafazakâr bir karartı oluşturmaktadırlar. Ben bu yeni orta sınıfların ve onların içinden sivrilen yeni müteşebbis namzetlerinin ahlâken idealize edilecek kadar mazbut olduğunu düşünmüyorum. Az sayıda hak ve adalet duygusuna sahip olanlar elbette vardır; ama çoğunluğu Hz. Ömer’in kölesine karşı adaletinden bahsederken, yanındaki işçiyi asgarî ücrete talim ettirirken kanunu kullanan bir çarpıklığa sahiptir. Kapitalizmin ve onun iktidar biçimi olan son yüzyıl demokrasilerinin çirkinliklerini ortadan kaldıracak tek şeyin “Güzel Ahlâk” olduğuna sonuna kadar inananlardanım.

Aynı reel orta sınıflar, AK Parti’yi iktidara taşımışlardır. Ve aynı hastalıklar, yani “Güzel Ahlâk” esasına uymayı ikinci plana atarak, iktidar nimetlerini öne alma ve kendilerine “adalet beklentisiyle” bel bağlayanları tepeleme, hiçe sayma bu iktidarda giderek artan ve altını oyan bir düzeye yükselmiştir. Yanlış yere park etmesine rağmen özellikle bir siyaset sosyolojisi klasiği olarak okunması gereken Kemal Tahir’in “Yol Ayrımı” romanının anlattığı akıbet, bu gidişle mevcut iktidarı da beklemektedir. Bunu kesinlikle temenni eden birisi değilim ve bu kaderin bir daha yaşanmaması için “güzel ahlâkı”n gereğini ihtar etmeyi millet-i merhumenin zarara uğramaması için borç bilirim. Her şeye rağmen, bu iktidar karşısındaki konuşlananlar beceriksizliğinden ve adaletsizliğinden değil, kendi beleşçi iktidarlarını sürdürmek için muhalefet etmektedirler. Bu karakterlerini RP iktidarını yıkma projesinde olduğu kadar sert ve alenen değilse de, Anayasa Mahkemesi’nde görülen post-modern davada ve şu günlerde Amerika’yı kasıp kavuran ekonomik buhranda gösterdikleri tavırla bir kez daha sergilemişlerdir.

“DEZO” NEDEN AĞLAR?

Ekonomik buhranın merkez üssü ABD’dir ve en çok etkilenen yer ise AB ülkeleri olmuştur, tabii doğal müttefik İngiltere başta olmak üzere… Asya ülkeleri ve Türkiye’de elbette etkilenecektir ama en azından tarihlere “Anayasa Fırlatma Vak’ası” (AFV) namıyla geçmeyi hak eden 2001 Krizi’ne benzememektedir. Bu mahallî vak’ayla başlayan kriz, Türkiye’yi alt üst etmiş, büyük ölçekli şimdiki kriz ise merkezi sarsmıştır. AFV krizi, halkı ve KOBİ’leri fena vurmuştur, ama DEZO cemaatinin servetine servet katmış, iktidar mevkîlerini güçlendirmiştir. İlk defa büyük ölçekli bir krizin AB ve Amerika’yı sarstığını ama diğer ülkelerde derin hasarlara yol açmadığını görmekteyiz. Başbakanın “Anayasa kitabı ve ansiklopedi teşbihi” mesuliyetinin bir gereği; birilerinin “Ne yani kriz yok mu?” taarruzuyla krizin psikolojik boyutta derinleşmesini sağlama çabaları harc-ı âlem bir muhalefet tavrıdır; bu tavır alışılagelmiş bir şeydir. Garip olan, iktisadî krizlerin psikolojik boyutunu pekâlâ bilen DEZO’nun full aksesuar boy göstermesi ve feryat figan ağlamasıdır.

DEZO neden ağlar? Çünkü krizin Türkiye’yi derinden vurmayışına üzülmüştür. Vursaydı, yeni orta sınıfların ve derin rakip görülen yeni müteşebbis hareketinin sekteye uğraması kaçınılmazdı. İktisadî gibi görünen bir siyasî tavırdır bu… Ve mevcut iktidarın reel tabanının şimdiye kadar ilk kez bulmuş olduğu manevra alanı en azından daraltılmak istenmektedir. DEZO’nun post-modern dönemdeki sabıka kaydından dolayı, başbakanı kriz konusunda uyarma; hükümete yol gösterme gibi gerekçeleri inandırıcı gelmemektedir. Esas rahatsız olunması gereken, zaten fakirlik sınırının altında olan insanların dertlerini dile getirmesi gereken “SİSK”in tavrıdır. Siyasî meselelerde başta giden sararmış sendikalar, bu gibi konularda susmayı yeğlemektedir; bu hâl, muhalefetin görev dağılımı icabı değerlendirilebilir.

Güncel kriz ne kadar etkili olursa olsun, değişmeyen tek şey, “Azdan az, çoktan çok gitmesi” gerçeğidir. Fakir kesimlerden gidecek olan “az” onların zaten kolay olmayan hayatlarını daha da zorlaştıracaktır. Orta direğin nisbî olarak varlıklılarından ve DEZO zenginlerinden giden “çok” ise onların hayat tarzını ve tüketim alışkanlıklarını çok da etkilemeyecektir. “Güzel Ahlâk”ın ise hâlen güçlü olan DEZO cemaatine ve giderek güçlenen muhafazakâr temayüllü neo-zenginlerin kısm-ı âzamına teğet geçtiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Tecrübe ile ve hakk-el yakîn gördüğüm şey, mevcut iktidara destek verip, iktidar gücünü de sonuna kadar kullanmaktadırlar. Bu zümrelerin bir girişimcide olması “Kalkınma hırsları”na diyecek yok, ama “Adalet” anlayışları zayıftır. Palazlanan önce mahallesini, sonra “Yağan yağmurda beraber yürüdüğü” yakın dost ve arkadaşlarını terk etmekte; hatta daha vahim hâllere düşmektedirler. ABD, tüm dünyanın önünde “Güzel Ahlâk”tan nasipsiz bir süper gücün çöküşünü bize seyrettirmektedir. Güncel krizin nedeninin “zulüm ve adaletsizlik” olduğunu söylediğimde, derin bir iktisatçı dostum bıyık altından gülümsemişti. Öyle ya, kan ve zulüm kelimeleri iktisat bilimine girmez, bilim dediğin ahlâkî ve subjektif yargılardan uzak olmalı. Sanki ekranlardan sıçrayan kan, benim subjektif yargım ve yanılgım.

SONUÇ

Yazarınız siyasetçi değildir; ama siyaset ve iktisat hususunda yazma hakkına ve tecrübesine sahiptir. Yaşanırken farkına varılamayan, özellikle konumları gereği iktidar kastına adım atanların göremediğini göstermek çabasındadır. Bu çabanın kendisine bir şey kazandırmadığını ve kazandırmayacağını, tersine kaybettirdiğini ve kaybettireceğini pekâlâ bilmektedir. Ama geleneğinde varolan “Layiha Sunma” cesaretini göstermektedir. Cesareti, cesur bir kişi olduğundan değil, ilm-ü iktisadın babalarından Keynes’in bile telaffuz etmek zorunda kaldığı bilimsel yasaya(!) itimadının tamlığındandır: Uzun vadede herkes ölecektir! Gerçi Keynes, haklı olarak “Acil eylem, günü kurtarmaktır!” demek istemiştir. Biz ise iktisadî faaliyetlere de teşmil edilebilecek bir başka yasaya dikkat çekelim: Değişmez hakîkatler karşısında insanların davranışlarını ahlâkları belirler. İktisadî hayatın geleceğe doğru ahlâka göre şekil kazandığı da sarsılmaz bir yasadır. 

“Uzun vaade” düşüncesinin “Öte ile” alâkasını kurmak yerine, “Gün bu gündür” demeyi yeğleyen, yeni “orta direk” içinden çıkan ve azıcık semirince yoldan çıkma alâmetleri gösteren yeni girişimci namzetleri, şu hâlleriyle umut vaat etmemektedir. DEZO’nun başına “M” gelecekse mevcut iktidar oyununun hiçbir anlamı yoktur. Biz de buradan DEZO gitti, MEZO geldi deriz.