๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Diğer Yazılar => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 18 Haziran 2012, 18:09:52



Konu Başlığı: Bir yiğitleme olarak insan
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 18 Haziran 2012, 18:09:52
BİR YİĞİTLEME OLARAK İNSAN
Berat DEMİRCİ • 47. Sayı / DİĞER YAZILAR


Bilinmek arzusu, yaratıcının aslî özelliğidir. Varlıklar, bilinmesi gerekenden bir işaret, bir haberdir. İnsan ise haber olduğu gibi, bilinmek arzusu da taşır; bilinmek ister. Bunun içindir ki, hayat sonrasına yolculanırken, başucunda bekleyen yakınlarına “Nasıl bilirsiniz?” suali yöneltilir. Bazen gümbür gümbür “İyi biliriz!” cevabı verilir; bazen cevap, ölüye değil de müşterek kaderimize karşı kısık sesli, loş bir nezaket ve boyun eğme görünümündedir. Bilinmek önemlidir, insana yakışan ise iyi bilinmektir. İyi bilinmek, eylediğinin iyi bilinmek niyeti ile tahakkuku ile mümkündür.

İnsan bilinmek ister ve bilinmek arzusuyla eyler. Ama “kim tarafından bilinmeyi arzular?” sualinin tek cevabı yoktur. Verilen her cevap, bilinmek isteyenin değil, “tarafından bilinmeyi arzu ettiği” şahsiyetin yüceliğinin hüccetidir. Mecnun’un Leyla için mecnun olduğunu Leyla bilmedikten sonra, halk Mecnun demiş ne çıkar. Leyla “Bu benim mecnunum!” deyip, Mecnun’u bilirse, Mecnunun arzusu gerçekleşir. Mecnun’un bilinmesi Leyla iledir; halk-ı âlem bilse de olur, bilmese de.

BEYLİK VERİN ERDEMLİDİR CİNS AT VERİN HÜNERLİDİR

Herhangi bir hakikate “Eskilerin hikâyeleri” demek, kendilerini zamanın hâkimi sayanların süregelen taktiklerindendir. Dede Korkut hikâyeleri, Oğuzlar’ın hayatlarını yansıtır. Fakat hikâyelerin artık eskilerde kaldığını, günümüz dünyasında yalnızca tarihçileri, edebiyatçıları ilgilendirdiğini söylemek kültürel intihardır. Dirse Han Oğlu Boğaç Hikâyesi’ndeki ad koyma merasimi, hem eskidir, hem de hikâyedir, ama biyolojik varlığın sosyal şahsiyet hâline geliş süreci açısından önemli bir hakikati ifade eder. Oğlancık, deve ile dövüştürülmek üzere yetiştirilmiş azgın boğayı yıkınca kendisine beylik, at ve daha önemlisi ad verilir. Hikâyemizde, erdemli olmak ile hünerli olmak ölçülerinin “Beylik” ve “Cins at” sahibi olmayla bağlanışı, muhteşemdir. Bey olmak, insana ve tabiata irade sahibi olarak katılmaktır, tasarrufta bulunmaktır; “Cins at” sahibi olmak ise kendince hareket etme özgünlüğüne ve özgürlüğüne hak kazanmaktır. Erdemli olanla bey olanın aynîleşmediği anda, beylik eşkıyalığa dönüşür. “Beyler azmış yolundan, bilmez yoksul hâlinden/Hayvan, canavar gibi otlamağa dalmıştır” diyen şairimiz, böyle bir zamanı ve hâli anlatır.

Sağlığında namına yiğitleme (koçaklama) söylenmeyene, arkasından ağıt da yakılmaz. İnsan gerçek kıymetini bu dünyadan ayrıldığında bulur, bu yüzden halkın şahitliği önemlidir. Günümüzde kişiye Dede Korkut hikâyesinde olduğu gibi, bir hüner gösterince ad konulmaz, ama öldükten sonra “hünerini nasıl kullandığına göre” anılır. “Anılmanın nasıllığı”, “adının ne olduğu”ndan daha önemlidir. Boğaç Han, babasına gerçekten asi olsaydı ve öldürülseydi, onun azgın boğayı yıkma hünerinin hiçbir anlamı kalmaz, hünerini yanlış kullandığı için de nefretle anılırdı.

KOCAKLAMA VE SÖZ

“Ağacın eyisi özünden olur
Yiğidin eyisi sözünden olur
El için ağlayan gözünden olur
Ağlama hey gözün yaşın sevdiğim!"

Yiğit, yani koçak; ancak bu kadar tarif edilir. Ağacın özü, insanın sözü vardır; insanın özü sözdür. Sözünün eri olmak, koçak olmanın başıdır. Koçak; sözün doğrusunu, güzelini, iyisini söyleyecek; doğru, güzel ve iyi konusunda “söz verecek”tir. “Söz vermek!” değil, neyin sözünü ve kime verdiğiniz önemlidir.

İnsan olmak, söz vermekle başlar; çoğu insan verdiği sözü ya unutur, ya da unutmuş gibi davranır. Koçak kişi sözünü unutmayandır ve her insan koçaklığa namzettir. “Sözüne sadakat” derecesi, kişinin yiğitlik rütbesini belirler, öyle ise koçaklık da mertebe mertebedir. “Yiğidin başı daima belâlı gerektir!” derler ya; boşu boşuna değil… Koçak, “belâ”lı adamdır, çünkü “kalu-belâ”yı unutmaz. Her şeyin başı da, yiğitliğin başı da bu “belâ” kelimesidir; belâ, yani evet… Demek ki, “söz verme”nin de varlık katında (ontolojik) bir dayanağı vardır. İnsan birilerine, meşrûiyetini o “ilk ahid”den almayan bir söz verdiyse, hukuk dilinde verilen söz butlandır. O cinsten söz vermek bir ayıp, o sözü tutmak da ikinci ayıptır.

Başının “belâ”sını hatırlamayandan yiğit olmaz… Adına koçaklama yakılsa bile, ilk ahdine sâdık olmayanın yiğitliği sahih değildir.

KİRALIK AĞLAYICILAR VE SİYASETEN AĞLAMAK

Her ölünün arkasından ağıt yakılmaz, ağıt yiğide yaraşır. Hâli vakti yerinde olup da, arkasından kimsenin derinden “ah vah” etmediği adamlar dünya değiştirdiğinde, varisleri mahcup olmamak için nevvâh veya nevvâhe kiralarlarmış. Demek ki, “kiralık ağlayıcılık” diye bir meslek varmış. Şems-i Tebrizi’nin Makalât’ında geçtiğine göre, varlığına en ufak bir tereddüt kalmaz. Varisler bir nevvah kiralamışlar, adamcağız da cemaati etkilemek maksadıyla, ölen kişi hakkında “âlim miydi, fakirleri kollar mıydı?” gibi sorular sorup da müsbet cevap alamayınca, “Ey gafil gelip gafil giden zavallı!” diye başlayan bir mersiye söyleyerek ağlamaya başlamış. Bana sorarsanız etkili olmuştur, çünkü nevvah profesyonel ama desteksiz de atmıyor. Cemaat; gafil gelip, gafil gidenlere üzülmüştür, evdeki kadınlardan ise ağlama sesleri gelmiş olmalıdır.

Köy düğünlerinde yakın zamanlara kadar seyirlik oyunlar sergilenirdi; her biri de ibretâmiz şeylerdi. Köylüler “Makalât” okuyacak değiller, ama en azından bazı köyler ve köylüler nevvâhlık nedir bilirler ve mizahını üretirler. Nevvâhlarla ilgili olanı aynıyla şöyleydi:

(Oyunbazlar sahnede yerini alır.

Birkaç kişi cemaat rolündedir ve ölenin oğluyla bakışmamak için gözlerini yere dikmişlerdir. Mahdum bey, hiç üzüntü alâmeti göstermeyen cemaate ters ters bakmaktadır. Kimse aldırmayınca içlerinden birini gözüne kestirir, böğrüne dürter ve:

-Ulan cıbıl, sen daha yedi sene önce bizim evde bir helva yememiş miydin?

Diyerek çıkışır. Hâzırûna merhum pederinin yedi senelik helva nevinden iyiliklerini hatırlatmaya çalışır. Kimse tınmadığı gibi, adam arkasını döner dönmez birbirlerine bakarak dilleriyle dişlerinin arasında kaba sayılabilecek sözler söylerler. Güya adamcağız duymuyordur, ama seyirciler kahkahalarla gülmektedir. Tam tiyatro. Birden kapıdan paçaları nispeten düzgün iki kişi girer ve ağanın oğluyla bir şeyler konuşurlar. Nevvâhtırlar ve pazarlık etmişlerdir. Herkes de duyar, beş yüz liraya anlaşırlar.

İki nevvâh ortaya çıkıp öyle ağlar, öyle ağıtlar yakarlar ki, sanırsınız ki ölen kendi babalarıdır. Kendilerini yerden yere atarlar, göğüslerini yırtarlar. Rahmetliyi melek mertebesine yükseltirler.

Ağlama faslı bittikten sonra mevtayı sırtlar, şöyle bir dolaştırırlar mezara gömüyormuş gibi, kaldırır yere atarlar “Sağlam gömün geri dönmesin!” gibi sözler, el hareketleri, jest ve mimikler herkesi güldürür. Defin işi de bitmiştir ve nevvâhlar, ağanın oğlundan paralarını isterler. Ağanın oğlu, nevvâhın avucuna birşeyler kıstırır.

Nevvâh avucuna nefretle bakar. Çünkü beş yüzü şöyle dursun, yüz lira bile değildir. Ağanın oğlu yeleğin cebinden zorla çıkardığı bozuk paraları vermiştir.

Cemaat henüz dağılmamıştır. Nevvâhlar bu kez onlara dönüp, az önce methettikleri merhumu, yerden yere vururlar; ne namertliği kalır, ne nekesliği... İşlerini bitirerek cemaate şapka uzatırlar ve cemaat şapkayı parayla doldurur. Oyun alkışlarla biter).

Paranteze aldığım ve kırk yıldır unutmadığım bu temâşâ, nevvâhların vahının eyvahının bu faniden göçen kişiye hiçbir faydası olamayacağını pek güzel ve arifâne işlemiştir; aslı koçak olmayana nevvâh neylesin. Nevvâhları bir nevi reklamcı sayın, mesleklerini icra ettiklerini düşünün. Günümüzde ise nevvâhlık masumiyetini kaybetmiş, özellikle bir kesimin âlâ becerdiği bir meslek hâline getirilmiştir. Ölenin kişiliği hiç önemli değildir, “bizden olsun da ölü olsun!” çirkinliğiyle, hem cenaze sahibi, hem ölen kişi istismar edilir. Bir de cinayete kurban gitmiş ise modern nevvâhlar kolları sıvar. Ceset soğumadan katili ve kimliğini tespit ederler; cenaze cenaze olmaktan çıkar, bir kişiyi de değil fail olarak tayin edilen bir kesimi telin mitingine dönüşür; “kahrolsun” nidaları ekranlara kin sıçratır. Orada da kalmaz, bu ölüseverlik ertesi yıllara sarkar, her yıldönümünde ölüm bahanesiyle saldırganlık artırılarak devam ettirilir, kan davası ilkelliğine dönüşür. Faili ve olayın gerçek yüzü belli olsa bile “ölüseverler” eylem koymaya(!) devam ederler; hatta gerçek katillerin avukatlığını üstlenirler. Çünkü kandan ve kinden oy koparma imkânının elden çıkma tehlikesi vardır.

Ucunda ölüm vardır; gelimli gidimli dünyanın, gelen ve giden sakinleriyiz. Siyasî ya da değil, bütün cinayetlere, ölenin adresini sormadan üzülmüş; toprağa düşenine “toprağı bol olsun” demeyi ihmal etmemiş, merhumuna da rahmet dilemişimdir. Ama bu siyasî cinayetler, başkalarını suçlama, hedef gösterme hâline dönüşünce ölen kişinin yüzü, kişiliği kayboluyor, yerini de siyasî nevvâhların iğrenç çehresi alıyor. Ölen kişi koçak bile olsa, arkasından ağıt yakan nevvâh siyasî bir namert ise, ağıt ağıt olmaktan çıkar, samimiyetsiz bir istismar vesikası hâline gelir. Asıl üzülünecek tarafı da, ölünün ailesinin ve yakınlarının “benim ölümü istismar etmeyin!” tavrını sergilemek yerine, ölünün şöhretini ranta çevirmeyi tercih etmesidir. Öldürenle ağlayanın aynı olduğu konusunda ister istemez derin şüpheler oluşur; benim ise şüphem dahi yoktur.

Ağıtını nevvâhın, koçaklığını nevvâhın koştuğu zoraki yiğidin payına da korkarım “eyvah!” düşer.

ŞÖHRET AFETTİR?

Bilinmek arzusu erdemle örtüşmüyorsa, afete dönüşür, bu yüzden “şöhret afettir!” Şöhrete ulaşan kişi, bu afetle baş edemezse altında kalır ve “Desinler hastalığı” başlar. Bana cömert desinler diye sarfeder, yiğit desinler diye savaşır, mecnun desinler diye âşık olur… “Desinler” marazına tutulan kişi için de ağıtlar yakılabilir, koçaklama söylenebilir ve zahiri aşamadığı için halk işin mahiyetini bilmeyebilir. Fakat halk katında mûteber olmanın kalıcı yolu, hakîkat katında da mûteber olmaktır. Zaman, kâzip şöhretleri siler götürür, Hak katında mûteber olanlar ise halk katında da itibarlarını sürdürürler. Halk eğer tamamen Hak’tan kopmuş, Hak fiilen doğru ölçmek ve tartmak biçiminde bir hukuk olarak halkta yaşamaz hâle gelmişse verdiği kıymetin de hükmü kısa sürer yahut yok olur. Bilinmek arzusu, hukuksuz bir toplumda, çoğunlukla ikiyüzlülük olarak tezahür eder. Nice han, hamam, okul hatta cami yaptıran insan vardır ki, arkasından “hırsız” derler, “çaldıklarıyla hayır yaparak, hırsızlığını örtmeye çalışıyor!” derler, vergiden kaçırarak hayır yapıyor derler.

Bilinmek arzusunun, mercii halk olursa zaten riya da başlamış demektir. Yaradan yarattığı tarafından bilinmek arzusuyla ve severek yarattığına göre, yarattığı da yaradanı tarafından bilinmek için eylediğinde bilinmiş olur. Hakkında destanlar, koçaklamalar, ağıtlar düzülen ve nesilden nesile koçaklıkları aktarılan kahramanların, gerçekte “kim olduğunu” bilmemiz mümkün değildir; zahire hükmederiz. Birine gerçekliğinin dışında atfedilen kıymet, idealleştirilen herhangi bir ahlakî özelliğe, bir erdeme övgü hâline gelir. Ki, bu durumda “şöhret sahibi”nin kazanabileceği bir şey yine yoktur. Anlatan, bir erdemli davranışı dile getirdiği için belki de Hak katında değer görür, ama tanındığının dışında bir gerçekliği olan kişiye hiçbir şey kazandırmaz.

“Şöhret afettir!” sözünde kişiyi şöhrete kavuşturan özellik, aslında yiğide mahsus özelliklerden biridir. Ve bu söz; olumlu bir özelliğin, insan nefsinde peydahlanan gurur ve kibir dolayısıyla “afet” hâline dönüşmesi ihtimaline karşı önemli bir ikazdır. Böyle bir afete uğrayan kişi, aslı koçak olsa da “Ben neymişim!” der ve “Bana yiğit desinler!” maksadıyla eylerse ve söylerse şöhreti ona azap olur. Bu yüzden “şöhret” her yiğidin taşıyabileceği bir şey değildir. Hele günümüzün iletişim ortamında, her türlü olumlu sıfatın liyakat dışı propagandalarla verilebildiği ortamda koçaklık da, koçaklar da ciddi tehlike altındadır.

Er meydanında koçak olma cevherine sahip nice insanın, “medya meydanı”nda köçek hâline dönüşmesini ibretle seyretmiyor muyuz?

BEVVAL-İ ÇEH-İ ZEMZEM

Zaman öyle bir zaman ki, bir rekorlar kitabı var, içinde de neler var neler... Erdemli davranışlar sergileyerek, tanınan ve sevilen kim varsa istisnasız derece derece yiğittir. Öyle insan da vardır ki, bilinmek arzusuyla yanar kavrulur, ama erdemden eser yoktur, bir “En” olmak ister. En hızlı çakmak çeken, en hızlı makara saran, en uzağa tüküren, en, en, en… “En”lerden biri olmak arzusu, insanda varolan bilinmek arzusunun, münharif tezahürüdür.

Bilinmek arzusunun tarihe geçmiş sapkın örneği, “Bevvâl-i çeh-i zemzem” olayıdır. Adamın biri parmakla gösterilmek, tanınmak için olmayacak bir iş yapar; gider zemzem kuyusuna bevleder. Tabii, şiddetli darbedilir ama muradına da erer; tarihe geçen bir olayın aktörü olur; adı sanı unutulmuştur ama hikâyesi hâlâ söylenir ve bu tür sapkınlıklara örnek gösterilir.

Şu rekorlar kitabı, aslında tam bir psikolojik vak’a taraması olarak değerlendirilemez mi? Modern insanın kişilik zafiyeti, “bevval-i çeh-i zemzem” temayülünü meşrûlaştırmıştır. Sağımız solumuz bu tür sapkınlarla ve onları alkışlayanlarla dolu.”En”lerden biri ol da neyin “en”i olursan ol düşüncesi, insanın özünde bulunan “iyi bilinmek” arzusunu tatmin edecek yolların unutturulmuş olmasından kaynaklanmaktadır.

YİĞİTLİK ÜZERİNE SONSÖZ

Elbette sözün biteceği bir yer vardır ama yiğitlik zamanın sonuna kadar tükenmez. Yiğit denilince bileğine kuvvetli, yaman silah kullanan, hatta çoğunlukla kabadayı akla gelir; yanlıştır. Bilekten evvel yürek gerektir. Yiğit alnını terinin karşılığını yiyen, az olduğunda paylaşan, çok olduğunda dağıtandır. Yiğit haksızlık karşısında susmayandır, hiç birşey yapamayacak durumdaysa kaşlarını çatacak kadar erlik gösterendir. Yiğit, el için değil; hak için eyleyendir. Yiğidin gencine delikanlı derler ki, o da eline, diline, beline sağlam olandır. Delikanlı, yaş ile ağırlaşıp, kemal ile terfi edince adına erkişi derler. Son demimizde “Erkişi niyetine” saf tutulmasının nedeni cemaâte sadece cinsiyetimizi bildirmek değil, saf tutanların bir hüsn-ü niyet izharı, bir temennisidir.

“Peki, ‘hatunkişi’ ne oluyor?” diye soranlar çıkacaktır. Haklıdırlar; çünkü yiğit denilince akla pek çok şeyde olduğu gibi erkekler ve erkeklik gelir. Yazının başından beri öyle ayırıcı bir vurgum olmamıştır; tarihî alışkanlıklardan dolayı öyle bir intiba uyanmış olabilir. Söylediğimizin tamamı hatunlar ve hatunkişiler için de aynıyla geçerlidir. Erkekle kadın arasında mevcudiyet farkı vardır; mesuliyet itibariyle aynıdırlar.