๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Diğer Yazılar => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 14 Haziran 2012, 18:02:10



Konu Başlığı: Beşir le vals
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 14 Haziran 2012, 18:02:10
BEŞİR’LE VALS
Elif TUNCA • 48. Sayı / SİNEMA


Bilim, insan denen ve Şeyh Galip’in ifadesiyle “zübde-i âlem” olan muazzam varlığın sırlarını her geçen gün biraz daha keşfetme peşinde. En çok da kilitli odaları belki diğer öğelerden daha fazla olan beynin sırları merak ediliyor; bütün bir hayatın, bilgilerin, hayâllerin, hatıraların merkezi olan o esrar deposunun. Eskilerin “hafıza-i beşer nisyan ile malûldür” sözünün karşılığı da bulunuyor bu araştırmalarda. Hafızanın, kötü hatıraları kısmen ya da tamamen silmesi, bilinçaltı düzeyde bunları başka imgelerle kodlaması da ayrı bir rahmet belki…

İnsanın şahsî tarihiyle insanlık tarihinin kesiştiği yerde duran acı hatıraları taşıyabilmekse, bir insanın belleği için belki de haddinden fazla yük. İşte “Beşir’le Vals”in yönetmeni Ari Folman ve arkadaşlarının yaşadığı, bu türden bir cinnet. İsrail’in, 1982’de Lübnan’ın Sabra ve Şatilla kentlerinde gerçekleştirdiği ve dönemin Savunma Bakanı Ariel Şaron’a “Beyrut Kasabı” lakabını kazandıran katliamlar, insanlığın hafızasından silinmese de Folman ve arkadaşlarının zihinlerinde yıllar sonra net bir şekilde bulunamıyor.

“Beşir’le Vals”, Ari Folman’ın, bellek tazeleme macerasını, belgesel tarzda ancak animasyon tekniğiyle anlatıyor. Bir gece barda, arkadaşının yıllardır tekrarlanan kâbuslarını dinlerken açılmaya başlıyor Folman’ın zihni. Arkadaşının kâbuslarında, bütün şehri birbirine katarak koşturan ve kendisini öldürmek isteyen tam 26 tane köpek vardır. Kâbusları anlamlandırmaya çalışırken ortaya çıkar ki yönetmenin arkadaşı, Sabra ve Şatilla Katliamları esnasında ordudayken insanları öldüremediği gerekçesiyle köpekleri öldürmekle görevlendirilmiştir. Bu 26 köpek de Filistinlileri yakalamak istedikleri bir gecede havlayarak Filistinlilerin kaçışına yardım eden, Folman’ın arkadaşının vurduğu köpeklerdir.

Sonra Folman’ın hatıralarına gelir sıra. Ancak o hiçbir şey hatırlamamaktadır. Bunun için ertesi sabah psikiyatrist bir arkadaşının kapısını çalar. İnsan zihninin oyunlarını, acının büyüklüğüyle şekillenen inkârları ondan öğrenir ve asker arkadaşlarını tek tek dolaşıp hafızasının kayıp parçalarını toplamaya başlar. İlk durak, Hollanda’ya taşınmış bir dostudur. Hollanda’da felafel (Ortadoğu’ya has bir yiyecek) satarak geçindiğini söyleyen, ancak sahip olduğu koca arazi ve lüks hayatı, bu sözleriyle tezat teşkil eden dostu, hatıralar konusunda pek yardımcı değildir. Ama ondan Batı dünyasına dair bir şey öğrenir Folman; “90’ların başında sağlıklı yiyecekler ve Ortadoğu modaydı. Felafal de hem sağlıklı hem Ortadoğu’lu”.

İsrail’e dönüşünde diğer arkadaşlarının anlattıkları, büyük resmi de Folman’ın hafızasının kayıp parçalarını da tamamlar. Filmin söylediği şudur: Lübnan Falanjist Partisi ve Lübnan Devlet Başkanı Beşir Cemayel, bir suikast sonucu ölünce Falanjistler, Müslümanlar’dan intikam almaya karar vermiş, mütemadiyen Filistinliler’in peşinde olan İsrail de bunun için yardım etmiştir. O sıralar bıyıkları henüz terlemiş İsrailli askerlerse, benzerine Irak’tan aşina olduğumuz bir aymazlıkla, sadece verilen görevi yerine getirmiştir. Film, komutanların her şeyden haberdar olduğunu ifşa etse de, bu ifşaat sadece “sorumsuzluğun” özrü olarak sunuluyor. Oysa hiç değilse bugünden bakınca tüm dünyanın bildiği gerçek; Sabra ve Şatilla Katliamları’nın tamamen İsrail’in planı olduğu, hatta suçun yıkılmak istendiği Falanjistler’in arasında da operasyonu yürüten Saad Haddad isimli bir İsrailli’nin bulunduğu. Katliamların baş suçlusu olarak bilinen isimse, o dönem sadece görevi ihmalden suçlu bulunan Ariel Şaron’dan başkası değil!

Bu katliama 19 yaşındayken bizzat katılmış bir İsrail askeri olan yönetmen Ari Folman hatıralarına ulaşmaya çalışırken, bugünden bakan ve daha geniş bir vizyona sahip olması umulan biri olarak maalesef eski dezenformasyonu tekrarlamanın ötesine geçmiyor. Tabi onun vicdanı, gerçek bu olsa dahi kaldıramayacak durumda. Sık sık başvurduğu psikiyatrist dostu, aile bilgilerinden faydalanırken Auschwitz anılarının desteğiyle Folman’ın, Beyrut’ta kendini bir Nazi gibi hissetmiş olabileceğini söylüyor. Naziler de tekrar tekrar paylarını almış oluyor böylece.

Folman’ın, animasyon şeklinde anlattığı belgeseli, bu yönüyle bir ilk olma özelliği taşırken, samimiyetine dair çok kuşku da taşımıyor esasen. Netice itibariyle zaten hasar görmüş hatıraların, parçalanmış vicdanların vizöründen görünenler geliyor perdeye. Bütün bir film boyunca çizimlerle anlatılan vahşet, son iki dakikada birden yerini gerçek görüntülere bırakıyor. Sabra ve Şatilla Katliamları sonrasında yakınlarını kaybeden kadınların feryadı, sokak ortasındaki ölü çocuklar… Folman bir mânâda “Hafızamızdan süzülen renkler, sesler, hikâyeler bir yana; apaçık görünen bu gerçek acının ne hikâyesi ne telafisi mümkün” diyor. Belki de bir vicdan aklama. Filmin henüz başında, yaşadıklarını film yapmayı konuştuğu arkadaşı, “Filmlerin de terapi edici bir yanı yok mu?” diye sorarken bu mevzua omuz vermişti zaten. Tam da bu noktada, Folman’ın kullandığı tüm argümanlar art arda dizilip bir daire oluşturuyor: Hafızasındaki eksiklerin oluşturduğu travmayı gidermek için, yine hasarlı belleklerden “gerçek” devşirmeye çalışan, gerçekle sanrılar arasında kayıp bir adam; gerçekler ve dezenformasyonlar arasında haberdar olunan Sabra ve Şatilla Katliamı, perdede Folman’ın, Şaron’un kendileri değil figürleri ve nihayet animasyon görüntülerden gerçek katliam görüntülerine geçiş…

Adını, öldürülen lider Beşir Cemayel’in posterinin önünde şuursuzca ateş açan bir askerin hareketlerinden alan “Beşir’le Vals”, samimî ancak yeteri derecede cesur olmayan bir günah çıkartma filmi. Folman ya da bir başkası, yıllar sonra Gazze Katliamı’nın da filmini çeker ve bu defa tüm sorumluluğu üstlenme cesaretini gösterir mi acaba? Yabancı Dilde En İyi Film dalında Altın Küre alan film, Oscar’da da aynı başarıyı gösterirse belki Folman’ın teşekkür konuşmasında buna dair bir ipucu bulabiliriz.