๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Diğer Yazılar => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 14 Haziran 2012, 18:12:43



Konu Başlığı: Batının kısıtlanmış hafızası
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 14 Haziran 2012, 18:12:43
BATI’NIN KISITLANMIŞ HAFIZASI
Cemal AYDIN • 48. Sayı / DİĞER YAZILAR


Üretken ve etkili bir yazar olan Henri Massis, 1927’de Avrupa değerleri ve Avrupa ruhu üzerine abanan tehlikelere karşı haçlı seferi ilân ediyor ve şöyle diyordu: “Batı medeniyetinin kaderi, yani bizzat insanın kaderi bugün tehdit altındadır. Bütün gezginler ve Uzakdoğu’da uzun zamandır yaşayan bütün yabancılar bize şunu ifade ediyorlar: On yıl içinde zihniyetler on asırdakinden çok daha fazla değişmiştir. Eski dönemlerin ve kolayca teslim olmanın yerini oralarda gizli bir düşmanlık ve zaman zaman da harekete geçmek için fırsat kollayan gerçek bir kin almıştır. Kalküta’dan Şanghay’a, Moğol bozkırlarından Anadolu ovalarına varıncaya kadar bütün Asya, şiddetli bir hürriyet ateşiyle kavruluyor. Jean Sobieski’nin Viyana surları önünde Türk akınlarını kesin bir şekilde durdurduğu günden beri Batı’nın alışageldiği o üstünlüğü, evet bu üstünlüğü artık Asyalılar kabul etmiyor. Bu halklar, bozguna uğratılacağını şimdiden ilân ettikleri beyaz adama karşı yeniden birleşme yolunu tutuyorlar”. Gerçi Massis tamamen haksız sayılmazdı, zira o tarihlerde her yerde sömürge halklarının ayaklandığı görülüyordu.

Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki ortamdan çok daha farklı bir ortamda, aynı şekilde ardı ardına gelmiş sarsıntılarla –Soğuk Savaş’ın sona ermesi, 11 Eylül Saldırısı, Irak ve Afganistan Savaşları, vb.– ve özellikle Çin veya Hindistan gibi yeni güçlerin yararına olarak dünyanın yeniden şekillenmesiyle ortaya çıkan şu anki durumda da aynı korkuların yeniden depreştiği görülüyor. Tarihe iyilerle kötülerin savaşı, medeniyetle barbarlığın sürekli çatışması gözüyle bakan bazıları hayli nüfuzlu çok sayıda yazar, şimdilerde bizi zaman makinesine bindirip bu “iki bin beş yüz yıllık savaş”ın köklerini gözlerimizin önüne sermek istiyor. Anthony Pagden’in bugün gezegenimizi kana bulayan “Savaştaki Dünyalar / Worlds at War” kitabının alt başlığı da zaten bu adı, yani “iki bin beş yüz yıllık savaş” adını taşıyor.

MEDENÎLERLE BARBARLARIN SAVAŞI

Bu profesör, Oxford, Cambridge ve Harvard gibi en prestijli üniversitelerde ders vermiş. Beş yüz sayfa kadar tutan eserinde dünya tarihini ana hatlarıyla gözler önüne seriyor ve şöyle diyor: “Truva’da, asırlar boyunca sürekli yanacak bir ateş yakıldı. O ateşle birlikte de Truvalılar’ın yerini Persler, Persler’inkini Fenikeliler, Fenikeliler’inkini Parslar, Parslar’ınkini Sasaniler, Sasaniler’inkini Araplar, Araplar’ın yerini de Türkler aldılar. Çatışma hatları değişti, düşmanın kimliği de. Fakat iki tarafın taşıdığı şekil, yani onları birbirinden ayıran nokta hiç değişmedi. Onları birbirinden ayıran bu değişmez nokta, her zaman algılamalara ve üst üste tarihî hatıralara dayanıyordu. Bu algılayış ve hatıraların da bazıları oldukça doğru, bazıları da tamamen yanlıştı”.

Yazarın “tamamen yanlış” olarak ifade ettiği bu kısa çekincesine rağmen, eser boyunca ikili bakış açısıyla hareket eden bir akıl yürütmede bulunuyor ve bunu da Grek tarihçi Heredot’un Grekler ile Persler arasındaki çatışmayı temel alan anlatısına dayandırıyor.

Yazarımız Pagden, Herodot’un bakış açısını şöyle özetliyor: “Persleri Grekler’den veya Asyalılar’ı Avrupalılar’dan ayıran nokta, küçük siyasî çatışmaların çok ötesinde bir şeydi. Bir dünya görüşü, var olma ve bir insan olarak yaşama konusundaki zihniyetti. Nitekim Grek ve daha geniş çapta da “Avrupa” şehir devletleri, çok çeşitli şahsiyetlere, değişik tipte toplumlara sahiptiler ve işlerine geldiğinde birbirlerine ihanet etmekten fazlasıyla memnundular, oysa (onlar) Asyalılar böyle bir bakış açısından hayli uzaktılar”.

Cambridge Üniversitesi’nde Grek Tarihi Profesörü olan Paul Cartledge da aynı kanaati savunuyor ve Doğu ile Batı arasında bir “karşılaşma”dan söz ederken, bu karşılaşmanın “despotizm” ile “hürriyet” arasındaki çatışma olacağını ifade ediyor.

Greklerin Barbarlara karşı verdikleri savaşlar esas alınarak yapılan filmlerde de, bu “karşılaşma”nın nasıl olması gerektiği vurgulanıyor: İnsanlığın en kutsal kuralları vahşilere, yani Batılılar gibi medenî olmayanlara asla uygulanamaz! Vahşiler esir bile alınmaz, onlar ancak öldürülür!

SİYAHÎLERİ ÖLDÜRÜN!

O hâlde medeniyet demek, barbarların kökünün kazınması demektir! Hem zaten siyasal bilimlerde uzman olan Alman Heinrich von Treitschke, daha 1898’de, kendi çağdaşları açısından son derece normal bir olay gibi görünen şu çağrıda bulunuyordu: “Aynı hukuk kurallarını barbar milletlere karşı da aynen uygulamaya kalkarsanız, milletlerarası hukuk lâfügüzaftan ibaret kalır. Siyahî bir kabileyi cezalandırmak istiyorsanız, onların köylerini yakmalısınız. Böylesi bir ders verilmeden hiçbir şey yapılamaz. Şayet benzerî durumlarda Almanya İmparatorluğu, milletlerarası hukuku tatbik etseydi, bu insanlık veya adalet olmaz, aksine utanç verici bir zaaf olurdu”.

Ve Almanlar, Güneybatı Afrika’daki (bugünkü Namibya’daki) Hereroların köklerini 1904 ile 1907 arasında kazırken, gerçekten de “zaaf” göstermediler ve 20. yüzyılın bu ilk soykırımını yapmakla da Nazi Almanyası’nın Yahudileri soykırıma tabi tutmalarına modellik ve öncülük ettiler.

Bu durumda artık 300 yılının Ispartalılarını “zaaf”la suçlayamayız. Onlar elbette biçimi bozuk çocukları öldürecek ve kadınlara Senato’yu yasaklayacaklardı. Savaşa gelince, o da erkeklerin olgunlaşmalarının zirvesini oluşturacaktı. Nitekim günümüzün çizgi roman tasarımcısı Miller, Ispartalılar örneğinden hareketle kendi ideolojik tercihini açıkça ortaya koyar: “Bizim ülkemiz (ABD) ve aynı zamanda da Batı Dünyası, bugün ne istediğini çok iyi bilen hayatî bir düşmanla karşı karşıyadır”.

Meseleyi kendisinin bugünkü mirasçılarından daha az karikatürize etmiş olan Herodot’tan hareketle, Greklerin zaferlerini barbarlığa karşı bir zafermiş gibi göstermekten artık daha normal ne olabilir ki? Amerika’nın Irak veya Afganistan’da yürüttüğü savaş, en azından yöneticiler açısından, iyiliğin kötülüğe karşı savaşı değil midir? Yine de biz şu soruyu sormaktan kendimizi alamıyoruz: İki bin beş yüz yıl aradan sonra niçin bizler hâlâ Grekler’e takılıp kaldık?

ESKİ YUNAN’A TAKILIP KALDIK

Bu soruya Johns Hopkins (Baltimore) Üniversitesi Profesörü Marcel Detienne şöyle cevap veriyor: “Çünkü okullarımızda öyle öğretildi: ‘Bizim tarihimiz, hürriyet ve demokrasiyi icat eden, evrensel güzelliği ve hazzı bize öğreten Grekler’le başlar. Bizler dünyaya armağan edilmiş biricik medeniyetin mirasçılarıyız’. İşte bunun için tarihimiz Greklerle başlar. Bu ilk inanca daha sonra ikinci bir inanç daha eklendi: ‘Grekler, başkaları gibi değildir’. Öyle ya, bizim tarihimizin başlangıcını oluşturan o kimseler, başkaları gibi nasıl olabileceklerdi? İşte bu iki temel önerme, geleneksel hümanistlerin ve millet aşkıyla yanan tarihçilerin zihinlerini tıka basa dolduran millî ideoloji için yetti de arttı”.

Ve Prof. Marcel Detienne sözünü şöyle bağlar: “Devlet adamlığı veya siyaset, günlerden bir gün, ‘klâsik’ Atina’ya mucizevî ve demokrasiyle resmîleştirilmiş bir şekilde gökten inmekle kalmadı, üstelik olağanüstü tarihî bir düz çizgi hâlinde Amerikan ihtilâli ve ‘Fransız Devrimi’ yoluyla bizim Batı toplumlarımıza da ulaştı. Böylece de bizim Batı toplumlarımız, bütün milletleri gerçek demokrasi dinine döndürmekle yükümlü olduklarından son derece memnun oldular”.

Klâsik Antikite ile şimdiki Avrupa arasında Rönesans’la kurulan –hatırlayalım ki Rönesans terimi tarihçi Jules Michelet tarafından 19. yüzyılda icat edilmiştir–  işte bu “olağanüstü” bir Avrupa anlayışını Anglo-Sakson tarihçi ve araştırmacılar kökünden sarsmaya başladılar. Çoğu zaman bu sarsıntılar Fransız sahillerini henüz pek dövmese de…

“Batı Medeniyeti’nin Doğu Kökenleri / The Eastern Origins of Western Civilisation” adlı eserinde John M. Hobson, Doğu’yu es geçerek dünya tarihini anlamanın imkânsız olduğunu ispat eder. Bu “es geçme” üç tane çok önemli hâdiseyi unutmak demektir: “Birincisi, Doğu kendi ekonomik gelişmesini 500 yılı sonrasında gerçekleştirmiştir. İkincisi, Doğu bir dünya ekonomisini oluşturmuş ve devam ettirmiştir. Üçüncüsü ve daha da çarpıcı olanı, Doğu kendi teknolojilerini, kurumlarını ve fikirlerini icat ederek ve bunları Avrupa’ya ihraç ederek, Batı’nın gelişip ilerlemesine aktif ve önemli bir katkıda bulunmuştur”.

Hobson’a göre, “Avrupa merkezci” araştırmacılar şu iki soruyu sorarlar: “Batı’nın kapitalist moderniteye açılımına imkân vermiş olan nedir? Doğu’nun bu açılımı yapmasını engelleyen nedir?” Onların bu iki sorudan kasıtları, Batı’nın egemen olmasının kaçınılmaz olduğunu iddia etmektir. Onlara göre, tarihçiler bu egemenliğin sebebini Batı’nın kendi geçmişinde arayıp bulmalılar. Sonuçta bulacakları da zaten Batı’nın bizzat kendi içinden ve öz kaynaklarından hareketle bu noktalara geldiği olacaktır. Dolayısıyla, onların kesin kanaatine göre, medeniyetin beşiği (!) olan Batı, barbar Doğu’dan ayrıydı; Batı ve Doğu iki ayrı kimlikti ve bu iki kimlik birbirinden kültürel bir Çin Seddi’yle ayrılmıştı. Ve bu kültürel Çin Seddi, bizi barbar istilâlarından koruyordu.

MEDENİYET DOĞU’DAN GELDİ

İyi de acaba gerçekte kim barbardı, kim değildi?


İlk Sanayi Devrimi’nin 11. yüzyılda Çin’de, Song Hanedanı döneminde gerçekleştiğini kim biliyor? O ülkede 1078 yılında yüz yirmi beş bin ton demir üretiliyordu, hâlbuki İngiltere’nin yetmiş altı bin ton demir üretebilmesi için 1788 yılını beklemek gerekecekti. Çinliler dökümcülük başta olmak üzere, oldukça ileri tekniğe sahiptiler ve ormanların mahvını önlemek için odun kömürü yerine kok kömürüne çoktan geçmişlerdi. Ayrıca o dönemde ulaşımda, (su değirmenleriyle birlikte) enerjide, verginin ve ticaret ekonomisinin gelişmesinde, büyük şehirlerin genişlemesinde bir devrime tanık olunuyor; ziraî verimlilikle de yeşil bir devrim ortaya konuyordu ki böylesi bir devrimi Avrupa ancak 20. yüzyılda yakalayabilecektir. O ülkenin teknikleri, fikirleri ve kurumlarından pek çoğu, Avrupa sahillerine de ulaştı ve böylece modern kapitalizmin doğmasına yardım etti. Eğer Çin’in katkısı olmasaydı, Britanya’nın Sanayi Devrimi mümkün olmazdı. Benzerî bir katkıyı büyük Müslüman devletlerin yaptığını da unutmamak gerekir.

Prof. Dr. John M. Hobson, İslam Medeniyeti’nin insanlığa katkısını da şöyle anlatır: “900’lü yıllarda Ortadoğu ile Kuzey Afrika, o dönemde medeniyetin beşiğiydi. Buralar sadece dünyanın en ileri bölgeleri olmakla kalmamış, aynı zamanda müthiş bir ekonomik büyüme de göstermişlerdi. Müslüman ekonomisinin bu gelişiminin sebeplerini araştıracak olursak, şu cevaplara ulaşırız: Öncelikle buralar, şehirleri büyüyen ve iş adamlarının uzun mesafeli dünya ticaretine giriştikleri bir barış bölgesiydi. Dahası, Müslüman sermayedarlar sadece tüccar değil, aynı zamanda azamî kâr maksadıyla o çağın dünyası içinde ticaret, yatırım ve bir tür borsacılık yapan rasyonel yatırımcılardı. Üçüncü olarak, bir ölçüde güvene bağlı olsa da bankacılık, kredicilik gibi esasları da içine alan rasyonel bir kurumlar sistemi de doğmuştu. Dördüncü olarak, İslam âleminde 800 yılından itibaren bilimsel düşünce hızlı bir şekilde gelişiyordu. Beşinci olarak da İslam, dünya çapında ekonomik faaliyeti harekete geçirmek için son derece önemli bir rol oynuyordu. Onun için de Protestan Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu yerine, aslında Müslüman Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu’nun yazılması gerekirdi. Böylece de neden sadece İslam’ın önemli iktisadî gelişmelere refakat edebilecek bir nitelik taşıdığı ve neden Avrupa’nın savaşçı durgunluğunun esiri olarak kalacağı kesin bir şekilde ispatlanmış olurdu. O zaman bizler de, o dönemde yaşamış Said el-Endülüsî’nin söylediği, daha sonra da İbn Haldun’un aynen dile getirdiği ‘Avrupa’nın ılıman-soğuk bir bölgede bulunması, orada oturan kavimlerin cahil olduklarını, bilimsel meraktan nasip almadıklarını ve hep geri kalacaklarını gösteriyordu’ şeklindeki sözlerin altına imzamızı rahatlıkla atabilirdik”.