๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Diğer Yazılar => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 16 Ağustos 2012, 15:40:59



Konu Başlığı: Abdurrahim Karakoç
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 16 Ağustos 2012, 15:40:59
İdeallerine hudut çekmeyen bir şair: Abdurrahim Karakoç
Yakup ÖZTÜRK • 89. Sayı / DİĞER YAZILAR


Cumhuriyet devri Türk şiirinin serüvenine bakanlar, Abdurrahim Karakoç’un ortaya koyduğu şiirin, son 60 yıldır Türk şiirinin merkezinden uzak olduğunu göreceklerdir. Cumhuriyet’in erken dönemlerinde, onun öncesi olan Meşrutiyet ve Millî Mücadele yıllarında ortaya konulan Türk şiiri, Anadolu’ya doğru yapılan yolculuklardan arta kalıyordu. Hatta, bu yıllarda edebiyat ürünleri merkezin güdümünden çıkıp Anadolu’nun etrafında şekil alıyordu. Köy hayatı, kırsal meseleler, taşra insanının günlük meşgalesi, siyaset ve taşra ilişkisi, ezilen-güçlü çatışması Türk şiirinin 1950’li yıllara kadarki malzemesiydi. Elbette bu yıllardan sonra da birkaç şair Anadolu’yu şiirlerinde söz konusu ettiler fakat bunlar münferit bir çabadan öteye gidemedi. Abdurrahim Karakoç’un şiirle meşgul olduğu yılların omurgasını bu birkaç şairle aynı dönem oluşturmasına rağmen, onu değerli ve okunabilir kılan birtakım sâikler vardı. Kuşkusuz en başta insanı ve kaderi sanatının merkezine alması Karakoç’u ayrıcalıklı kıldı. Bunun yanı sıra Türkiye toplumunun ve siyasetinin dönüşüm noktalarına temas etmesi onun şiirine olan rağbeti artırdı. Sözgelimi, 1970’lerden sonra ortaya çıkan siyasal İslam, İslam’ın dünyadaki serencamı, “muhalefete düşen” İslam’ın tutunma ve diriliş arzusu Karakoç’un şiirlerinde kendisine yer buldu. Milyonlar tarafından benimsenen ve toplumun hem farklı ırklarında hem de dinî kesimlerinde temsil hakkı bulan “Mihriban” şiiri onun ilk açılma evresiydi. Bunun dışında “Hak Yol İslam Yazacağız” şiiri az önce bahsettiğimiz İslamcılık cereyanının bayraktarlığını yapan bir şiir oldu. Dönemin milliyetçi-muhafazakâr dergilerinde, -Töre, Serdengeçti, Yenisey bunlardan bazılarıdır- şiirleri yayımlanmıştı.

Kısa bir Karakoç biyografisi
Türk şiirine klasik Osmanlı şiirinden bu yana onlarca saygın şair kazandıran Maraş toprağında 7 Nisan 1932 tarihinde dünyaya gelen Abdurrahim Karakoç, ilk şiir terbiyesini dedesinden ve babasından almıştı. Beş çocuklu bir ailenin ikinci çocuğuydu. Kardeşlerinin hepsi şairdir. En tanınmışları Bahaettin Karakoç. (Sezai Karakoç’la aynı aileye mensup değildir.) Çocukluk yılları babasının kütüphanesinden devşirdiği eserleri okumakla geçti. Tabiatla iç içe geçen çocukluğunun izlerini bütün şiirlerine yansıtmıştı. Birtakım şiir taslakları hazırlamasına rağmen erken yaşlarında bunları kamuoyuna sunmayan Karakoç’un ilk nitelikli ve tanınmasını sağlayan şiirleri Hasan’a Mektuplar olmuştu. 1958’den itibaren yazdığı bu şiirler, pek çok şiir kitabına nasip olmayacak bir biçimde onun üzerinde baskı yapmıştı. 1953’te askerlik vazifesinden döndükten sonra bir dönem rençberlik yapan Karakoç, 1958’de köyünde kurulan belediyenin mes’ul musahipliği imtihanını kazanarak memur oldu. Yaklaşık yirmi yıl memuriyetlerde bulunan şair, 1981’de tekaüte ayrıldıktan sonra aktif siyasetle ve fıkra muharrirliği ile hayatını sürdürdü. Siyasetle olan münasebeti uzun süreli olmayan Karakoç’un siyasete girme eylemine karşılık yaptığı yorum ilginçti. O, Allah rızası için siyasete girdiğini, Allah rızası için siyaseti bıraktığını ifade ediyordu. MHP’de siyasete başlamış, Muhsin Yazıcıoğlu’nun Büyük Birlik Partisi’ni kurmasından sonra Alperenlere katılmıştı. Kısa süren aktif siyaset hayatı bu iki partiyle sınırlıydı.

Türkiye siyasetinin türlü açmazlarına ve darbelere tanıklık eden Karakoç, Nef’i’nin Siham-ı Kazası’nca hiciv şiirleri kaleme aldı. 27 Mayıs darbesi yıllarında bu şiirlerinden dolayı hakkında onlarca dava açıldı. Kendisine bir avukat tutmayacak kadar bendine güvenen Karakoç, bu davaların hepsinden beraat etti.

Şiir kitaplarından bazıları, Hasan'a Mektuplar, Akıl Karaya Vurdu, Eli Kulakta, Vur Emri, Kan Yazısı, Suları Islatamadım, Beşinci Mevsim, Dosta Doğru, Akıl Karaya Vurdu, Yasaklı Rüyalar, Gökçekimi, Gerdanlık I-II, Yağmur Yerden Yağar, Anadolu'da Bahar. Üç çocuğu olan Karakoç 1984’ten bu yana Ankara’da ikamet ediyordu. Akit gazetesinde yıllardır köşe yazıları yazan Karakoç’un bu yazıların bir verimi olarak yayımladığı şiirleri Gerdanlık başlığı altında toplanmıştı.

Karakoç şiirinin farkı
Türk şiirinde âşıklık tarzı şiir başlığı altında değerlendirmemiz mümkün olan Abdurrahim Karakoç, güçlü bir damar üzerine şiirini inşa etmişti. Karacoğlan, Erzurumlu Emrah, Kayıkçı Kul Mustafa, Pir Sultan Abdal, Âşık Veysel gibi halk şiirinin pirleri kabul edebileceğimiz şairlerin bıraktığı yerden şiiri alan ve en az onlar kadar toplumun gündemine -türküleri dışarıda tutarsak- hece şiirini sokan isimdi. Karakoç’u bu isimlerden ayıran ise sadece insanı söz konusu ediyor olması değil, şiirine kaderi ve itikadı da alıyor olmasından kaynaklanıyor. Kendisini tarif ederken söylediği şu mısralar meseleyi daha vuzuh bir hâle getirir: “İman kaynağımdır, tevhid havuzum/ İslam’ın dışında arama beni/ Muhammed’ül Emin tek kılavuzum/ Putların peşinde arama beni.”

Şiiri tarif ederken de “Şiir, eğer, yasakçı ozon tabakasını delip metafizik âleme götürüyorsa okuyucusunu; dar kalıpların sıkıcı atmosferinden kurtarıyorsa makbuldür” diyor. Hasan’a Mektuplar başlığı altında yayımladığı şiirleri bu doğrultuda kaleme almıştı. Bir babanın, gurbete okumak için giden bir oğlunun mektup yazdırması, bir zaman sonra da bu mektuplarına cevap almasının hikâyesiydi bu şiirler. “Mektup yazdım Hasan’a ha Hasan’a ha sana” mısrasıyla zihinlerde yer eden bu şiir, baştan ayağa politik hiciv şiiri. Toplumun politikanın güdümünde değişmesi, yeni ve karmakarışık bir insan tipini ortaya çıkarması üzerine kurulu olan Hasan’a Mektuplar’da Anadolu insanının çözülme karşısındaki aczini de okuruz. Hasan’a Mektuplar’ın birinci kısmıyla Hasan’dan Gelen Mektuplar’ın birinci kısmına yer vermeye çalışacağız.

Hasan’a Mektuplar, Hasan’dan Gelen Mektuplar
Anadolu’nun bir kırsalında, gurbette olan oğluna gönderilmesi için bir başka oğluna mektup yazdıran bir babanın dilinden dökülen mısralardır bunlar. Şiirin ilk kısmında gurbete giden oğlunun epey zamandır sıladan ayrı olduğunu sıladaki değişikliklerden anlarız. İtlerin çoğu ölmüş, öküzler ayrık gezmeye başlamıştı. Bir köy yerinde köpeklerin ortadan kalkması, öküzlerin bile başıboşluk yapması okuru bir nizamın kalmadığı ortama hazırlamak için söylenmekteydi. Oğul gurbete giderken doğan sıpaların “Torunlu morunlu eşek” olması da ilgi çekici bir yorum. Şairin, insana dair kavramları hayvanlar için kullanması yoruma açık bir ifade tercihi. Sağır İbiş’in köye çoban olması, yağcılıktan insanların yüklerini tutması aşiretin yüzünü güldürse de marazi bir duruma işaret ediyor. İbibiklerin damlara yuva yaptığı köyde ağır ve pis bir koku yayılmıştı. Bu kokunun verdiği rahatsızlığı göstermek için Karakoç’un kullandığı “Pis kokudan balta kesmez havayı” mısraı durumun vehametini gösteriyor. Dördüncü dörtlüğün sonunda eski bir davadan bahseden babanın tevekkülü ve Allah’a olan itikadı okunuyor. “Sorarsa şo bizim eski dâvayı/ Can çıkmasın, kıyamete kaldı de” mısralarında ancak ve ancak inananların Ahiret’te de bir hesap olduğunu bilmeleri hatırlatılıyor. Bu inanç, kırsalda yaşayan ve tabiat vasıtasıyla Allah’ın hikmetine daha yakın olan insanın durumu. Kent ve modern hayat buna pek izin vermez. Karakoç’un şiirlerinde kırsalı tercih etmesinin bir gerekçesi de bu rabıtayı kurmaktan gelmesi muhtemel. Şiirin devamında biraz daha “azan” dünkü sineklerden, yular bırakmayıp koparan ineklerden bahsediliyor. Solaklar’ın katırı bir kırık yemden ötürü düşmanlarının davulunu çalmış. Fukaralığın bel büktüğü, oğula gönderilecek bir harçlığın bile olmadığı mektupta yerini almış. Bozuk terazilerden zengin olanlar, türeyen haşerattan, kavaklara kaplumbağa tünediğinden bahseder baba. Velhasıl köyde nizam altüst olmuş.

Abdurrahim Karakoç’un alegoriden beslenerek bir ince eleştiri yönelttiği bir toplum şiiri Hasan’a Mektuplar. Hasan’dan Gelen Mektuplar’ın birinci kısmında da hayatından memnun bir oğul yok aslında. Ne yapsa eyvallah, ne dese hay hay diyen bir nesilden bahsediyor Hasan. Abdurrahim Karakoç, mekânın iki uç noktasındaki yani hem kırsalda hem de kentte yaşayan insanları konuşturarak bir Türkiye fotoğrafı çekti, bunda da başarılı oldu. Estetik ve kapalı bir dille kaleme alınan şiirlerin halka ulaşmayacağını iddia eden anlayışı kırdı Karakoç, bu şiiriyle.


Yrd. Doç. Dr. Betül Coşkun: Karakoç bir aynanın iki yüzü gibiydi
Şairler şehri Kahramanmaraş'ın yetiştirdiği Abdurrahim Karakoç'u değerlendirirken bir şiirinde belirttiği gibi "aynanın iki yüzü"nü de dikkate almak gerektiğini düşündüm. O, hem edebiyat tarihimize hem de düşünce tarihimize iki yönlü katkıda bulunan değerli bir şahsiyettir. Onun birinci katkısı; bir entelektüel olarak Türkiye'de geçirdiği sancılı dönemlerde tavizsiz duruşu, dürüstlüğü, cesareti ve inancı ile örnek teşkil etmesi, tenkitten kaçınmamasıdır. İkinci katkısı ise, şairliği ile Türk şiirinin yeniden yeşermesindeki rolüdür. Estetik değeri yüksek şiirlerin halk tarafından idrak edilemeyeceğine dair yaygın kanaate verilmiş en güzel cevaptır Karakoç’un şiirleri. O, şiirlerinde çağı geleneklerimiz çerçevesinde yeniden yorumlamasıyla da ayrıca dikkate değer. Velhasıl o, Anadolu'nun gönlünden çıkan bir sestir.


Yazar Ercan Yıldırım: Karakoç halk şairi kategorisi içine sıkıştırılmamalı
Bugün kitleleri peşinden sürükleyen bir şair, edebiyat adamı var mı? Muhtemelen bu sorunun karşısında günümüz edebiyatçıları, “edebiyat kitleleri niçin peşinden sürüklesin ki” diyecektir. Ya da ancak çok satan kitapların bu vazifeyi yerine getirdiğini…

“Kör dünyanın göbeğine / Hak yol İslam yazacağız” ile başlayan şiir, dönemi itibariyle sloganlaştığı için siyasal bir propaganda malzemesi zannedilebilir ama esasında bir şiirdir. Samimi ve sahici biçimde Türkiye’de İslam’ın etkin kılınmasını istemesi bir tarafa, bunu belirtmesi önemlidir. Belki daha ehemmiyetlisi, bu amaç uğruna hareket geçmiş bir zümreden bahseder. Bu sanatın görevi midir?

Abdurrahim Karakoç için söylenebilecekler arasında onun “halk şairi” olduğu gelir. Türkiye’de İslami dönüşüm talebinde bulunmak ile halk şairliği nitelemesinin bir arada bulunması küçük görülecek bir şey olmamalı. Karakoç’un şiirleri umumiyetle siyasaldır. Aynı zamanda da toplumsal. Abdurrahim Karakoç siyasal ve toplumsal şiirlerini daha çok önemser. Gazete yazarlığı ve doğrudan siyaset ile ilgisi hem milletin içinden gelmesiyle ilgili hem de millete dönüşü esas almasıyla.

“Gitmişti makama arz-ı hal için / Bey dedi, yutkundu, eğdi başını. // Bir azar yedi ki oldu o biçim / Şey dedi, yutkundu, eğdi başını // Yürüdü, kör topal, çıktı şehirden, / Ağzına küfürler doldu zehirden / Salladı dilini… vazgeçti birden / Oy dedi, yutkundu, eğdi başını.” Türkiye’de sistemin işleyişi, milletin konumu, Cumhuriyet tarihi boyunca hep sineye çekişi… Bunlar bir tarafa söyleyişteki incelik ve hecenin kullanımı bakımından da Karakoç halk şairi kategorisi içine sıkıştırılmamalı.

İyi şair olmanın ölçütü Eliot ile başlayan cümleler kurmak mı olmalı? Karakoç bir amaç, ideal peşinde doğru bildiğini söylemekten geri durmadı. Mihriban şairi olarak anılmasından rahatsızdı. Aşk şairi, şarkı sözü yazarı tarzında hatırlanmak istemiyordu. Muhtemelen, aşk, hayat, siyaset arasında ayrımlara da vize vermek istemiyordu. Davasına aşk ile bağlı olduğundan ömrünün sonuna kadar ideallerine hudut çekmeyi düşünmedi.


Araştırmacı Yazar Hakkı Öznur: Karakoç yalnızca şair değil, aynı zamanda bir dava adamıydı…
Abdurrahim Karakoç büyük bir halk şairiydi. Bununla birlikte aynı zamanda büyük bir dava adamıydı. 80 yıllık hayatı boyunca Kur’an ve sünnet çizgisinde bir hayat sürdü. Peygamber davasının davacısıydı. Bütün hayatı boyunca milletinin inançlarını ve değerlerini, mukaddesatını savundu. Her zaman zulmedenlerle zalimlerle mücadele etti. Zulme asla rıza göstermedi.

Karakoç içerisinde bulunduğumuz çağın büyük bir şairiydi. Şayet Abdurrahim Karakoç karşı cephede olsaydı Nobel’e aday gösterilirdi. Gerek medya gerekse sözde aydınlar Karakoç üstadı yok saymaya çalıştılar. Ancak bu çabalar onu medyada ön plana çıkarmama hususunda başarılı bir netice vermiş olsa bile Karakoç’un asıl derdi olan halk, onu gönüllerinde hep ön planda tutuyordu. Yalnızca “aşk kâğıda yazılmıyor” mısraı bile Türk edebiyat tarihinde ölümsüzleşmiştir.

Üstadın bundan 40 yıl önce yazdığı Mihriban şiiri bugün milyonların dilinde türkü olmuştur. Mihriban gibi bir şiiri ancak bu topraklarda yetişmiş, bu toprakların havasını solumuş suyunu içmiş Abdürrahim Karakoç gibi bir yiğit şair yazabilirdi. 1970’lerde “Hak yol İslam yazacağız” diye haykıran yine Abdürrahim Karakoç ağabeydi.

Abdürrahim Karakoç ağabeyi gençlik yıllarımızda “Vur Emri” eseriyle tanıdık. Bu eser bizim jenerasyonun ilham kaynağıydı. Ama şunu söylememiz gerekiyor: Abdürrahim Karakoç bir nesli etkiledi. Ama yalnızca bir nesli etkilemekle kalmadı, bugün de mukaddesatçı hemen herkesin dilinde merhum Karakoç ağabeyin şiirleri dolanıyor.

Karakoç hayatı boyunca hakkın yanında, milletinin yanında oldu. Darbecilere cuntacılara karşı çıktı. 12 Eylül’de, 28 Şubat’ta e-muhtıra döneminde ilkeli bir duruş sergiledi. Karakoç aynı zamanda istikamet sahibi, vakar sahibi çok iyi bir Müslümandı. İnançlarından ve değerlerinden kesinlikle taviz vermedi.

Abdürrahim ağabeyin öfkesi vardı. Ama bu öfke mü’minlere karşı değil zalimlere ve küfre karşıydı. Milletin değerlerine saldıranlara karşı kalemini adeta bir kılıç gibi kullanıyordu. Öfkesi milletin zalimlere duymuş olduğu öfkeyi temsil ediyordu. Nizam-ı Âlem ve İlay-ı Kelimetullah davasının sevdalısıydı.  Gerçek bir alperendi. Türkiye’nin en kaotik dönemlerinde bile Abdürrahim Karakoç ağabey küfre meydan okuyordu. Bu tavrı zaten şiirlerinde de görebiliriz. Abdürrahim ağabey Hakk’a yürüdü. Şimdi sevdiklerinin, dava arkadaşlarının ve inşallah Rasulullah’ın (s.a.v) yanında. Sonsuzluğun sahibinin izinden giden kıymetli dava arkadaşının yanında “Hak yol İslam yazacağız” diyen bir şairi ne milletimiz ne de ümmet-i Muhammed unutmayacaktır. Gelecek nesiller de onu daima yaşatacaktır. Ruhu şad olsun…