๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Diğer Yazılar => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 29 Eylül 2011, 16:10:48



Konu Başlığı: Yusuf Kaplan'la röportaj
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 29 Eylül 2011, 16:10:48
YUSUF KAPLAN’LA RÖPORTAJ; ÇOCUKLARIMIZI MEDYAYA KAPTIRIYORUZ

Ekim 2009 49.SAYI

“Medya bizim için, çocuklarımız için, bütün toplumlar ve insanlık için değerli olan her şeyi değersizleştiriyor, bütün değerleri yerle bir ediyor” diyen iletişim bilimci Yusuf Kaplan, bütün bir medya ve kültür endüstrisinin tam bir kültürel sömürgecilik misyonerliği yaptığına dikkat çekiyor. “Biz aileler olarak bu seküler misyonerler karşısında bütün direnç noktalarımızı kaybetmek üzereyiz” şeklinde çok hayati bir uyarıda bulunan Yusuf Kaplan’la medyanın çocuklar ve gençlere neler ettiğini konuştuk. 

Giyim tarzından, dinlediği müziğe, davranış biçimlerinden alışkanlıklarına kadar kişiliklerine nüfuz eden medyanın gençlerin hayatında artık ebeveynlerden daha etkili rol oynadığını söyleyebilir miyiz?

Üçüncü Sanayi Devrimi olarak adlandırılan medya çağı’nda yaşadığımız için medyanın çocukların ve gençlerin hayatında aileden daha belirleyici rol oynamaya başladığını söyleyebiliriz. Kaldı ki, medya sadece çocukların ve gençlerin hayatında daha belirleyici roller oynamakla kalmıyor; yetişkinlerin, ailelerin ve bir bütün olarak siyasi, kültürel ve sosyal hayatın belirlenmesinde de daha belirgin ve daha belirleyici roller oynuyor. Yani sadece çocuklar ve gençler değil, bütün bir hayat medya kuşatması altında.

Bu anlamda medya gençlerin hayata ve topluma bakışını nasıl etkiliyor?

İçinde yaşadığımız çağ, medya çağı olduğu için, medyanın hayatımızın her alanını kuşatma altına alması kaçınılmazlaşmıştır. Medya çağı, postmodern söylemlerin ve duyarlıkların hakim olduğu bir çağ. Medya, özellikle de yazılı medya, modernlikle birlikte ortaya çıktı. Gazetenin ortaya çıktığı ve yaygınlaştığı yaklaşık iki asır önceki çağda, gazete, Batı’da yeni bir ulus inşasında belirleyici bir rol oynamaya başlamıştı. O yüzden o çağın önde gelen düşünürlerinden Hegel, “gazete, modern insanın sabah ibadeti haline geldi” demişti.

Peki, modern çağda gazete, modern insanın sabah ibadeti işlevini görüyor idiyse, günümüzde medya kuşatmasının yaşandığını söylediğiniz çağımızda medya nasıl bir işlev görüyor öyleyse?

Dün gazetenin gördüğü işlevi, 20. yüzyılın başında sinema görmeye başlamıştı. O yüzden film teorisyenleri, sinemanın 20. yüzyılın katedralleri olduğunu söylemişlerdi. Günümüzde, sinemaya ilaveten müzikholler, futbol sahaları, büyük süpermarketler, televizyon ekranları, eğlence merkezleri, günümüzün tapınakları haline dönüşmüş durumdadır. Kısacası kültür endüstrisi, içinde yaşadığımız çağı ikonlarını, idollerini, starlarını tanrısal figürler olarak takdim eder olmuştur. Bu çağ, artık yeni-paganizm olarak adlandırdığım bir fenomenin her şeye hakim olmaya başladığı, din-dışı kutsallıklar ürettiği bir çağ artık. Saint-Simon, sanayi devriminin mimarları mühendislerini, sanayi devrimi çağının papazları olarak adlandırmıştı. Biz de, çağımızın mimarları medyacıları, çağımızın papazları, medyaları da çağımızın seküler kiliseleri olarak adlandırabiliriz.

Bütün bunların gençler ve çocuklar üzerinde ne tür etkileri oluyor acaba?

Gençlerin ve çocukların hayatlarını artık aile de, okul da şekillendirmiyor. Doğrudan medya şekillendiriyor. O yüzden çağımıza yeni sömürgeciliğin hakim olduğu, medyaların zihinlerimizin, hayal dünyalarımızın efendileri konumuna yerleştiği, yani araçların hayatımızı şekillendirdiği bir çağ olarak bakmak ve araçlar demek olan medyalarla nasıl başa çıkacağımız üzerinde kafa patlatmak zorundayız. Şunu artık göz ardı edemeyiz: Medyanın dilinin ve medyanın taşıdığı imgelerin ve mesajların da küreselleşmesiyle birlikte, çocuklarımızı medyaya kaptırdığımız yakıcı gerçeğiyle yüzleşmek ve çocuklarımızı medyanın kontrol ve kolonize etmesinden, bizden koparmasından nasıl kurtarabileceğimiz meselesi üzerinde kafa yormak zorundayız.

Medya bir yandan küreselleşme sürecini hızlandırırken, öte yandan küreselleşme süreci, bütün dünyaya hızla seküler Batı kültürün popüler, yoz ve çözücü imgelerini, değerlerini, ikonlarını, putlarını yayıyor. Ve çocuklarımız, üzerimize sel gibi gelen bu medyatik saldırıya karşı son derece hazırlıksız ve savunmasızlar.
Peki, medyanın kurgulayıp dayattığı “değer”ler ile toplumun mayasını belirleyen dini ve moral değerlerin çatıştığı noktada nasıl bir çıkış yolu bulunabilir?

Medya, aslında yeni değerler, yabancı değerler empoze etmiyor; bütün değerleri, bizim için, çocuklarımız için, bütün toplumlar ve insanlık için değerli olan her şeyi değersizleştiriyor, bütün değerleri yerle bir ediyor. Üretilen yapay, kurmaca ama ayartıcı, baştan çıkarıcı imgelerle, hayattan, kültürel dinamiklerimizden koparıcı hayali dünyalarla, çocuklarımızın bilinçaltı dünyasını delik deşik ediyor. Çocuklarımızı ekranın, internetin karşısına kilitleyerek, hayattan uzaklaştırıyor; ayartıcı, çoklukla da şiddet ve cinsellik yüklü ışıltılı, göz boyayıcı hayali dünyalara, medyatik starların, ikonların hayali ve baştan çıkarıcı ama sığ, bayağı dünyalarına hapsediyor. Çocuklarımız, böylelikle hem hayata, hem kendilerine, hem kendi kültürlerine yabancılaşıyorlar. Hayali ve kırılgan, uçucu, gelip geçici ama albenili, cezbedici içi boş, ışıltılı dünyalara hapsolmakla, aslında şizofren kişiliklere dönüşüyorlar: Kendi ailelerinin, ülkelerinin, kültürlerinin değerleriyle medyanın yabancı kültürleri dayatan ayartıcı ve hayali değerleri arasında bocalıyorlar. İşin en kötüsü de, medyanın hayali olarak ürettiği imgeler, değerler ve ikonlar, son derece cazip ve ayartıcı bir dille sunulduğu için, kendilerini bu hayali değerlerin dünyasına daha yakın hissetmeye başlıyorlar. Yani bütün bir medya ve kültür endüstrisi, tam bir kültürel sömürgecilik misyonerliği yapıyor ve biz aileler olarak bu seküler misyonerler karşısında bütün direnç noktalarımızı kaybetmek üzereyiz.

Evlerin merkezine televizyonun konulması aile içi iletişime ciddi bir darbe vurmuştu. Şimdi neredeyse aile fertlerinin her birinin ayrı bir tv’si var. Buna bir de bilgisayar eklendi. İletişim sağlaması gereken bu araçların iletişimi yok etmesi bu araçların doğasına aykırı değil mi? Sizce problem nerede?

İletişim çağında yaşıyoruz ama iletişimsizliğin en fazla yaşandığı bir çağda yaşadığımızı da bilmiyoruz. İletişim araçlarının doğası, sanıldığı gibi iletişimi sağlamak değildir; bütün sahici, doğrudan iletişim kanallarını yok etmektir. İletişim araçları diyalojik değil, monolojiktir. Yani her şey bize başkaları tarafından dayatılıyor adeta. Çağın en büyük silahı medyadır. O yüzden çağımızın en büyük düşünürlerinden Heidegger, “kamera, izleyiciye yöneltilmiş bir silahtır” demişti. Kamera, aslında iletişim aracı gibi görünüyor ama iletişimi öldüren, iletişim olgusunu ortadan kaldıran bir araçtır. Problem, medya çağının kendisinde, iletişim araçlarının doğasında gizli aslında. 

Ben merkezli bir hayatı meşrulaştıran medya, gençlere bu amaç uğruna yapılan her şeyin mübah olacağı yolunda mesajlar veriyor ve gençler uçlardaki yaşam biçimlerine savruluyor. Bu yaklaşımın sonuçlarını da ebeveynlerini öldüren gençlerin cinayet haberleri olarak okuyoruz. Bu gidişi tersine çevirmek için “tüketen” medyaya karşılık “üreten” bir medya alternatifi oluşturulamaz mı?

Oluşturulabilir ama bunun yolu, mevcut medyaları ve dilini dönüştürmekten geçiyor. Bu da çok uzun ve köklü hazırlıkları gerektiren bir iş. Mevcut medyalar, Batılı normların ürünü olan form’lardır. Biz bu form’ları, bu araçları ancak kendi normlarımız doğrultusunda dönüştürebiliriz, yeniden re-forme edebiliriz, yeniden-şekillendirebiliriz. Ama eğer bugün olduğu gibi, kendi normlarımızla ilişkilerimiz sakatsa, ortaya çıkan şeyin deformasyon olmasını önleyemeyiz. Her şeyin deforme ve dejenere olduğu kakafonik bir ortama mahkum oluruz bugün olduğu gibi.

Dindarların medyayla ilişkisine nasıl bakıyorsunuz? Bir yandan medyanın getirdiği olumsuzlukları şiddetle eleştirirken öte yandan eleştirdikleri şeylerin alıcısı olmaya devam ediyorlar. Bu çelişkiyi nasıl açıklıyorsunuz?

Bu çelişki, insanların, ailelerin ne kadar çaresiz, savunmasız ve hazırlıksız olduklarının bir göstergesidir. Bu çelişkiyi aşabilmenin yolu, önce ne yapıp edip kendi medyalarımız hayata geçirmek, sonra da orta ve uzun vadede bu medyaları kendi normlarımız doğrultusunda dönüştürmektir. Sinemada dünya genelinde bu konuda çok büyük mesafe katedildi. Latin Amerikalılar, Afrikalılar, Çinliler, İranlılar, sinemayı kendi kültürel kodları ve normları doğrultusunda dönüştürmeyi başardılar. Ama Türkiye’de sinemada da, televizyonda da, gazetede de tam anlamıyla sömürgeci bir kafa ve zihniyet hakim: Türk toplumunu tepeden tırnağa kadar, sözüm ona yerli denen programlarla, dizilerle topyekûn dönüştürüyorlar, çözüyorlar. Türkiye’nin en öncelikli sorunu, medyanın Türk toplumunun değerlerine karşı sömürgeci misyonerleri gibi savaş ilan etmesinin önünü kesmektir. Bu mesele, Türkiye’nin birincil öncelik arzeden stratejik meselesidir. Adına Türk medyası denen medya, Türk toplumuna sığ, yoz, üçüncü sınıf seküler değerleri empoze ederek Türk toplumunun kültürel genetik kodlarını ve kimyasını bozmakla meşgul. Türkiye’yi tehdit eden en büyük tehlike budur.

Son dönemlerde gerek RTÜK gerek diğer STK’lar tarafından medya okur yazarlığı adıyla örgün ve yaygın eğitimde birtakım eğitici çalışmalar yapılıyor. Bu çalışmalar hakkında ne düşünüyorsunuz?

Türkiye’deki sömürgeci kafalı medya rejimi ve eğitim sistemi köklü bir değişime tabi tutulmadan medya okur-yazarlığının yapacağı katkılar, geçici ve palyatif olmaktan öteye gitmeyecektir.

Medya okur-yazarlığı bu anlamda seyirci ve okuyucuyu bilinçlendirirken medyanın kendisine çeki düzen vermesini sağlayacak bir çalışmaya da ihtiyaç yok mu sizce?

Var elbette. Ama şunu söylemeden kendimi alıkoyamıyorum: Bugün asıl savaş, her yerde, önce medyada veriliyor; zihinler teslim alınıyor; sonra meydanlara iniliyor, işgaller, bombardımanlar meşrulaştırılmış oluyor. O yüzden medya, nükleer silahlardan da tehlikelidir ve medyada varlık gösteremediğimiz ve medyayı dönüştürecek bir çaba içine giremediğimiz sürece, varlığımızı koruyamayacağımızı hatırlatmak isterim.
Teşekkür ederiz.

ÇOCUKLARIMIZI KAYBEDİYORUZ!

MEDYA HAYATIMIZI BU KADAR KUŞATMIŞKEN HİÇ Mİ ÇIKIŞ YOLU YOK?
Bu medyatik sömürgecilik kuşatmasını yarabilmenin birkaç yolu var… Birincisi, alternatif medyalar geliştirmektir. Kendi kültürümüzü, değerlerimizi yaygınlaştıracak, çocuklarımızın ve gençlerimizin dünyalarına, psikolojilerine uygun, onlara hitap edebilecek alternatif medyaları hayata geçirmek zorundayız… Burada devlete düşen yükümlülükler de var. Ama Türkiye’de devletin kendisi, toplumu, toplumun değerlerini yabancılaştıran, İslami ilkelerden uzaklaştıran son derece tehlikeli bir strateji uyguluyor. O yüzden Türkiye’deki medya rejimi, son derece tehlikeli bir iş ve işlev görüyor. Türk medyası denen medya, kesinlikle Türk medyası değil. Televizyonlarımızın çoğunun bütün program türleri, özellikle de dizileri ve magazin-eğlence türü programları, sanki bu toplumun değerlerini delik deşik etmek üzere planlanmış ve kurgulanmış gibi yayın yapan sömürgeci bir zihniyete sahip. Böyle bir şeyi, sömürgeciler bile yapamazdı. Devlet, reytingi, kar güdüsünü öne çıkaran ticari televizyonculuk anlayışıyla toplumu çözen, kendi geleceğinin altını oyan yabancılaştırıcı, kendi değerlerimizi çözücü ticari televizyonculuk anlayışına müdahale etmiyor. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir şeye izin verilmez. Dünyanın her yerinde ticari televizyonculuk yapan televizyonlar var; ama dünyanın hiçbir ülkesinde kendi ülkesinin değerlerini birer birer dinamitleyen, yok eden televizyonlar yok.

En önemli görev ailelere düşüyor burada. Bu işi evde halletmek gerekiyor. Çocuklarımız gözümüzün önünde İslami değerlerden uzaklaştırıcı seküler, kendi kendini sömürgeleştirici eğitim sistemi ile kaotik, çıkarcı, tüccar medya rejimi arasında çift yönlü bir yaylım ateşiyle karşı karşıyalar; çocuklarımızı kaybediyoruz… Türkiye’nin öncelikli meselesi budur. Çocuklarımızı kurtarmak. Çocuklarımızı İslami değerlere göre yetiştirebileceğimiz medyalar kurmak, eğitim anlayışları ve yöntemleri geliştirmek…

İpek TANIR