๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Diğer Yazılar => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 12 Eylül 2011, 16:44:32



Konu Başlığı: Herşey TV nin içinde artık
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 12 Eylül 2011, 16:44:32
HER ŞEY TV’NİN İÇİNDE ARTIK!

Mayıs 2010 56.SAYI

Televizyon neden hayatımızda bu kadar vazgeçilmez bir hal aldı? Diziler nasıl oldu da bütün toplumsal değerlerimizi allak bullak edebildi? Çok muhafazakar bir toplum olduğumuzu iddia ederken böylesi gayri ahlaki mesajlar veren program ve dizileri neden bu kadar hevesle izler olduk? Tüm bu soruları son dönemlerde yazdığı televizyon eleştirileriyle ve bir nevi dizi okumalarıyla deşifre eden yazar Sema Karabıyık’la konuştuk.

Yeni Şafak gazetesindeki köşenizde daha çok televizyon ve hayatımıza etkileri üzerine yazılarınız dikkat çekiyor. Neden Tv hayatımızda bu kadar etkin ve söz sahibi size göre?

Hayatımızın en ortak noktası televizyon. Sınıf farkı gözetmeyen, ekonomik gücü etkisizleştiren bir mecra. Böyle olunca da sohbetler televizyonda olan bitenler üzerine dönüyor. Tabi televizyon alışkanlık sağlayan, bağımlılık yapan bir şey. Seyrettikçe hiç seyretmemiş hissi uyandırıyor kişide. Tv tek yönlü; konuşuyor, gösteriyor, inandırıyor. İzleyici; dinliyor, bakıyor, inanıyor. Çünkü Tv mantığa değil duygulara hitap ediyor. Haber bültenlerinde de dizilerde de. Müziğin haber bültenlerinde, dizilerde etkin olarak kullanılmasının, haberlerin dramatik bir havada sunulmasının altında da bu sebep yatıyor.

Günümüzde insanlar günlük hayatın stresinden, geriliminden Tv’ye sığınarak kurtuluyor. Tv, onun yerine düşünerek olaylara bakış açısını, ertesi gün neyi konuşacağını, neyi dert edineceğini belirliyor. Böylece ne dışarısı diye bir şey kalıyor ne de kişi gelişmelerin dışında kalıyor. Her şey televizyonun “içinde” artık.

Dizilerdeki “görüntüler” üzerinden bir bardak suda fırtınalar koparmak yerine; dayatılan aşk anlayışının, pompalanan hayat tarzının insanlar üzerinde nasıl bir etki oluşturduğu konusuna odaklanmamız gerektiğini belirtiyorsunuz. Yasaklama, alternatifini üretmekten daha kolay olduğu için mi bu yaklaşımı tercih ediyoruz?

Eleştirinin, karşı çıkışın doğru yerden ve doğru zamanda yapılması gerektiğine inanıyorum. Sadece “görüntü” ya da tek bir dizi üzerinden karşı çıkıldığında yasakçı yaftası yapıştırılıyor hemen. Son zamanlarda birkaç dizi üzerinden koparılıyor fırtına. Halbuki öncesi var. Ve eğer doğru bir karşı çıkış hamlesi yakalanamazsa devamı çok daha felaket olacak.

1990’lardan önce yerli dizi yapımının daha sınırlı olduğu yıllarda yabancı dizilerin hayat tarzımızı değiştirip dönüştürdüğünden yakınırdık. Şimdi aynı şey yabancı formatlı bir yapımın yerli versiyonu üzerinden gerçekleşiyor çoğu kez. Bu açıdan “yerli” yapımların zihinsel kodlarımızı ters yüz etme anlamında daha tehlikeli olduğunu söyleyebilir miyiz?

1990’lardan öncesi tek kanal, TRT zamanları. Yayın saatlerinin çok sınırlı olduğu zamanlar. Haberler iki saat sürerdi, dizinin başlaması rahat gece 10’u bulurdu. Ben hatırlıyorum seyretmek istesek de seyredemezdik, sabah erken kalkmamız gerektiği için. “Onlar” diye seyrederdik seyrettiğimizde de. Amerikalılar böyleymiş şaşkınlığı içinde. Şimdi Ortadoğu’nun bizim yerli dizileri seyrederken yaşadığı şaşkınlık gibiydi. Hikayenin yabancı bir memlekette geçmesi, oyuncuların yabancı olması mesafe koyardı araya. Yerli dizilerde ise mekan Türkiye, oyuncular yerli ama aslında anlatılan hikaye bize yabancı. Hayat tarzımıza, değerlerimize, her şeye yabancı, uzak. Ekran başına geçen herkes böyle hayatlar var mıymış diye seyrediyor. Seyredilen hep “başkasının hayatı”. Bizden görüntüler, bizden oyuncular eşliğinde seyrettiğimiz “başkasının hayatı”, zamanla hayatımızla yer değiştiriyor hiç farkında olmadan.

Yabancı formatlı yapımların yerli versiyonundan ziyade klasik Türk romanlarının uyarlamasının daha tehlikeli olduğunu düşünüyorum ben. Şöyle ki yabancı formatlar uyarlanırken seyirci yabancılık çekmesin diye fazlasıyla yerlileştirilemeye çalışılır hikaye. Roman uyarlamalarında ise tam aksine. Hikayeler günümüze taşınırken seyirci yadırgar anlayışıyla fazlasıyla oynanıyor karakterler ve hikaye üzerinde. 1970’li yıllarda 10-12 bölüm olarak çekilen, yazarın görüş dünyasını yansıtmak için büyük çaba sarf edilen roman uyarlamaları; bugün fazlasıyla yorumlanıyor senaristler tarafından. Burada seyirci yadırgar diye üzerinde oynarken aslında yaptıkları reyting matematiğine uyumlu hale getirmek. Neticede aynı formülle, aynı atmosferde dizileştiriliyor romanlar.

Dizilerin aile yapımızı olumsuz yönde etkilediği söylendiğinde kimileri rahatsızlık veren yapımı değil “aile” yapısını yargılamaya ve sorgulamaya başlıyor. Bu yaklaşımı nasıl değerlendiriyorsunuz?


Uzmanlar, alanında söz sahibi psikologlar, sosyologlar maddi kanıtlarla dizilerin aile yapısını olumsuz etkilediğini söylerken; buna karşı çıkanlar o dizilerde oynayanlar ya da televizyon figürleri. Kendilerinin aile hayatı olmadığı için, olumsuz etkiliyor denen şeyler onların hayatında vakayı adiyeden olduğu için karşı çıkmaları normal. Problem bence uzmanla oyuncuyu aynı kefeye koymak. Yalnız diziler söz konusu olduğunda değil, her türlü konuda yararlı zararlı ayrımını yapmayı işinin ehli kişilere teslim etmek gerekiyor.

Ülkenin sosyal ve toplumsal değişiminde, dönüşümünde dizilerin gizli göndermeleri ne ölçüde etkin oldu?
Diziler popüler kültürün ürünü iken üreticisi haline geldi. Her dizinin vazgeçilmezi gayri meşru çocuklardan sonra sokaklarda “Evliliğe karşıyım ama çocuk doğurabilirim” cümlesini duymaya başladık 18-20 yaşlarındaki genç kızların ağzından. Ahlaksız teklif 12 yaşındaki ilköğretim çocuklarının diline düştü.

Diziler başlangıçta sadece hikaye anlatırdı ekran önündekilere. Özel televizyonlardan sonra magazin programlarının artmasıyla birlikte, magazine malzeme verme yarışına girdiler. Bugün geldiğimiz noktada ise malzeme olmayı reddedip gündem oluşturmayı tercih ediyorlar. Mesela çocuğunun hayatını kurtarmak için ahlaksız teklife evet diyen bir anne aracılığıyla; seyirci “Siz olsaydınız ne yapardınız?” sorusuna muhatap kaldı. Alttan alta “Siz de olsanız aynısını yapardınız, fedakar anne böyle yapar” derken; diğer taraftan da her şeyin ve herkesin bir fiyatı vardır, her şeyi satar her şeyi satın alabilirsiniz düşüncesi kazındı beyinlere. Televizyonun gücü de burada zaten. Mesafeyi yok etmesinde. Roman okurken roman dünyası ne kadar içine çekse de mesafe korunur. Her okuyucu kendince “okur” romanı. Ama televizyon mesafeyi yok ettiği için özdeşleştirme ve empatiyi çok kuvvetli kurduğundan ben de olsam aynısını yapardım dedirtiyor ekran önündekine.

Köşe yazılarınızın yanı sıra bir de romanınız var. Biraz da romanınızdan bahsetsek... “Muamma” neyi dert ediniyor? Nelere işaret ediyor?

Küresel ekonomi başka bir deyişle kapitalizm ve tekrarlanan krizleri, insanların hayatını nasıl etkiliyor konusuna odaklandım romanda. 3 günlük bebekken yetimhanenin bahçesine terk edilen bir kimliksiz olarak kim olduğunun peşine düşen Yiğit. 3 günlük bebekken ismi çalınan ismiyle beraber hayatı elinden alınan, başkasının hayatını yaşamaya mahkum edilen, ekonomik tetikçi olarak yetiştirilen, bir ulusu yok etmenin bütün ekonomik yollarını bilen Berker. Hakimi olmak için büyük çaba sarf ettiği hayatının mahkumu olan Cenan. Hayatının gerçekleriyle yüzleşmekten korkan Cenan’ın hayatının kontrolünü kaybetmesi ile başlıyor hikaye. Üç genç insanın çakışan hayat hikayeleri eşliğinde; para, dünya ve insan hayatında ne kadar etken sorusuna cevap arıyorum. Ekonomik krizlerin çıkmadığını çıkarıldığını, finans sektörünün kan emici bir şekilde insan hayatını yok ettiğini öne sürüyorum. Komplo teorilerinin şekillendirdiği ve damga vurduğu bir çağda yaşıyoruz. Küresel sistem komplo teorilerinden besleniyor. Para kazanma hırsının, daha çoğuna sahip olma hırsının değişen dünya düzeninin küçük hayatlara etkisi. Kısacası komplo teorilerine kurban verilen hayatlar.

Yazıyla bağınız nasıl oluştu?

İşletme fakültesi mezunuyum. Uzun yıllar sermaye piyasalarında çalıştım. Hayatımın muhasebesini yaptığımda karşıma çıkan sonuç, beni çok endişelendirdi. O zaman henüz ismini koyamasam da ben bir ekonomik tetikçiydim. Hayat akışımı değiştirme isteğiyle beraber istifa ettim. Temizlenme, arınma süreci yaşarken kitaplarla haşır neşir olmaya başladım. Okudukça hiçbir şey bilmediğim gerçeğiyle yüzleştim ve daha çok okuma isteği uyandı. Hayata bakışım, algılayışım değişti. Yaşadığım sürecin sonunda yazma isteği oluştu, tabi bunda ablamın yazar olmasının da etkisi büyük. Gençlik romanları yazarak adım attım yazı dünyasına.

Popüler bir yaklaşım yerine “önermesi” olan bir roman yazmak risk değil mi?

Sadece roman yazmak ya da popüler olmak amacında olsaydım risk olarak değerlendirilebilirdi. Ben bir hikaye anlatmak istedim, iyi bildiğim bir hikaye anlatmak. Ekonomi insan hayatında ne kadar etkendir sorusuna cevap arıyorum. İyi ki de yazmışım. Çok güzel geri dönüşler alıyorum. Bir doktora tezine romanımdan dipnot düşüleceğini duymak hem çok şaşırtıcı hem de çok güzeldi.

İpek TANIR