๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Diğer Yazılar => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 22 Kasım 2011, 12:46:25



Konu Başlığı: Edeple Gelen Hayırla Çıkar
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 22 Kasım 2011, 12:46:25
Edeple Gelen Hayırla Çıkar

Mayıs 2008 32.SAYI

Edeple gelen hayırla çıkar

Mihriban teyze bizleri sözle değil, davranışları ile eğitirdi. Mesela ahşap evin merdivenlerinden o kadar yumuşak basarak çıkardı ki, biz yürürken devamlı gıcırdayan tahtalardan hiç ses gelmezdi

Bir medeniyeti ilmek ilmek ören “edep” anlayışımız şimdilerde hayli değişti. İnsanlar daha özgürce, daha bağımsız hareket etmek istedikleri için başkalarının duygu ve düşüncelerine pek aldırış etmiyor, bunu da nezaketsizlik olarak görmüyorlar. Hareketleri bir bakıma disipline eden geleneksel edep anlayışımız yerine, batıdan aktardığımız görgü kuralları daha çok rağbette bugün ve sosyal hayatta da bunlar tatbik ediliyor.

Bugünün telaşlı yaşamında biraz mübalağalı sayılsa bile, büyüklerimizin zamanında kapı çalmaktan misafir karşılamaya, oturuş tarzından hatır sormaya kadar her şeyin, usûl erkan da denilen bir edebi vardı. Bu inceliklere dikkat eden insanlar arasında yetişmiş biri olarak hep talihli sayarım kendimi. Mesela çocukluk hatıralarım arasında ayrı bir yeri olan Mihriban teyzenin sadece anılarımda değil hayatımda da çok önemli bir insan olduğunu belirtmeliyim. O yıllarda kaç yaşında idi bilemiyorum. Bize yaşlı gelirdi ama gönül alıcı sözleri, güler yüzü, kimseyi incitmemeye çalışması onu aranılır bir insan yapmıştı; hep aramızda olsun isterdik.

Bizleri sözle değil, davranışları ile eğitirdi. Mesela ahşap evin merdivenlerinden o kadar yumuşak basarak çıkardı ki, biz yürürken devamlı gıcırdayan tahtalardan hiç ses gelmezdi. “Evin içinde uyuyan veya hasta olabilir, rahatsız edilmesin” düşüncesi ile böyle hareket etmeyi itiyat haline getirmişti.

Sık sık evine giderdik. “Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz” diyerek bizi karşılar, çini soba ile ısınan odasına alırdı. Oturduğumuz sedirin karşısındaki duvarda asılı duran iki tablodan gözümü hiç ayırmazdım. Usta bir hattatın elinden çıktığı ve iyi bir tezhipçinin süslediği belli olan o tablolardaki yazıyı maalesef okuyamazdım. Nihayet bir gün Mihriban teyzeye sordum. “O tablolardan birinde ‘Edep Ya Hû’ diğerinde de ‘Edeple gelen hayırla çıkar’ yazıyor” dedi ve izah etmeye başladı: “Rahmetli babam hattattı. Bu yazılar onun hatırasıdır ve benim için manevi değeri büyüktür. Babam ciddi bir tasavvuf terbiyesi almış, hayatını edep üzerine tanzim etmişti. ‘Edep, gerek sözle, gerek davranışlarla kimseyi incitmeme sanatıdır. Böyle yapan Hakk’ı da razı eder halkı da’ derdi. Her sanatkarda olduğu gibi rahmetli pederimin de hocalarına hürmeti büyüktü. İlk hat hocası ‘Oğlum, sen benden öğreneceğini öğrendin, filan hocaya git, o daha fazla şeyler öğretir’ demiş fakat babam onun sağlığında başka hocaya gitmemiş. Bütün sanatkarlar gibi o da hocası müsaade etmeden hiçbir eserine imza atmamış. Eskiden talebeye benlik gelir diye hocalar hemen imza müsaadesi vermezlermiş.”

“Rahmetli pederim bir yaz günü kız kardeşimle beni Boğaziçi’ne götürmüştü. Vapura binerken insanların nasıl bir nezaketle birbirlerine yol verdiklerini unutamam” sözleriyle güzel anılarını anlatmaya devam eden Mihriban teyze Boğaz tepelerindeki evlerin, birbirlerinin manzarasını ve güneşini kapatmayacak şekilde yapıldığına dikkatimizi çekti. Sonra karşı sahildeki camileri gösterdi. Bazı camiler tek minareli iken bazılarında da birden fazla minare bulunuyordu. Birden fazla minarenin ancak padişah veya hanedan mensuplarının yaptırdıkları camilere konulacağını, sadrazam bile yaptırsa edeben tek minareli olacağını anlattı.

Misafirin ayakkabıları kapıya doğru değil, evin içine doğru çevrilirdi

Mihriban teyze babasına ait hatıralardan sonra, kendi yetiştiği devirdeki görgü kurallarından da bahsetmeye başlamıştı. “İnsanlar o devirde bu kadar telaş içinde değildiler, başkalarına da vakit ayırabiliyorlardı. Komşu, akraba ziyaretleri hiç ihmal edilmezdi. Sokak kapılarında şimdiki gibi zil yoktu. Tokmağı vurarak kapıyı çalardık. Fasılalarla en fazla üç defa tokmak vurulur, eğer açılmazsa geri dönülürdü. Ev sahibi kapıyı açtı ise gelenleri güler yüzle karşılar, misafir odasına alırdı. Misafirin kahvesini evin yardımcısı pişirip getirdi ise bile ev sahibesi kalkar, tepsiyi alır fincanı misafirin önüne eli ile koyardı. Misafirin ayakkabıları, ‘Git de bir daha gelme’ manasını çıkarmasın diye, kapıya doğru değil, evin içine doğru çevrilirdi.

Küçük, büyüğe hatır sormazdı. Büyük sorduğu vakit de, ‘Hürmetler ederim, ellerinizden öperim’ diye cevap verirdi. Toplulukta gizli konuşulmaz eksiklinin yanında o eksikten bahsedilmez, yardımlar gizli yapılırdı. Yardımı yapan bilirdi ki, ona, bunu yapmayı nasip eden Cenab-ı Hakk’tır, bu da şükür gerektirir sadece.

Övünmek de hiç hoş karşılanmazdı. Övünülen vasıfların bu dünya hayatındaki imtihan sualleri olduğunun herkes farkında idi. Zarif insanlar, sülalelerindeki üstün kimselerle övünmezler, sadece örnek alırlardı. Gerçek üstünlüğün de ‘takva’da olduğunun bilincinde idiler. Bu günün telaşlı yaşamında bu kadar teşrifatlı davranmaya kimse vakit bulamıyor, edep ölçüleri de değişti. Fakat gene incitmeyen, kırıcı olmayan, huzur veren, başkalarını da düşünenler var. Hayat kısa. Bıraktığın hoş seda kalıyor sadece geriye. İyiliklerinle, nezaketinle, merhametinle anılmak varken, gönül kırmak akıl işi mi?” İşte böyle konuşurdu Mihriban teyzem, onun yanından ayrılmak bile istemezdik. İçimize koyduğu güzel hislerle bizi yönlendirirdi. Onu rahmet ve minnetle anıyorum.

Haluk Sena ARI