๑۩۞۩๑ Açık Öğretim & İlitam Dunyasi ๑۩۞۩๑ => Ders Notları ve Özetler => Konuyu başlatan: Rüveyha üzerinde 07 Şubat 2017, 22:24:20



Konu Başlığı: S.Ü. FIKIH USULÜ 3. HAFTA ÖZET
Gönderen: Rüveyha üzerinde 07 Şubat 2017, 22:24:20
                             
       S.Ü.  FIKIH USULÜ 3. HAFTA ÖZET
                                                   
SÜNNET VE PEYGAMBERÎ BEYANIN KUR’ÂN-I KERÎM İLE İLİŞKİSİ

Sünnet Kavramı

   Sünnet kelimesi sözlükte “izlenen yol, yöntem, örnek alınan uygulama, örf ve gelenek” gibi anlamlara gelmektedir. Bu anlamda Allah’ın da (c.c.) bir sünneti vardır. Bu anlamda Allah’ın sünnetine sünnetullah adı verilir ki, bunlar O’nun tabiatta geçerli olan, şaşmaz kanunları demektir.
   Fıkıh usulü terimi olarak ise Sünnet; “Hz. Peygamber’in söz, fiil ve tasvipleri(takrirleri)” şeklinde tanımlanır.
   Bu tanım doğrultusunda sünnet İslam geleneğinde hep üçe ayrılarak anlatıla gelmiştir:
· Sözlü sünnet
· Fiilî sünnet
· Takrirî sünnet
   Fiilî sünnet Hz. Peygamber’in (s.a.) her türlü iradeli eylemleridir. Bir hüküm ifade edip etmediğine bakmaksızın ona ait olan her fiil sünnet diye isimlenebilir.
   Takrirî sünnet ise, Hz. Peygamber’in (s.a.) ashabında gördüğü, ama yanlış olduğunu beyan etmediği, susarak bir bakıma onay verdiği şeylerdir.
   Sünnet, Hadis’i de içine alan daha üst bir kavramdır.
   Usulcülere göre sünnet dinî hükümlerin kaynaklarından biridir ve Kur’ân-ı Kerîm’in yanı başındadır.
   Fıkıhçı, usulcünün bu anlayışını kabul etmekle beraber, o sünnet deyince kendi özel alanında farz ya da vacip olmayan hükmü kasteder.
   Kur’ân-ı Kerîm’de de sünnet olan emirler vardır. Bu anlamda sünnet, Şari’in kesin ve bağlayıcı olmayan bir tarzda talep ettiği, yani yapılmasını ille de farz kılmadığı şeylerdir.
   Hadisçisünnet deyince onun ne bir hüküm kaynağı olmasını, ne de farzın ya da vacibin karşılığı olmasını düşünür.
   Aksine, hadisçi için Peygambere ait olan, hatta onun sakalı şeriflerini, şeklini ve şemailini anlatan her bir bilgi bir sünnettir.
   Hadisçi tıpkı tahkikat polisi gibi çalışır.
Sünnetin Mahiyeti ve Vahiy ile İlişkisi
   sünnet Kur’ân-ı Kerîm’den bağımsız bir kaynak değildir. Sadece Kur’ân-ı Kerîmin bir beyanıdır ve ondan bizim anlamadıklarımızın Hz. Peygamber (s.a.) tarafından anlaşılan ve hayata geçirilenleridir
   .Elbette onun vahiy ile irtibatlı olmayan salt beşerî fiilleri de vardır, ama beşere örnek olması bakımından bunlar da anlamlıdır ve onun beşer olma yönünün bir sonucudur. Yani şairin dediği gibi “o bir beşerdir ama sıradan bir beşer değildir”.
Nasıl Hz. Peygamber’in gördüğü halde yanlış olduğunu söylemediği sahabe davranışları takrirî sünnet diye isimleniyorsa, Hz. Peygamber’in Allah’ın müdahale etmediği fiilleri de takrirî vahiydir. Mesela Bedir Savaşında alınan esirleri fidye vermeleri şartıyla affetmiş ama Allah (c.c.) en iyinin bu olmadığını bildirmiştir. Ama bu da doğrulardan bir doğrudur.
   O halde sünnet, otoritesini Kur’ân-ı Kerîm’den alır ve Allah’ın (c.c.) kontrolündedir. Bu özelliğiyle sünnet bir bakıma vahiydir. Bunun için İslam alimlerinin sünnete gayri metlüv vahiy demeleri çok anlamlıdır.
   Metlüv, tilavet edilen, yani okunan demektir. Kur’ân-ı Kerîm’in lafzı da manası da Allah’tan (c.c.) olduğu için ona vahyi metlüv, yani lafızları bizzat Alah tarafından belirlenip, Cebrâil aracılığı ile Peygamber’e okunan, hem de bu orijinali ile okunup ibadet edilen vahiy, sünnete de gayri metlüv vahiy demişlerdir.
Şu halde vahyin de dereceleri vardır. Kur’ân-ı Kerîm birinci derecede ve her bakımdan, lafzı ile ve manası ile vahiydir. Hadisi kutsîler sadece manaları bakımından vahiydirler.
   Vahyin üçüncü sırasında ise Hz. Peygamber’in dinî özellik taşıyan sünneti gelir.
Bütün bunlar gösterir ki, Hz. Peygamber Kur’ân-ı Kerîm dışında da vahiy almakta idi. Ama elbette vahyin en üst derecesinde Kur’ân-ı Kerîm yer almaktadır.


Rivayet Açısından Sünnetin Türleri

Hanefîlere Göre Rivayet Açısından Sünnetin Türleri
Hanefîlere göre, rivayeti bakımından Sünnet üç çeşittir: Mütevâtir Sünnet, Meşhur Sünnet, Âhâd Sünnet.

1. Mütevâtir Sünnet
   Mütevâtir Sünnet, Sahabe topluluğunun rivayet ettiği, daha sonra bu topluluktan Tâbiûn ve Etbâu’t-Tâbiîn devirlerinde de aynı özellikteki toplulukların rivayet ettiği haberdir.
   Tevatürde, yalan üzerine birleşmeleri aklen mümkün olmayacak sayıda topluluk şartı bu üç devir için söz konusudur.
   Kendisiyle tevatürün gerçekleşmiş sayılacağı toplulukta, -bilginlerin tercih ettiği görüşe söre- beş veya on gibi belirli sayı şartı aranmaz.

Mütevâtirin Çeşitleri

Mütevâtir, lâfzî mütevâtir ve manevî mütevâtir olmak üzere iki çeşittir.

Lâfzı mütevâtir, bütün râvilerin rivayetinin gerek lafız gerek manada bir olması halindeki mütevatir haberdir. Mesela Sahabe’den birinin Hz. Peygamber’den “Kim bilerek bana yalan söz isnad ederse, cehennemden yerini hazırlasın” (Buharî, “İlim”, 38; Müslim,
   “Zühd”, 72) hadisini rivayet edip başka sahabînin de aynı lâfızla bu hadisi rivayet etmesi ve böylece râvilerin sayısının tevatür sayısına ulaşması halinde, bu hadis lâfzî mütevâtirdir diyoruz.

Manevî mütevâtir ise, lâfız ve mana bakımından farklılıklar taşımakla beraber, bütün râvilerin rivayetinin ortak bir manada birleşmesi halindeki mütevâtir haberdir. Duâ sırasında ellerin kaldırılması hadisi bu çeşit mütevâtire örnek gösterilebilir. Gerçekten, Hz. Peygamber’in duâ sırasında ellerini kaldırdığına dair yüz kadar hadis rivayet edilmiştir; fakat bunlar değişik olaylarla ilgilidir, değişik şekillerde ve farklı ifadelerle nakledilmiştir.

Mütevâtir Sünnetin Hükmü
   Mütevâtir sünnetin hükmü, Hz. Peygamber’e nispetinin kesin olarak sübûtudur. Buna göre, mütevâtir sünnetle âmel etmek farzdır ve onu inkâr eden kâfir olur. Mütevâtir Sünnetin lâfzı farklı yorumlara açık (delaleti zannî) olmadıkça, bu nevi Sünnetin delâlet ettiği hükümlerde ihtilâfa yer yoktur

2. Meşhur Sünnet

Meşhur Sünnet, Hz. Peygamber’den bir veya iki ya da tevatür sayısına ulaşamamış sayıda sahabî tarafından rivayet edilmişken, Tâbiûn ve Etbâu’t-tabiîn devirlerinde tevatür sayısında râvilerce rivayet edilmiş Sünnet’tir. Meselâ, “Ameller niyetlere göredir, herkes için ancak niyet ettiği şey vardır” hadisi meşhur Sünnet’tir. Çünkü bunu Resûlûllah’tan Hz. Ömer rivayet etmiş, sonra da tevatür sayısındaki râvilerce nakledilmiştir.

Mütevâtir Sünnet ile Meşhur Sünnet Arasındaki Fark

   Mütevâtir sünnet ile meşhur sünnet arasındaki fark, mütevâtir sünnette her üç tabaka râvilerinin tevatür sayısında olmasına karşılık, meşhur sünnette birinci tabaka râvîlerinin tevatür sayısına ulaşmamış olmasıdır. Şu halde, mütevâtir sünnetin, râvilerine nispeti kesin olduğu gibi Hz. Peygamber’e nispeti de kesindir. Meşhur sünnette ise durum farklıdır:
   Bunun, Hz. Peygamber’den rivayette bulunan râviye nispeti kesin olmakla beraber, Hz. Peygamber’e nispeti kesinlik taşımamaktadır.

Meşhur Sünnetin Hükmü

   Meşhur sünnetin hükmü, kesine yakın bir bilgi sağlamasıdır ki buna Hanefîler “ilmu’ttume’nîne” adını vermektedirler.
   Meşhur sünnet ile de Kur’ân’daki“âmm” tahsis ve “mutlak” takyid edilebilir.”Mutlak”ın takyidine şu örnek verilebilir:
   Yüce Allah miras payları ile ilgili ayette “(Bütün bu paylar ölenin) yapmış bulunacağı vasiyel (yerine getirildikken borc(un ifasm)dan sonradır” (en-Nisâ 4/11) buyurmuştur.
Burada “vasiyet” lâfzı mutlaktır, malın belirli bir parçası ile sınırlandırılmış değildir. Fakat, Hz. Peygamber’in “Üçtebir mi? Üçtebir de çok” buyurup üçte birden fazla vasiyetten menettiğine dair meşhur hadisi ile vasiyet “üçtebir” şeklinde sınırlandırılmıştır.
   Âmm”ın tahsisine de şu örnek verilebilir: “Allah, çocuklarınızın miras pay hakkında şöyle davranmanızı istiyor...” (Nisa, 4/11) ayetindeki “çocuklarınız” (evlâd) lâfzı “âmm”dır, bütün çocukları kapsar. Hz. Peygamber’in “Öldüren mirasçı olamaz” (Ebu Davûd, “Diyât”, 18; Darimî, “ Ferâiz”, 41) şeklindeki meşhur hadisi ile murisini öldüren çocuk bu umumun dışında bırakılmış, Kitâb’taki âmm lâfız katil olmayan çocuklar şeklinde tahsis edilmiştir.

3. Âhâd Sünnet

   Âhâd Sünnet, gerek Hz. Peygamber’den rivayet eden râvilerinin, gerekse sonraki tabakadaki râvilerinin
sayısı, tevatür sayısının altında bulunan sünnettir. Sünnet’in büyük çoğunluğu Hz. Peygamber’den âhâd yoluyla nakledilmiştir.

Âhâd Sünnet’in Hükmü

   Âhâd sünnet “ilim” ifade etmez, “zann” ifade eder. Bu yüzden itikadî hükümlerde âhâd habere dayanılmaz.

Hanefilerin Dışındaki Bilginlere Göre Rivayet Açısından Sünetin Türleri

   Hanefilerin dışındaki bilginlere göre rivayeti bakımından sünnet iki çeşittir: Mütevâtir sünnet ve âhâd sünnet. Meşhur sünnet ise, başlı başına bir tür olmayıp âhâd sünnet kabilindendir.
   Çünkü meşhur sünnette ilk tabaka râvileri tevatür sayısına ulaşmamakladır ve bu, esasen âhâd sünnettir. Bu guruptaki bilginler âhâd sünneti “ğarîb” “azîz” ve “müstefîd” şeklinde üç kısma ayırmışlardır.
Garîb, her üç tabakada veya herhangi bir tabakada râvî sayısı tek olan hadistir. Mesela, hadisi bir sahâbî rivayet eder, ondan bir tabiî, ondan da bir tâbi’u’t-tâbiî rivayette bulunur veya hadisi iki sahâbî rivayet eder, ondan bir tabiî ondan ise iki tâbi’u’t-tâbiî nvâyette bulunur...
Azîz, her üç tabakada sadece iki râvî tarafından rivayet edilen veya diğer tabaka yahut tabakalarda ikiden çok olsa bile tabakalardan birinde râvî sayısı iki olan hadistir.
Müstefîd ise, her üç tabakada üç veya daha çok kişi tarafından rivayet edilen hadistir.
Şöyle ki: Hadisin, muhtelif râvîlerden oluşan üç veya daha fazla senedi vardır ve hiçbir tabakada râvî sayısı üçten aşağı düşmemektedir.

ÂHÂD HABERLER (HABER-İ VÂHİD

Âhâd Haber Kavramı

   Sünnet, Hz. Peygamber’den rivayeti, yani bize ulaştırılış şekli bakımından çeşitli kısımlara ayrılmaktadır. “Haberü’l-âhâd” veya “haberü’l-vâhid terimleriyle ifade edilen âhâd sünnet de bunlardan biridir. Arapça’da “vâhid” “bir/tek” demektir
   Hanefî usulcüleri haber-i vâhidi, “bir veya birkaç kişi tarafından nakledilen, şeklen ve manen şüphe taşıyan bir bağlantı ile Hz. Peygamber’e ulaşan haber” diye tanımlamışlardır.
Şekil bakımından şüphe haberin Hz. Peygamber’e ulaşmasının kesin olarak sabit olmamasıdır.
Mana yönünde şüphe ise ümmetin bu haberi yaygın biçimde kabul etmemiş olmasıdır.
   Bu arada Sünnet’in büyük çoğunluğunun Hz. Peygamber’den âhâd yoluyla nakledilmiş bulunduğunu belirtmek gerekir.

Âhâd Haberlerin Bilgi Değeri

   Hanefî, Şafiî ve Mâlikîlerin de içinde bulunduğu usulcülerin çoğunluğuna göre haber-i vahid kesin ve zorunlu bilgi (ilm-i yakîn) ifade etmez, zan (zann-ı gâlip, doğruluk ihtimali baskın bilgi) ifade eder.
Bununla birlikte amelî konularda galip zanna dayanılarak hüküm verilebilir. Usulcülerin “Haber-i vâhid bilgi gerektirmez, amel gerektirir” tarzındaki sözleri ve özellikle Hanefî usulcülerin “Haber-i vâhid bilgi değil amel hakkında muteberdir; çünkü haber-i vâhid galip zan bilgisi gerektirir ve galip zan bilgisi şer’î hükümlerde amelin vâcipliği için yeterlidir” şeklindeki ifadeleri bunu anlatır.
   Bu konuda Ahmed b. Hanbel’den iki rivayet nakledilmektedir: Birincisine göre haber-i vâhid kesin bilgi gerektirmez; ikincisine göre ise karîneli haber-i vâhid bilgi gerektirir. Nazzam, Cuveynî, Gazalî, Fahrettin er-Râzî, Seyfettin el-Âmidî, gibi bazı usulcülerin de karinelerin doğruluğuna delalet ettiği âhâd haberlerin kesin bilgi ifade ettiği görüşünde oldukları belirtilmektedir.
   Karîneli haber, birçok râvinin rivayet edip ümmetin yaygın olarak benimsediği ve râvinin doğruluğuna dair karinelerin bulunduğu haberdir. Bu tanıma göre karîneli haber-i vâhid, büyük ölçüde müstefîz/meşhur haber özelliği göstermektedir.

Âhâd Haberlerle Amel

   Alimler dünyevî işlerde, fetva ve şahitlik konularında âhâd haberlerle amel etmenin caiz olduğu konusunda görüş birliği etmişlerdir. Onlar arasında tartışma konusu olan husus, âhâd haberlerin şer’î-ameli konularda delil olup olmadığıdır. Bir kısım alimler bunu caiz görürken bir kısmı da vacip görmektedir.
   Şer’î deliller Kitap, Sünnet ve icmâdır. Bunlardan çıkarılmış anlam demek olan kıyas da dördüncü delildir. Özellikle Hanefî usûlcüleri tarafından sistemleştirilerek ifade edilen genel hatlarıyla diğer mezheplerin çoğunluğu tarafından da benimsenen anlayışa göre şer’i deliller ‘kesin bilgi gerektiren (mûcib)’, ve ‘bilgi ihtimali bulunan’ veya ‘zıddının doğruluğu da mümkün görülen (mucevviz)’ olmak üzere iki kısma ayrılır.
    Bilgi gerektirmeyen kısma mucevviz denilmesinin sebebi bununla sadece amelin vacip olmasıdır. Kesin bilgi gerektiren şer’î deliller Allah’ın Kitabı, Hz. Peygamber’in ağzından duyulan ve ondan tevatür yoluyla nakledilen haber ve icmâdır. Kesin bilgi gerektirmediği halde ameli gerektiren delillerin başında âhâd haber ve kıyas gelmektedir. Hanefîler, te’vil edilmiş ayet ve tahsis görmüş âmmı da bu kısma dahil etmişlerdir. Bir şey hakkında âhâd haber ve kıyasın gereğine göre hüküm vermek hakikat yönünden değil, galip zan yönündendir.
   Âhâd haberlerle amel etmenin aklen vacip olduğunu ileri süren usûlcülerin gerekçesi ise şudur: Kitap, mütevâtir sünnet ve icmâ gibi kesin delillerin sayısı azdır. Sadece bunlara itibar edilip, âhâd habere itimat edilmediğinde pek çok hükmün çözümsüz kalacaktır.
   Âhâd haberlerle amelin lüzumuna gerekçe gösterilen delillerin başında sahabe icmâ’ı gösterilmektedir.
   Âhâd haberle amelin gerekli olduğuna birçok ayetin de dolaylı olarak delalet ettiği söylenir. Bunlar arasında özellikle, “onların her kesiminden bir grup dinde (dini ilimlerde) geniş bilgi elde etmek ve geri döndüklerinde kavimlerini ikaz etmek üzere geride kalmalıdır.” (Tevbe 9/122) anlamındaki ayet konuyla yakın bağlantılı kabul edilir. Hz. Peygamber’in civar bölgelere idareci, kadı, zekat memuru ve elçi olarak tek kişileri göndermesi de bu konuda delil olarak gösterilir.
   Bu kişiler için ismet (günahsızlık) sözkonusu olmadığına göre, her birinin haberi zannîlik özelliği taşımaktadır.

Âhâd Haberleri Kabul Şartları

   İslam bilginleri ilke olarak âhâd haberlerin hüccet olduğunu, yani şer’i kaynak değeri taşıdığını kabul etmektedirler
   Fıkıh mezhepleri şu durumlarda haber-i vahidin reddedilmesi gerektiği görüşünde birleşirler:
1. Aklın gereğine aykırı olan haber-i vâhid kabul edilmez.
2. Kitap ve mütevâtir sünnetin gereğine aykırı haber-i vâhid kabul edilmez; çünkü bu durum haberin ya neshedildiğini ya da asılsız olduğunu gösterir.
3. İcmâa aykırı olan haber-i vâhid de böyledir. Çünkü böyle bir haber mensuh olmayıp sahih olsaydı, ümmetin aksi yönde icmâ etmesi caiz olmazdı.
4. Herkes tarafından bilinmesi gereken bir şeyi sadece bir kişinin rivayet etmesi veya tevatür şeklinde rivayet edilecek türden bir olayı bir kişinin rivayet etmesi makbul değildir.
   Hanefî usulcüleri haberlerde biri maddî (zahir), diğeri manevî (bâtın) olmak üzere iki çeşit kopukluğun (inkıta) varlığından söz etmişlerdir.

Maddî inkıtâ: Hadisin senedinde görülen kopukluktur. Senetteki ravilerden bir veya birkaç tanesinin düşmesi yoluyla meydana gelir. Buradaki inkıtâ gözle görülen (zahiri) bir kopukluktur. Maddi inkıtâ’ın söz konusu olduğu haberlerin başında mürsel hadisler gelmektedir. Hanefîler, prensip olarak hadislerin senedindeki maddî inkıtaa fazla önem vermemişlerdir.

Manevî inkıta (Anlam kopukluğu): Bu çeşit inkitâda haberin senedinin herhangi bir yerinde kopukluk yoktur.

Burada görülen inkitâ manevidir. Bu da iki şekilde olur:
1) Ravinin durumunda gözüken bir kusurdan dolayı meydana gelen inkıtâ. Mesela, haberin râvisinin mestur, fâsık, çocuk, ma’tûh (bunak), müsâhil ve sâhibü’l-hevâ olması sebebiyle oluşan inkıtâ böyledir.
2) Haber-i vahidin kendisinden daha kuvvetli bir delille çatışma sebebiyle meydana gelen inkıtâ. Manevi inkıtânın bu çeşidi de şu durumlarda söz konusudur.

a) Haberin Kitab’a ve mâ’ruf/meşhur sünnete aykırı olması,
b) Haber-i vâhidin umûmü’l-belvâda şâz olarak varit olması
c) İlk asırda yaşayan kişilerin (sahabenin), aralarında tartıştıkları bir konuyu ilgilendirdiği halde böyle bir haberle ihticac ve amel etmemiş olmaları.
   Hanefîlere göre haberin hükmünün sübûtuna engel olan bu durumlarda haber-i vâhid hükümden düşer ve reddedilir.
   Hanefîler açısından haber-i vahidin Kitab’a ve mâ’ruf sünnete muhalif olması durumunda reddedilmesi, onun kendinden üstün şeyler karşısında düşük ayarlı (müzeyyef) bir konuma düştüğü gerekçesiyledir.
   Hanefîler’in bu yaklaşımı “haber-i vâhidlerin Kitab’a arzı” meselesiyle yakından ilgilidir.
Haber-i vahidin Kitab’a arzı ve Kitaba aykırı olanlarla amel edilmemesi yönünde sahabenin bazı uygulamaları bulunmakla birlikte bu düşünceyi sistemleştirip kıstas ve prensip haline getirenler esas itibariyle Hanefî hukukçularıdır. Nitekim Ebû Yûsuf, Kur’an ve mâ’ruf sünnetin imam ve önder yapılıp bu ikisine tâbi olunmasını, Kur’an ve Sünnet’teki açık olmayan şeylerin de bu ikisine kıyas edilmesini önermektedir.
   Şâfiîler ise haber-i vahidin Kitab’a arz edilmesini kabul etmezler. Onlara göre bir haber sıhhat şartlarını taşıyorsa sahihtir, dolayısıyla onu Kitab’a arz etmeye gerek yoktur; sıhhat şartlarını taşımıyorsa sahih değildir ve Kitab’a arz edilmesine yine gerek yoktur.
   Hanefîler, usulcülerin çoğunluğundan farklı olarak umûmü’l-belvâda varit olan haberi manen münkatı sayarak delil almaya uygun görmemişlerdir. Umûmü’l-belvâ, genel olarak bütün toplumu ilgilendiren, her mükellefin karşılaştığı ve hükmünü bilmeye ihtiyaç duyduğu olaylardır. İşte âhâd haber bu tür olaylardan biri hakkında olursa, Hanefîler bunu makbul saymazlar ve onunla amel etmezler.
   İşte bu düşünce ile Hanefî mezhebi bilginleri, Abdullah b. Ömer’den rivayet edilen “Hz. Peygamber rükûya giderken ve başını rükûdan kaldırdığında ellerini kaldırırdı” (Buharî, “Ezân”, 83-86) anlamındaki hadis ile amel etmemişler ve şöyle demişlerdir: Bu durumlarda ellerin kaldırılması, çok sık meydana gelen ve herkesin hükmünü bilmeye muhtaç olduğu bir olaydır. Şayet bu konuda vârid olan Sünnet sabit olsaydı, bunu çok sayıda râvî rivayet ederdi ve insanlar bunun rivayetine özen gösterirdi.
   Diğer mezheplere mensup usulcülerin çoğunluğuna göre ise bir haberin umûmü’lbelvâda varit olması o haberin hüccet sayılmasına engel teşkil etmez ve böyle olan haber-i vâhidler makbuldür.
   Aynı şekilde Kur’an hakkında da haber-i vâhid kabul edilemez. Hz. Peygamber’in Kur’an’ı yaymakla mükellef olduğu ve herkese duyurmaya itina gösterdiği bilinmektedir. Esasen Kur’an’ın yaygınlık kazanmasına ve nakline dair çok güçlü sebepler vardır.
   Öyle anlaşılıyor ki, usulcülerin çoğunluğu, prensip olarak bu konuda Hanefiler’e oldukça yakın bir görüşe sahiptir. Fakat onlar umûmü’l-belvâ sayılabilecek meselelerin belirlenmesinde farklı düşünmektedirler.
   Öte yandan Hanefîler râvînin fakih olmaması durumunda, haber-i vâhidin sabit şer’î esaslara aykırı olmamasını şart koşarlar. Buna göre sözgelimi bir sahabî hadis rivayet etmiştir ve bu hadiste yer alan hükümler kıyasa ve şer’i esaslara aykırı düşmektedir. Şayet bu hadisi rivayet eden râvî, dört halife gibi, Abdullah b. Abbas veya Abdullah b. Mes’ud gibi hem hadis rivayeti hem de fıkıhta ve içtihatta ehliyeti ile tanınmış biri ise hadis makbul sayılır ve onunla amel edilir. Fakat Enes b. Malik veya Bilal gibi sadece hadis rivayeti ile tanınan, fıkıhta derinliği ve içtihada ehliyeti ile tanınmayan birisi ise, bu hadis kabul edilmez ve onunla amel olunmaz.
   Hanefîler bu şartın öne sürülmesine gerekçe olarak râviler arasında ‘mana ile rivayet’ usûlünün çok yaygın olmasını göstermişlerdir.
   Hanefî usulcülere göre râvinin rivayet ettiği habere aykırı fetva vermesi veya aykırı davranması durumunda da o haberle amel edilmez. Bu şartın gereği olarak Hanefîler, Ebû Hüreyre’nin Hz. Peygamber’den rivayet ettiği “Birinizin kabını köpek yaladığı takdirde onu döksün, sonra biri toprakla olmak üzere yedi defa yıkasın” (Nesâî, “Tahâret” 52, “Miyâh”, 7) anlamındaki hadisle amel etmemişlerdir. Çünkü Dârekutnî’nin rivayetine göre Ebû Hüreyre, bu hadise aykırı olarak böyle bir durumda üç defa yıkamakla yetiniyor ve bu yönde fetva veriyordu. Hanefîler de onun fetvasını, bu hadisin neshedilmiş bulunduğuna delil saymışlar ve bu fetvaya göre amel etmişlerdir. Yani yedi defa yıkamayı gerekli saymaksızın üç defa yıkama ile yetinmişlerdir.
   Diğer mezheplere mensup usulcüler ise, râvînin rivayet ettiği habere aykırı fetva vermesi veya aykırı davranmasının söz konusu haberin niteliğine hiçbir etkisi olmayacağını ve haberle amel edileceğini ileri sürmüşlerdir.
   İmam Şâfıî ve Şafiî usulcüleri, özellikle senedin sıhhatine ve muttasıl olmasına çok fazla önem verdikleri için bazı istisnalar hariç mürsel hadislerle amel etmemişlerdir.
   Şafiî’nin mürsel hadis karşısındaki tutumu, Ebû Hanîfe ile Şafiî’nin hadis anlayışları arasındaki temel farklardan birini teşkil etmektedir.
   Mâliki mezhebinde, senedi sahih olan haber-i vâhidle amel için sadece Medine ehlinin ameline aykırı olmama şartı öne sürülmüştür. Onlara göre ‘Medinelilerin uygulaması Hz. Peygamber’den rivayet sayılır ve mütevâtir sünnet derecesindedir.
   İmam Mâlik’in bu metodu uyguladığı durumlara bir başka örnek de şudur: Rivayete göre Hz. Peygamber namazdan çıkmak istediğinde biri sağ tarafa diğeri sol tarafa olmak üzere “es-selâmü aeyküm ve rahmetullah” diyerek iki selâm verirdi (bk. Zeylaî, Nasbu’rrâye, I, 430-433). Buna rağmen İmam Mâlik Medine tatbikatına dayanarak bir selâmla yetinmiş ve bu hadisle amel etmemiştir. Zira Medineliler sadece bir selâm veriyorlardı.
   Hanbelî ekolünde ise senedin sıhhati dışında herhangi bir şart koşulmamıştır. Bu bakımdan Hanbelî mezhebi bir ayrım yapmadan mürsel haberlerle amel etmişlerdir. Aynı şekilde Malikîler de mürsel haberleri hüccet olarak kabul etmektedirler.

Âhâd Haberlerin Kitap Karşısındaki Konumu

   Usulcülerin çoğunluğu Kitab’ın haber-i vâhid ile tahsîsini caiz görürken Hanefiler bunu ilke olarak reddetmiş, sadece bazı kayıtlarla mümkün olabileceğini söylemişlerdir. Bu konuda Hanefîler ile cumhur arasındaki görüş farklılığının, bir ölçüde haber-i vahide atfedilen değerle ilgisi vardır.
   Hanefi usulcülerinin çoğunluğuna göre âmm’ın delâleti kesindir ve âmm’ın kapsamını daraltan delil müstakil ve âmma zaman bakımından mukarin değilse yapılan tahsîs, âmmın hükmünün bazı fertleri açısından kaldırılması yani nesih niteliğindedir.
   Hanefîler’e göre Kitabın hâs, âm, nass ve zahir lafızları yakîn (kesin bilgi) ifade eden yollarla sabit olmuştur. Haber-i vahidin ise Hz. Peygamber’e ulaşmasında şüphe bulunmaktadır.
   Kitabın metni, sübûtunda şüphe bulunmaması sebebiyle sünnetin metninden üstündür. Bundan dolayı mânaya gitmeden önce metnin sübûtu açısından tercih yapmak gereklidir. Bunun için haber-i vahidin Kitab’ı neshi söz konusu edilemez.
   Ancak Hanefîlere göre haber-i vâhid, ameli gerektirdiği için Kitapta açıkça belirtilmeyen bir hususta -aralarında nesih söz konusu olmayacak şekilde- kabul edilip onunla amel edilebilir. Meselâ namazda kıraat, “Kolayınıza geleni okuyun” (el- Müzzemmil 73/20) âyetiyle farz kılınmıştır. Namazda özellikle Fâtiha’nın okunmasını öneren, “Fâtiha’yı okumayanın namazı yoktur” (bk. Tirmizî, “Salât, 69) anlamındaki hadis ise haber-i vâhiddir ve âyet üzerine bir ziyade içermektedir. Nass üzerine ziyade ise nesih olup haber-i vâhid ile caiz olmaz. Hanefîler bu durumda, söz konusu haber-i vâhidle Kur’an’daki hükmü tamamlayıcı bir tarzda amel edilebileceğini söylemişler ve namazda Fatiha okumanın hükmünü vacip olarak belirlemişlerdir. Bu hüküm âyetin farziyet hükmüyle çelişmemekte ve onu tamamlayacak niteliktedir. Nitekim Fatiha terkedildiği zaman namazın aslına bir zarar gelmemektedir.
   Şafiî’ye göre umumun delâleti kesin olmayıp ihtimalli olduğundan kesin ilim değil, amel gerektirmektedir.
   Kitabın âmm ve zahirini kat’î sayan Hanefîler’e göre ise Kitaba muarız olan haber-i vahide itibar edilmez. Çünkü Kitap kat’î, haber ise zannîdir. Dolayısıyla zannî olan haberle Kitap nesh edilmez ve ona ziyade yapılmaz. Meselâ Hanefîler’e göre, kesildiği sırada kasten besmele çekilmeyen hayvanın yenilmesi caiz değildir. Bu konuda, “Kesilirken Allah’ın adı anılmayan şeyleri yemeyin” (el-En’âm 6/121) mealindeki âyeti esas almışlar ve aksi yönde varit olan “Keserken Allah’ın adını ansın veya anmasın müslümanın kestiği helâldir” (Zeylaî, IV. 183) hadisini ve benzeri hadisleri bu âyetin umumunu tahsîs edecek kuvvette görmemişlerdir. Şâfıîler’e göre ise hayvanı keserken besmele çekmek sünnettir ve kasten besmelesiz kesilen hayvanın yenilmesi helâldir. Şâfîîler bu konudaki hadislerin âyeti tahsîs ettiği kanısındadırlar.
   Usulcülerin çoğunluğu, haber-i vâhidle âyetin veya mütevâtir haberin neshinin aklen caiz olsa bile şer’an imkânsız olduğu görüşündedirler. Şafiî, mütevâtir ve âhâd arasında ayırım yapmaksızın ikisiyle de Kur’an’ın neshedilemeyeceğini söylemiştir. İbn Hazm ise yine aralarında ayırım yapmaksızın her ikisiyle de neshedilebileceğini savunmuştur.

Âhâd Haber - Kıyas Çatışması

   Haber-i vâhid kıyasa (kıyâsü’l-usûl) aykırı olduğunda hangisine öncelik verileceği
hususu usulcüler arasında tartışmalıdır. Haber-i vâhidle kıyas arasındaki çatışma biri
diğerinin tahsîs edilmesini gerektirecek biçimde ise haber-i vâhidle kıyasın tahsis yoluyla
uzlaştırılması mümkündür. Asıl tartışma ikisinin birbirine bütünüyle aykırı olması
halindedir. Genel olarak Ebû Hanîfe, Şâfıî ve Ahmed b. Hanbel’e bu durumda haberin
kıyasa takdim edileceği görüşü, Mâlik’e ve bazı Mâliki usulcülerine de kıyasın habere
takdim edileceği görüşü nispet edilmiştir.

HZ. PEYGAMBERİN FİİLLERİ (EF’AL-İ NEBÎ)

   Hz. Peygamber’in (s.a.) fiillerini alimler değişik itibarlarla dörde, beşe, altıya, hatta on ikiye kadar çeşitlere ayırmışlardır. Benzerlerini bir araya toplarsak şöyle diyebiliriz:
1. Hz. Peygamber’in (s.a.) yaradılışının ve zamanının gereği olan fıtrî/cibillî fiilleri
2. Bir peygamber olarak kendisine özel fiilleri
3. Dinin bir beyanı olarak vaki olan fiilleri
4. Bir şeyi yapmama/terk etme şeklindeki fiilleri
Yaradılışının ve Zamanının Gereği Olan Fıtrî/Cibillî Fiilleri
   Bu tür filleri bir beşer olarak; yatma, kalkma, filan ağacın altında oturma, yeme içme, yolculuk yapma, kaylule yapma gibi tabii eylemleridir.
   Usulcülerin çoğuna göre Hz. Peygamber’den (s.a.) sadır olan böyle cibillî fiiller kendisi için de ümmeti için de sadece mubahlık ifade ederler. Dinî bir bağlayıcılıkları yoktur.
Bir Peygamber Olarak Kendisine Özel Fiilleri
   Böyle olan fiilleri şerî bir delille Hz. Peygamber’in (s.a.) sadece kendisine has olduğu bildirilen fiilleridir.
   Dörtten fazla hanımla nikahlanmak, gece kalkıp teheccüd ibadeti yapmak, bir günün orucundan iftar etmeden diğer günün orucuna başlamak (savm-ı visal), kuşluk namazı kılma zorunda olmak, Mekke’ye ihramsız girebilmek gibi fiilleri böyledir. Mihir vermeden evlenebilmesi ve onun bıraktığı mülkün miras değil sadaka olması da böyledir.
   Böyle kendine özel fiillerinde aynı vasıflarla ümmetinin onu izleyemeyeceği konusunda ittifak/icma vardır.
Ancak ona özel fiillerini de ayırmak gerekir:
· Bunların bazılarının bizzat kendisi değil, bir vasfı ona özeldir. Mesela ümmetinin ona uyup kuşluk namazı kılmaları, ya da gece teheccüde kalkıp ibadet etmeleri caizdir ve güzel bir sünnettir. Ancak bunların zorunlu/vacip olma vasıfları sadece Hz. Peygamber’e (s.a.) aittir.
· Dörtten çok kadınla evlenmesi de ona özel bir fiildir, ama bu da onun için zorunlu/vacip değil, mubahtır. Ümmeti için ise aslen caiz değildir.
· Bazı fiiller de vardır ki, ona haramdır ama ümmetine haram değildir. Zekât almak, rahatsız edici kokusu olan soğan sarımsak gibi şeyler yemek, yaslanmış halde yiyip içmek. Böyle fiillerde ona uyma zorunluluğu olmamakla beraber, onun gibi davranmak haram değil, aksine müstehaptır/güzeldir.
Hz. Peygamber’de (s.a.) peygamber olmadan önce görülen ve adına irhasât denen olağan dışı peygamberlik belirtileri ile peygamber olduktan sonra gösterdiği mucizeleri de bu grupta mütalaa etmek gerekir.

Dinin Bir Beyanı Olarak Vaki Olan Fiilleri

   Kur’ân-ı Kerîm’de bize namaz, zekât, hac, temizlik, had cezalarını uygulama gibi pek çok şey emredilir ama bunların nasıl yapılacağı açıklanmaz. Böyle olan ifadelere mücmel ifadeler denir. Bunların keyfiyeti içtihatla, akıl yürütmekle anlaşılamaz. İşte Hz. Peygamber (s.a.) Allah’ın memuru olma vasfıyla bunları açıklar. Bu açıklamaya da usul diliyle beyan denir.
   Namazın şu kadar vakit ve şu kadar rekat olmasını, zekatın filan filan mallardan ve şu kadar verilmesini, el kesme cezasının bilekten olmasını vb. hep Hz. Peygamber (s.a.) beyan etmiştir.
   Hz. Peygamber’in (s.a.) bu açıklamalarının, yani beyanının, uyulması gereken bir fiil olduğunda ittifak vardır.
   Şüphesiz onun bir fiilinin Kur’ân-ı Kerîm’in ya da dinin bir beyanı olup olmadığını tespit önemlidir. Bu da bir

içtihat ve ilim işidir. Gazalî bunu bilmenin iki yolu olduğunu söyler:

1.Söylediğinin bir beyan olduğunu ya Hz. Peygamber’in (s.a.) bizzat kendisi söyler ki, böyle olursa problem kalmaz.
2.Ya da bunu başka karinelerle anlamaya çalışırız ki, onun beyan olan fiillerinin çoğunluğu da böyledir (Gazalî, el-Müstesfâ, s. 278).
Sözünü ettiğimiz karineler çok ve çeşitlidir. Müçtehit olan alimler bunları anlayabilirler.
Mesela Hz. Peygamber (s.a.) Ammar bin Yâsir’e teyemmümü tarif ederken, “Şöyle yapman yeterlidir” deyip ellerini toprağa vurması bir beyandır, çünkü açıklanan konu dünyevi ve aklî bir konu değil, dinî bir vaciptir.
   Şunları da onun bir fiilinin beyan olup olmadığını anlamanın yollarından sayabiliriz:
· Herhangi bir fiilinin beyan olduğu konusunda âlimlerin icma/ittifak etmeleriyle,
· Mücmel bir nas varid olduğu halde, ihtiyaç duyulacağı ana kadar onu beyan etmemesi, sonra ihtiyaç anında onun beyanı olmaya elverişli bir uygulamada bulunması, böylece bu uygulamanın beyan olduğunun anlaşılması ile.
· Gerekli olduğu zannedilen bir şeyi terk etmesiyle, onun gerekli olmadığının anlaşılması da bir beyandır.
   Mesela bir defasında namazın ikinci rekâtında oturmayı unutmuştu. Tespihle bunu ona hatırlattılar, ama o geri dönüp oturuşu yapmadan namazını tamamladı ve sonunda sehiv secdesi yaptı (Buharî, “Ezan”, Hadis No: 1149).
   Bu fiiliyle birinci oturuşun namazın bir rüknü olmadığı anlaşılmış/beyan edilmiş oldu. Çünkü eğer bir rükün olsaydı onun terk edilmesiyle namaz bozulmuş olurdu.


Konu Başlığı: Ynt: S.Ü. FIKIH USULÜ 3. HAFTA ÖZET
Gönderen: Ayşegül Yıldırım koü üzerinde 20 Kasım 2018, 03:16:10
"Her yardım cennete doğru bir basamaktir." H. W. Beecher

Yardım etmek hususunda ne kadar söz, yazı yazsak anlamsız kalır. Çünkü verilen emek, yapılan iyilik o kadar büyük ki bizlere kolayca sunulan bu hizmet şu dunyada belki de milyarlarca para karşılığında ancak yapılır.

Ama siz Ennas hocam ve emeği geçen hocalarım sadece Allah rızası için yapıyorlar. RABBIM haberdar olsun.


Konu Başlığı: Ynt: S.Ü. FIKIH USULÜ 3. HAFTA ÖZET
Gönderen: Zeynep Zehra üzerinde 20 Kasım 2018, 08:31:43
Rabbim Efendimizin(sav) yolundan gitmeyi, onun sünneti seniyesini yaşamayı hepimize nasip etsin.ilmin zekatını veren kardeşlerimizden de razı olsun...