> Forum > ๑۩۞۩๑ Açık Öğretim & İlitam Dunyasi ๑۩۞۩๑ > Sakarya İlitam > Ders Notları ve Özetler > İslam Tarihi III 1-8. Haftalar
Sayfa: 1 [2] 3   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: İslam Tarihi III 1-8. Haftalar  (Okunma Sayısı 10786 defa)
30 Aralık 2009, 00:07:15
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« Yanıtla #5 : 30 Aralık 2009, 00:07:15 »



3. HAFTA 2. DERS
İDİL (VOLGA) BULGAR HANLIĞI(X-XV. yy)

Yakın geçmişe kadar haklarında çok az bilgiye sahip bulunduğumuz Bulgarların, son araştırmalar sayesinde, Türk asıllı oldukları kesinleşmiş bulunmaktadır. Bunun sonucunda da, Mısır'daki Tolunoğulları (868-905) ve İhşidiler (935-969)'le, Azerbaycan ve kısmen İran'da kurulmuş bulunan Sacoğulları (890-929) gibi Türk valilerince Abbasi topraklarında oluşturulan yarı bağımsız Turk-İslam devletlerinden sonra, ilk bağımsız Türk-İslam devleti olma özelliğini İdil (Volga) Bulgar Hanlığı kazanmaktadır
Bu vesileyle hemen hatırlanması gereken İbn Fadlan'ın meşhur Rihle (Risale)'sini zikretmemiz yerinde olacaktır. Abbasi halifesi el- Muktedir (908-932)'in Bulgar Hanı Almış'a gönderdiği, İslam sefaret heyetinde görevli olarak yer almış bulunan İbn Fadlan, bu seyahatini içeren Rihle'sinde hem yol boyunca rastladığı topluluklar ve ülkeler hakkında bilgiler vermiş, hem de donemi Bulgarları konusunda en önemli malumatı eserine kaydetmiştir.
Bulgarlar çok sayıda kasaba ve şehir kurmuşlardı. Bunların en önemlisi başkent Bulgar'dı.
Ahmed İbn Fadlan; Bağdat'tan başlamak üzere, gidiş ve gelişlerinde takip ettikleri yol
güzergahında rastladıkları (Oğuzlar, Başkırtlar, Hazarlar, Slavlar) topluluklar ve Bulgarlar hakkındaki tespitlerini bir eserde topladı. Böylece Bulgarları daha iyi tanımamıza imkan verdi. Buna gore elcilik heyeti 11 Safer 309/21 Haziran 921 Perşembe günü Bağdat'tan hareket etmiştir. 12 Muharrem 310/12 Mayıs 922'de Bulgar'a ulaşan heyet, Bulgar Hanı'na Halife'nin mektubu ve hediyelerini takdim etmiştir. İbn Fadİan'ın ifadesinden de anlaşılan, daha önce kısmen İslamiyet'i kabul etmiş olan Bulgarlar arasında, İslamiyet'in hızla yayıldığıdır. Almış Han, ismini Emir Cafer b. Abdullah olarak değiştirmiştir. Böylece İdil (Volga) Bulgarları, ilk Turk-İslam Devleti olmaya hak kazanmışlardır.

Bulgarlar sathi değil, içtenlikle Müslüman olmuşlardır. Onların İslamiyet'i kabulü, diğer Türk boyları arasında da, İslamiyeti kabulü hızlandırmıştır. Bununla birlikte İslamiyet yanında eski dinlerini koruyan Bulgarlar olduğu gibi, devletin mühim bir kısım tebaasını oluşturan Fin-Ugorlar İslamiyet'e yabancı kalmışlardır. Bu durumu, Türklerde her zaman görülen dini toleransın ve farklı inançlara sahip topluluklarla bir arada yaşayabilme becerisinin bir göstergesi olarak değerlendirmek mümkündür.

Sonuç olarak İdil (Volga) Bulgarlarının, gerek esas kütleleri ve gerekse uzunca bir suredir bölgede bulunan çeşitli Türk ve yerli unsurları birleştirerek, dikkate değer bir devlet kurduklarını görüyoruz. İslam orduları ile doğrudan hiç temasları olmadan, özellikle ticari ilişkiler sonucunda öğrendikleri İslamiyet'i 900'ler dolayında kabul etmişler, 922'de resmen bir İslam devleti olmuşlardır. Bu halleriyle de ilk bağımsız Türk-İslam devleti olma vasfını kazanmışlardır. Onların İslamiyet'i kabulleri, gerek coğrafi mevkileri ve gerekse dönemleri nazarı itibara alındığında büyük önem arz eder. Çünkü bulundukları bölgede, Kuzey-Doğu Avrupa'da Türk-İslam kültürünün temsilcileri olmuşlardır. Onların İslamiyet'i kabul ettikleri ve Abbasi Hilafeti'yle temasa geçtikleri devre, İslam Devleti'nin parçalanma surecine girdiği, merkezin büyük ölçüde güç yitirdiği bir donemdir. Bu acıdan Abbasi idaresine en azından moral destek temin etmişlerdir. Ayrıca bu sırada varlıklarını koruyan diğer Türk ve İslam
devletleriyle ilişkiler içine girdikleri gibi, İslamiyet'in yayılması amacıyla da çalışmalarda bulunmuşlardır.
Bulgarların, kendilerine komşu ülkelerde  İslamiyet'i yayma gayretleri bulunduğunu da bilmekteyiz. Nitekim bu cümleden olmak üzere 986'da Kief Knezi Vladimir'in Bulgarlar tarafından İslam'ı kabule davetini zikredebiliriz.

Devlet Teşkilatı
İslam kaynaklarında Bulgarların uc kavimden oluştukları belirtilmiştir. Bunlar Barsula, Asgıl ve Bulgar adını almışlardır. Bu uç topluluğun başında beyleri bulunmakta ve en üstteki Bulgar Hanı ile feodal bir idare tarzı oluşturmaktaydılar. Onuncu yüzyılın ilk yarısında eski Türk teşkilat ve unvanlarını (Ornek: Yıltavar, İlteber, Buyruk) korumaktaydılar. Bulgar ahalisinin tabiat olarak yumuşak ve yabancı tehlikesinin de her donemde fazla olmaması dolayısıyla, Bulgarların güçlü bir askeri organizasyona sahip bulunmadıkları anlaşılıyor.

İktisadi Hayat
İdil (Volga) Bulgarları, buyuk capta yerleşik hayata gecerek, verimli ve uygun iklimli bolgelere sahip olmaları
dolayısıyla usta ciftciler olmuştu. Yine topraklarının coğrafi konumundan azami olcude faydalanarak ticarete
onem vermişlerdi. Bulgarlar başlıca tahıl urunlerini iyi biliyorlar ve yetiştiriyorlardı. Bilhassa, buğday, arpa,
akdarı ekiyorlardı. Bahcıvanlık ve sulama işlerinde ileri seviyede idiler. Yuksek ziraat kulturleri sayesinde, kıtlık
senelerinde Ruslara da hububat veriyorlardı. İslam kaynaklarında ziraat sistemi ve aletleri konusunda bilgi
verilmemekte ise de, arkeolojik bulgular onların demir aletler kullandıklarını ortaya cıkarmıştır.
Turkistan, İran, Irak, Suriye, Mısır; Bulgar kurklerinin en
buyuk alıcısı idiler. Bulgarların ticaretine konu teşkil eden mallar arasında; ceşitli kurkler, at ve keci derileri,
ayakkabı, oklar, kılıclar, zırh, koyun, sığır, doğanlar, balık tutkalı, ceviz, balmumu, bal ve Slav esirler; ote yandan
İslam dunyasından aldıkları mallar arasında da; dokuma kumaş, silah, luks eşyalar, canak, comlek yer almaktaydı.
Bulgarlar yerleşik hayata diğer Türk toplumlardan daha önce geçtikleri için her türlü tarımsal ve ticari ürünlere sahiptirler.

Kultur ve Medeniyet
Kısmen yarı gocebe, buyuk capta yerleşik hayat yaşayan, gelişmiş bir ziraat yapan, bunun sonucunda
koyler şehirler kurmuş; ticaretleri gelişmiş, hem İslam hem diğer milletlerle sıkı ilişki icerisinde bulunan
Doğu Avrupa'da Turk-İslam kulturunun temsilcisi Bulgarların, yuksek bir kultur ve medeniyete sahip
oldukları anlaşılmaktadır.
Sonuc olarak İdil (Volga) Bulgarlarının, gerek esas kutleleri ve gerekse uzunca bir suredir bolgede bulunan
ceşitli Turk ve yerli unsurları birleştirerek, dikkate değer bir devlet kurduklarını goruyoruz. İslam orduları ile
doğrudan hic temasları olmadan, ozellikle ticari ilişkiler sonucunda oğrendikleri İslamiyet'i 900'ler dolayında kabul
etmişler, 922'de resmen bir İslam devleti olmuşlardır. Bu halleriyle de ilk bağımsız Turk-İslam devleti olma vasfını
kazanmışlardır.



[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: İslam Tarihi III 1-8. Haftalar
« Posted on: 25 Nisan 2024, 08:26:06 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: İslam Tarihi III 1-8. Haftalar rüya tabiri,İslam Tarihi III 1-8. Haftalar mekke canlı, İslam Tarihi III 1-8. Haftalar kabe canlı yayın, İslam Tarihi III 1-8. Haftalar Üç boyutlu kuran oku İslam Tarihi III 1-8. Haftalar kuran ı kerim, İslam Tarihi III 1-8. Haftalar peygamber kıssaları,İslam Tarihi III 1-8. Haftalar ilitam ders soruları, İslam Tarihi III 1-8. Haftalarönlisans arapça,
Logged
30 Aralık 2009, 00:08:43
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« Yanıtla #6 : 30 Aralık 2009, 00:08:43 »

4. HAFTA
KARAHANLILAR (840-1212)

Reşat Genç, Karahanlılar devletinin Yağmalar tarafından kurulmuş olduğunun kesinleşmiş bulunduğunu ifade etmektedir. R. Genc'e göre Yağmalar, Uygurların bir kolu veya onlara bağlı bir kavimdir.

Karahanların Siyasî Tarihi
Karahanlı sulalesinin bilinen ilk hükümdarı 819'dan beri Balasagun'da oturup bu cevrede hüküm suren Bilge Kul Kadir Han'dır. Devletin resmen kuruluşu (840) da onun zamanındadır.
Bilge Kul Kadir Han'ın iki oğlu: Bazir Arslan ve Oğulcak Kadir Han’dır
Batı Hanlığı; Devlet merkezi önceleri Ozkent, daha sonra Semerkant olmak üzere Hocend'e kadar Batı Fergana'yı ve Maveraunnehir'i ihtiva ediyordu. Doğu Hanlığı ise; Balasagun siyasi ve askeri, Kaşgar dini ve kültürel merkez olmak üzere Talaş, İsficab, Şaş, Doğu Fergana, Yedisu, Yarkend, Hotan bölgelerini ihtiva ediyordu.

Batı Karahanlıları Devleti

Karahanlılar Devleti'nin ikiye ayrılmasından sonra merkez Ozkent olmak üzere Batı'da I. Muhammed b. Nasr'ın bulunduğunu, asıl hakimiyetin ise onun adına Semerkant'ta Maveraunnehir'i idare eden I. İbrahim b. Nasr (Tamgac Buğra Karahan İbrahim)'in (1046-1067) elinde bulunduğunu görüyoruz. Muhammed'in 1052'de ölümünden sonra ise, İbrahim devletin tek hakimi olmuştur. Bu sebeple uzun sure "Büyük Tamgac Han" diye anılmıştır. Fakat o, Ozkent'e gelmemiş, devleti Semerkant'tan idare etmiştir.
İbrahim, Karahanlı hükümdarlarının en meşhurlarından biridir. Para işlerini düzenlemiş, kendi adıyla anılan “Tamgac Dirhemleri”ni bastırmıştır. Asayiş düzenli, halk müreffeh, adalet onun döneminde yaygındır. Semerkant çevresindeki bahçelerden, bir tek gülün bile, sahibinden habersiz koparılmasını yasaklamıştır. Yol kesici ve haydutlarla acımasız bicimde mücadele etmiştir. Onun bu yolda başarı için pek çok yöntemi kullanmaktan geri durmadığı görülüyor. Öte yandan fiyatlarda istikrarı sağlamıştır. Kendisi kahraman bir asker, vakur bir hükümdar ve aynı zamanda dindar bir kişi olarak bilinir. Onun tarafından kurulan medrese ve hastane de döneminin oncu kuruluşlarındandır.

Babası gibi adil bir hükümdar olarak şöhret kazanan Şemsu'1-Mülk, Karahanlı hükümdarları içerisinde imar faaliyetlerine en fazla önem veren kimse olarak bilinir.
Şemsu'l-Mülk’ten sonra Batı Karahanlılarm başına kardeşi Ebu Şuca Hızır b. İbrahim (1080-1081) geçti.
Batı Karahanlıların son hükümdarı Osman Han (1204-1212)'dır. Onun döneminde Harizmşahlar Devleti büyük bir güç oluşturmuştu. Osman Han'ın Karahıtaylar ve Harizmşahlar arasında önce biri, sonra öteki ile anlaşarak devletin devamını sağlamaya çalışmıştır. Fakat Harizmşah Muhammed'in müdahalesi ile Semerkant fethedilmiş ve Harizmşahlara başkent olmuştur. Osman Han idam edilmiş ve Batı Karahanlılar Devleti son bulmuştur (1212).

Doğu Karahanlıları Devleti
Şerefu'd-Devle Ebu Şuca lakabını taşıyan Suleyman Arslan Han b.Yusuf (1031-1056), Doğu Karahanlıların ilk hükümdarıdır. Kaynakların belirttiğine göre Süleyman Arslan Han, adil ve dindar bir hükümdardı. Alimlerin dostu ve koruyucusu olarak tanınmıştı. Bu sebeple her taraftan ilim adamları onun yanına geliyor, lutuf ve ihsanına nail oluyorlardı. Onun zamanında gayri muslim Türklere karşı çetin savaşlar oldu. Devletin sınırları genişledi. 1043'te Bulgar ile Balasagun şehirleri arasında yaşayan 10.000 çadırdan oluşan büyük bir Türk topluluğu Müslüman oldu.

1075'te Doğu Karahanlıların tahtında Büyük Kağan olarak Tavgac Buğra Kara Hakan Ebu Ali Hasan’ı görüyoruz. Onun zamanı da babası Süleyman Arslan Han gibi ilim ehli için müsait bir ortam olarak bilinir. Balasagunlu Yusuf Has Hacib, meşhur eseri Kutadgu Bilig'i 462/1069-1070 senesinde Kaşgar'da yazarak ona ithaf etmiştir. Donemin birnbaşka alimi de Ebu'I-Futuh Abdulgafir b. el-Huseyin el-Almai (o. 1093)’dir ve onun günümüze kadar ulaşmayan Tarih-i Kaşgar adlı eseri de bu sırada kaleme alınmıştır.

Fergana Hanlığı
Karahanlı Devleti'nin 1042'de ikiye ayrılmasından sonra Fergana bir sure Batı Karahanlılarda kaldı. Daha sonra Doğu Karahanlılara gecen Fergana'da 1141'de Karahıtayların Maveraunnehir'i istila etmelerinden sonra, merkezi Ozkent şehri olmak üzere bağımsız bir Karahanlı devleti daha kurulmuştur. Bunun hükümdarları genellikle "Tuğrul Kara Hakan" unvanını taşır.

Devlet Teşkilâtı
Bu devletin teşkilatı donemin hakimiyet anlayışından etkilenmiştir. Bu hakimiyet anlayışı ise uzun bir
zaman içinde gelişerek olgunlaşan Türk hakimiyet anlayışıdır. Buna göre hükümdarda Tanrı bağışı bazı
vasıflar vardır. İdare etme hakkı, Türk hükümdarına Tanrı tarafından ilahi bir lütuf olarak bağışlanmıştır. Bu bakımdan o, Tanrı'nın yeryüzündeki temsilcisi gibidir. Bu anlayış, halifeyi yeryüzünde Allah'ın gölgesi olarak telakki eden ve Müslüman toplumlar arasında bilhassa Abbasiler döneminde gelişme gösteren anlayışa tamamen benzemektedir ve Türklerin İslam dinini benimsemelerinde de bu anlayışın büyük tesiri olmuştur.

Hükümdar:
Karahanlılarda hükümdarlık telakkisi, kaynağını Türk Tarihi'nin derinliklerinden alan esaslarla İslam
prensiplerinin mezcedilmesinden oluşuyordu. Karahanlı hükümdarları İslam dinine bütünüyle bağlı,
muttaki Müslümanlardı. Hükümdarda; cesaret ve kahramanlık, akıllılık ve bilgelik ile cömertlik, tok gözlülük, özü-sözü doğruluk, dürüstlük, sakinlik, metanetlilik, affedicilik yani iyi tabiatlı olmakla, sabırlı,ihtiyatlı, adalet, kanuna uyma, haya sahibi olmak, iz'an, şeref, dindarlık, kotu huylardan sakınma ve yüksek ahlaki değerler vasıfların bulunması gerekiyordu.

Hükümdarın başlıca vazifeleri
- Halkın refahını sağlamak. Hükümdarlık halk içindir ve devlet her şeyden önce idaresi altındakilerin
karınlarını doyurmak ve sırtlarını giydirmekle mükelleftir.
- Toru (Kanun)'yu düzenlemek, ülkenin dirlik ve düzenini sağlamak, adaleti temin etmek.
Muntazam bir savaş gücü bulundurmak ve fetihler yapmak. Tabiatıyla bu görev Karahanlıların
- İslamiyet'i kabul etmeleriyle hakiki bir cihad prensibi haline gelmiştir.
- Halk ile münasebetlerinin düzenlenmiş olması 
                                                           
Tebaanın hükümdar üzerinde üç temel hakkı bulunmaktadır:                           
-Paranın ayarını korumak.
-Adil bir idare tesis etmek. Zorbalığa ve tahakküme meydan vermemek.
-Yolların emniyetini sağlamak. Bizim ancak başlıklar halinde gösterebildiğimiz bu hususlardan cıkan
netice Karahanlılarda anlayışın: "devletin halk için" var olduğudur.

Buna karşılık hükümdarın halk üzerinde bazı temel hakları vardı ki, bunlar;
-Emre itaat.
-Vergileri vermek.
-Hükümdarın dostuna dost, düşmanına düşman olmak ve bunun gereğini yapmak.
Karahanlılar Devleti'nin başında kendisinin efsanevi destan kahramanı Alp Er Tonga (Afrasiyab)'nın
soyundan geldiğine inanan bir aile bulunmuştur. Bu sebeple de aileye Al-i Afrasiyab denilmiştir.
       
Kültür ve Medeniyet 
Fakat bu ilk İslam donemi ile ilgili
daha yaygın destanlar da vardır. Bunlardan biri de Satuk Buğra Han Destanı'dır. Karahanlıların ilk
Müslüman hükümdarı Satuk Buğra Han'ın İslamiyet'i kabulü, yayma çalışmaları, ailesi ve onun
kerametlerinden bahseden destan, milli-dini bir karakter arzeder. Elde bulunan ve oldukça da geç bir
donemde istinsah edilmiş nushaları Tezkire-i Satuk Buğra Han adını taşır. Eser bu haliyle Türkçe mensur bir "Menakıb Mecmuası''dır. Karahanlılar donemi İslami Türk edebiyatının sözlü mahsullerinden, üzerinde durulabilecek bir diğeri de Manas Destanı'dır. Wilhelm Radloff'un çalışmaları ile toplanan ve daha sonra başka rivayetleri de tespit edilen Manas Destanı, XI-XII. yüzyıllarda gelişerek meydana çıkmıştır. 400.000 mısradan ibarettir.

Karahanlılar donemi söz konusu edildiğinde, bilinmesi gereken en önemli iki eser ise Kutadgu Bilig ve Divanu Lugati't-Türk’tür. İslami Turk Edebiyatının da günümüze intikal etmiş en eski örneği olan Kutadgu Bilig, Yusuf Has Hacib tarafından manzum olarak Kaşgar-Hakaniye lehcesi ile yazılmıştır. Eser 462/1069-1070'de tamamlanarak Kaşgar  hukumdarı Tavgac Buğra Kara Hakan Ebu Ali Hasan b. Süleyman Arslan'a sunulmuştur. 85 başlık altında 6654 beyitten müteşekkildir. Ayrıca esere sonradan ilave edilmiş biri nazım halinde (77 beyit), iki önsöz bulunmaktadır.

Kutadgu Bilig, İslami Türk Edebiyatı'nın ilk örneklerinden birisi olması dolayısıyla, ondaki eski Türk
kültürü izleri ile İslam'ın, Kur'an ve Hadis gibi iki önemli kaynağından intikal etmiş esaslarının, uyumlu bir bicimde kaynaştırılmış olduğu görülür. Kutadgu Bilig, klasik İslami eserlerde olduğu gibi Cenab-ı Hakk'a, Hz. Peygamber'e, Hulefa-i Raşidin'e hitaben yazılmış parçalardan sonra Buğra Han'a hitapta bulunur.
Kaşgarlı Mahmud'un eseri Divanu Lugati't-Turk ise 466/1074'te tamamlanmış, 470/1077'de bu sırada
Selçukluların korumasında bulunan Bağdat'ta Abbasi Halifesi Muktedi-Billah (1075-1094)'a takdim edilmiştir. Abbasi halifesine sunulmuş olmakla birlikte Doğu Karahanlı kültür urunu olan bir eserdir. Kaşgarlı sayesindedir ki,n bugün biz XI. yuzyıl Orta Asya'sının Karahanlılar sahasına ait Türk kültürünün gelişme ve merhaleleri hakkında bilgi sahibi olabilmekteyiz.

Divanu Lugati't-Turk, isminden de anlaşılacağı üzere, Türk lügatleri bir nevi Divanı olup, Türk şive ve ağız malzemesini içine alacak bir sözlük olarak düşünülmüştür. Fakat sonuçta eser, Türk dili ve kültürü için tam manasıyla bir hazine hüviyetini kazanmıştır. Zira eserde Türk dünya sının kültürü, dili, etnik yapısı, folkloru ve sair malzemesi eksiksiz yer almıştır. Müell...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

30 Aralık 2009, 00:10:33
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« Yanıtla #7 : 30 Aralık 2009, 00:10:33 »

5. HAFTA
GAZNELİLER (963-1186)

Gazneliler Devleti, Türklerin M.O. II. yüzyıldan itibaren yurt tuttukları bir bölgede, Afganistan'da, kurulmuş bir devlettir.
Gazneliler Devleti ve hanedanı, Kabil’in 154 km. güney-batısındaki başkentleri Gazne dolayısıyla Gazneliler ismini almış, bununla birlikte Gazneli Mahmud'un lakabı dolayısıyla Yeminîler ve hanedanın kurucusu sebebiyle Sebükteğiniler olarak da adlandırılmışlardır.

Gaznelilerin Siyasî Tarihi

Bilindiği üzere daha Abbasilerin başlarından itibaren Türkler İslam Devleti'nin hizmetine girmeye
başlamışlardı. Aynı şekilde Türkler, İran'daki Müslüman hanedanların, Büveyhîlerin ve Sâmânîlerin de hizmetlerinde bulunmuşlardır. Samaniler (819-1005)'in devlet kadrolarında Türklerin, bilhassa 912'den itibaren vali ve komutan seviyesinde gorevler ustlenmekte olduklarını görüyoruz. Tabiatıyla devletin zayıfladığı dönemlerde bu Türkler, kendi kuvvetlerine dayanarak yarı bağımsız bir bicimde hareket etmekten de çekinmemişlerdir. Bu duruma örnek teşkil eden Türk komutanlarından biri de Gazneliler Devleti'nin temellerini atacak olan Alptegin'dir.

Tahminen 880-881 'de doğmuş olan Alptekin, önce Samani Emiri Ahmed b. İsmail (907-914)'e köle olarak satılmış, onun hassa askerleri arasına dahil olmuş bir Türk gulamıdır.
Nuh b. Nasr (943-954) döneminde yükselmeye devam eden Alptegin, once bazı birliklerin komutanlığına, daha sonra da çok önemli bir görev olan Hacibu'l-Huccablığa (hassa askerleri komutanlığına) getirilmiştir. Bundan sonra emir olan Abdulmelik (954-961) üzerinde büyük bir nüfuz sahibi olmuş ve bu sırada Samani siyasetinde aktif bir rol oynamıştır.
Alptegin'in, Gazne'deki yerli hanedanı, Levikleri ortadan kaldırarak bağımsız bir beylik kurdu ve Gazneliler Devleti'nin temellerini attı (Ocak 963).

Ebu İshak İbrahim'in oğlu yoktu. Zaten onun zamanında gerçek hakim Bilgetegin ve Sebuktegin adlı komutanlardı. Nitekim İbrahim'in ölümünden sonra devlete önce Bilgetegin (o. 975), sonra Boritegin (PiriTegin), daha sonra da Alptegin'in en güvendiği komutanlardan olan Sebuktegin hakim olmuştu (Nisan 977).
Samanilerin hakimiyetini tanımaya devam etmiş olan Sebuktegin (977-997) Gazneliler hanedanının da
kurucusudur. Artık bundan sonra devletin başında daima onun soyundan gelen bir hükümdar bulunacaktır.

Gazneli Mahmud (998-1030)
Sebuktegin Ağustos 997'de oldu. Yerine oğlu İsmail (997-998)'i veliaht gostermişti. Fakat Mahmud bunu kabul etmeyerek kardeşine karşı mucadeleye başladı ve neticede Mart 998'de Gazne'de babasının tahtına gecti. Gazneli Mahmud 14 Kasım 970'de doğmuştu ye tahta gectiğinde ancak 28 yaşındaydı.

Gazneli Mahmud, Samaniler tarafından tanınmamış bulunan Abbasi Halifesi'ne elciler göndermiş,
onun adına hutbe okutmuştur. Halife Kadir-Billah (991-1031) da kendisine Yeminu'd-Devle ve Eminu’l- Mille lakabı ile birlikte hil'at, tac ve bayrak göndermiş, 1000 yılında bu münasebetle Gazne'de büyük bir tören yapılmıştı.
Gazneli Mahmud'un, başa geçişinden 1030'da ölünceye kadar bir savaş meydanından diğerine
koştuğu görülür. Sadece Hindistan'a onyedi sefer yapan ve Gazneli Devleti'ni donemin en büyük kuvveti haline getiren Mahmud, İslam devletleri içinde "sultan" unvanını ilk defa kullanan hükümdar olarak da bilinir.
Şüphesiz Gazneli Mahmud'un savaşları, seferleri arasında en önemli yeri, daha önce babası
döneminde tanıdığı Hindistan'a karşı muntazaman düzenlediği Hint seferleri tutar. Onun Hint seferlerinin iki önemli sebebe dayandığı tespit edilir. Birincisi bu zengin ülkenin imkânlarından faydalanmak, ikincisi İslâm dinini yaymaktır. Tabiatıyla büyük Gazneli ordusunu hareketsiz tutmanın tehlikelerini Mahmud'un iyi değerlendirmiş olmasının da, askerlerini cihada, özellikle Hindistan'a yöneltmesinde büyük etkisi vardır.

Gazneli Mahmud’un Hindistan Seferleri:
Birinci Hint Seferine Eylul 1000 tarihinde çıkmıştır. Bu seferinde Kabil'in doğusunda Lamgan
bölgesinde Hintlilere ait bazı kaleleri fethetmiştir
İkinci Hint Seferi Gazi unvanını da almıştı r (Nisan 1002)
Üçüncü Hint Seferi 1004'te Bhatiya üzerine yapılmış, buranın racası Beci Ray mağlup edilerek, bölge fethedilmiş, büyük çapta ganimet elde edilmiştir. Bölgede mescid ve minberler yaptıran Mahmud, ayrıca da İslam'ı öğretmeleri için buralara alimler göndermiştir.
Dördüncü Hint Seferi 1006 baharında Multan'a yapıldı. Sebebi daha önce buraya giden Karmatilerden Multan Emiri Ebu'I-Futuh Davud'un Sunnilikten ayrılarak Karmatilik mezhebine girmesi ve bunu yaymaya çalışmasıdır. "Esasen Gazneli Mahmud'un Hindistan seferlerinin ana gayesi putperestlikle mücadele ve İslâmiyet'i yaymak, aynı zamanda da Sünnîliği korumak şeklinde görülmektedir".
Dokuzuncu Hint Seferi ise 1014 yılındadır ve Mahmud Keşmir'e kadar uzanmıştır. Bu seferin Hindistan'daki yankıları büyük olmuş ve Hinduların bir kısmı Müslümanlığı kabul etmiştir. Mahmud bölgede camiler yaptırmış, hocalar tayin etmiştir. Bunun üzerine Abbasi Halifesi kendisine Nizâmeddin lakabını vermiştir.
Mahmud'un Hint seferlerinin önemlilerinden biri de 1014 sonu ile 1015 başlarında gerçekleştirdiği Onuncu Hint Seferidir. Bunda hedef Delhi'nin 150 km. kadar kuzeyinde, Hindularca mukaddes sayılan çok önemli bir putun bulunduğu Tanisar (Thanesar) şehri idi. Burası zapt edildi, put Gazne'ye getirildi.
1022'de On Beşinci Hint Seferine çıkan Mahmud, içinde yarım milyon insan, 20.000 hayvan ve 500 filin barındığı, sarplığı ve sağlamlığıyla meşhur Kalincar kalesini kuşattı. Raca 300 fil karşılığı barışı elde edebildi. Bazı yerler fethedildi.
On Altıncı ve en meşhur Hint seferine cıktı. Hindistan'ın batı sahilinde Katiavar yarımadasındaki Sıınınat şehrinde Mabud Siva'ya ait pek meşhur bir put vardı. Bu putun bulunduğu mabet de çok önemliydi ve zengin vakıflara sahipti. Kalabalık ziyaretçileri bulunuyordu. Hindu telakkisine göre Sumnat'taki put, Hint ülkesindeki diğer putların üstünde olup Müslümanların fethettikleri topraklardaki putların başlarına gelenler, Sumnat putunun onlara verdiği birer ceza idi.
Halife Kadir-Billah Mahmud'u hararetle tebrik etmişti. Halife mektubunda ona Kehfü'd-Devle ve'd-Din (Devlet ve dinin sığınağı) lakabını verdiğini bildiriyordu.
Gazneli Mahmud'un, her bakımdan Türk-İslam dünyasının yetiştirdiği en büyük sultanlardan biri olduğuna şüphe yoktur. O, son derece cesur, aynı oranda da basiretli, ihtiyatlı ve zeki idi. Dini ilimlerde bilgi sahibi idi, alimlerin münazaralarını dikkatle dinler, sık sık onlara sorular sorardı. Samanilere bağlı bir beylik olarak devraldığı devletinin sınırlarını batıda Azerbaycan hudutlarından doğuda Hindistan'ın yukarı Ganj vadisine, Orta Asya'da Harizm'den Hint Okyanusu'na kadar ulaştırmıştı.

Sultan Mesud ve Sonrası
Gazneli Mahmud'un yerine vasiyeti üzerine küçük oğlu Muhammed bir sure için geçirildi ise de, ordunun desteğini elinde bulunduran ve babasının olumu sırasında İran'da futuhatta olan Mesud, kardeşlerini mağlup ederek Ekim 1030'da 32 yaşında Gazne tahtına oturdu. Halife Kadir-Billah ona Nâsıru Dinillah Hâfizu Ibadillah ve Zahir u Halifetillah unvanlarını verdi.

Gaznelilerin Selcuklularla ikinci karşılaşmasına sıra gelmişti ki, Serahs yakınında Hacib Subaşı komutasındaki Gazneli ordusuyla Selçuklu ordusu arasında, sabahtan öğleye kadar suren meydan muharebesini, Selçuklular kazanmıştı (Mayıs 1038) Bunun uzerine butun Horasan Selcukluların kontrolune gecmiş, Haziran ayında Nişabur'da hutbe Tuğrul Bey adına okunmuştu.

Sultan Mesud son karşılaşmadan önce Ulya-abad'da Cağrı Bey'in emrindeki Türkmenleri
bozguna uğratmış (14 Nisan 1039), fakat çöle kaçan Selçukluların takibini, tehlikesinden dolayı kabul etmemişti. Nihayet uzun hazırlıklardan sonra 7-9 Ramazan 431/22-24 Mayıs 1040'ta Dandanakan hisarı önünde gerçekleşen savaşta Gazne ordusu büyük bir hezimete uğradı. Artık Selçuklular geniş bir ülke ile beraber müstakil bir devlete de sahip olmuşlardı.

Gazneliler Devleti'nin bu duraklama devresinde Zâhirü'd-Devle unvanlı İbrahim (1059-1099) döneminde, uzun yıllardır devam eden Selçuklu-Gazneli mücadelesine son verilerek barış gerçekleştirildi (1059). Bu döneminde ülkede asayiş ve düzen sağlamlaştırılmıştır. Sultan İbrahim'in kırk yıl gibi uzun bir donemi iceren hükümdarlığı sırasında Gazneliler Devleti, Doğu Afganistan ve Kuzey Hindistan'da parlak gunler yaşamıştır. O adil ve cömertti. Dinin ve ilmin koruyucusu olarak cok sayıda medrese, cami ve benzeri mimari eserler meydana getirmişti.
Sultan İbrahim'i oğlu III. Mesud (1099-1115) takip etmiştir. Onun döneminde de adil bir idare var olmuş, halk kendisine Mesud-i Kerîm diye hitap etmiş, bu arada bazı Hint seferleri de gerçekleştirilmiştir.
Gaznelilerin son sultanı Husrev Melik (1160-1186)'tir. Fakat daha önce Husrevşah (1152-1160), başkenti Gurlulara bırakmak mecburiyetinde kaldığından, o artık Hindistan'da Pencap bölgesine hakimdir ve1186 ya kadar orada hüküm sürecektir. Husrev Melik, devleti yıkılmaktan kurtarabilecek karaktere sahip değildi. Çeşitli bölgelerdeki Türk ve yerli emirler ondan yüz çevirerek bağımsız hareket etmeye başlamışlardı. Sonuçta Gazne'yi almış olan Gurlular 1181/82'de Lahor kapıları önlerinde göründüler. Birkaç sene devam eden bu harekat neticesinde Pencap bölgesi ve Lahor Gurluların eline geçti, Gazneliler Devleti son buldu (1186).

Devlet Teşkilâtı
Gaznelilerde devlet bürokrasisinin en üst noktasında kendisine Emir veya Sultan denilen hükümdar
Bulunurdu.
hukumdardan sonra devletin en yetkili kişisi Hâce-i Buzurk unvanını taşıyan vezirdi. Hükümdarın mührü onda bulunur ve butun konularla meşgul olma yetkisine sahip olurdu. Hükümdar gerektiğinde onunla ve diğe...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

30 Aralık 2009, 00:15:35
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« Yanıtla #8 : 30 Aralık 2009, 00:15:35 »

7. HAFTA
SELÇUKLULAR: MÜESSESELER
a- Merkez Teşkilâtı
Hükümdar

Büyük Selçuklularda devlet üç temele dayanıyordu: Saray, Hükümet ve Ordu. Hükümdar devletin başı, aynı zamanda bu üç müessesenin de başıydı ve yetkisini doğrudan doğruya Tanrı'dan almakta idi. Bununla birlikte Hükümdar/Sultan'ın yetkileri hiçbir zaman Sasani, Bizans ve hatta Gazneli hükümdarınınki gibi sınırsız değildi.

Hükümdarlık Alâmetleri

Unvan ve lâkaplar, Hutbe, Sikke, Saray ve Taht,
Tevkî ve Tuğra: Hükümdarların emir ve fermanların üzerine koydurdukları işaret ve yazılı alametlere denir. Tevki, hükümdarın ismini havi tuğra ile birlikte kullanılan, onun irade ve muvafakatini gösteren imzaya eş değer bir alamettir.
Tac: Hükümdarlığın tahttan ayrılmayan, maddi hakimiyet sembollerindendi.
Nevbet: Hükümdarlık unsurlarından olan Saray ve Saltanat Çadırı ile yakından ilişkili bir maddi
unsurda, bando ve belirli mekanlarda günde beş defa bu devlet bandosu tarafından verilen konserin adıdır ki, hakimiyetin devamının göstergesidir.
Bayrak (sancak, liva, alem),
Çetr: Hükümdarların sefere çıktıklarında veya alayla bir yere gittiklerinde başlarında tutulan, onların renk ve sembollerini taşıyan özel şemsiyeye cetr denilirdi ve bir hakimiyet alameti idi. Büyük Selçukluların cetri üzerinde ok ve yaydan müteşekkil armaları yer alırdı.
Tırâz, Hil'at: Üzerinde kenar yazıları tarzında hükümdarın ismi, lakap ve özel işaretlerinin işlenmiş olduğu kumaş ve bundan yapılan elbiseye verilen isim olan Tırâz da hükümdarlığın maddi unsurlarından biriydi.

SARAY:

Selçuklularda Saray'a dergâh ve bârgâh da denir ve burada hükümdar, ailesi ve devlet teşkilatı içerisinde yer alan, özelliği dolayısıyla doğrudan hükümdara bağlı bir kısım görevliler bulunurdu
Hâcibler; başkanlarına Hacibu'l-Huccab veya Hacib-i Buzurg denilen hacibler, Saray'ın hükümdar haricindeki en yetkili kişileriydiler ve hükümdarla Divân arasındaki irtibatı sağlarlardı. Aynı zamanda da Hacibu'I-Huccab, Saray'ın bütün işlerinden sorumlu olup, bürokraside de Vezir'den sonra gelir ve tabiatıyla hükümdarın en güvendiği kişi durumunda bulunurdu.
Emir-i Hares; Sultan'ın verdiği cezaların uygulanmasıyla görevli idi.
Vekil-i Has ise hükümdarın dairesi halkının nazırı idi. Saray mutfağına, tavlasına ait işlere, hükümdarın maiyeti ve oğullarıyla ilgili konulara bakardı. Hemen her zaman hükümdarın
meclisinde bulunurdu.
Vekil-i Der; Sultan'ın veziri ile ilişkisini sağlar,
Emir-i Alem; "Râyet-i Devlet" denilen bayrağı koruyan ve taşıyan,
Emir-i Candar; Hükümdar ve Saray'ın muhafızı,
Emir-i Şikar; avla ilgili işleri yürütür,
Emir-i Ahur; Saray ahırlarıyla ilgilenirdi.

BÜYÜK DİVÂN (HÜKÜMET)
Selçuklularda merkez teşkilatının en üst organı olarak Saray'ın yanında Büyük Divân bulunurdu. Vezir'in başkanlık ettiği Büyük Divanda yönetimle ilgili bütün konular ele alınırdı. Özellikle berat ve resmi emirlerin çıkışı ve mali konularla ilgilenirdi.
Divan-ı İstifa: Devletin Maliye Bakanlığı konumunda idi ve ehemmiyeti itibarıyla Vezaret'ten sonra gelirdi.
Divan-ı Tuğra: En önemli görevi dışişlerini idare etmek olan bu divanda, Büyük Divan'dan gelen kararlar yazılır, hükümdarın berat, nişan, menşur ve fermanları hazırlanırdı.
Divan-ı İşraf: Devletin genel teftiş dairesi olup, ülke sınırlan içerisinde, askeri ve adli konular
haricindeki bütün faaliyetleri teftiş yetkisine sahipti.
Divan-ı Arzu'1-Ceyş: Bu divan, gerek merkezdeki ve gerekse taşradaki teşkilatıyla, ordu ile ilgili her
turlu işlerin yürütülmesini üstlenmişti.
Selçuklularda kadılar yönetimindeki adalet teşkilatı haricinde, diğer İslam devletlerinde de gorulen
Divan-ı Mezalim bulunuyordu. Divan-ı Mezalim'e çoğu defa diğer normal mahkemelerde haksızlığa
uğradığını düşünen kişiler müracaat etmekte idi.

b- Taşra Teşkilâtı

Büyük Selçuklularda ülkenin doğrudan merkeze bağlı bölümleri, zaman içerisinde sayıları değişiklikler
gösteren, eyaletlere veya vilayetlere ayrılmış bulunuyordu. Birer idari ünite teşkil eden eyaletlerde devlet otoritesini temsil eden, onun görev ve yetkilerini üstlenen, merkezin talimatı doğrultusunda hareket eden bir kısım idari birimler vardı.
Büyük Divan'a bağlı olan Amîd, eyalette sivil idarenin en büyük memuru idi. Hükümdarla doğrudan
görüşme imkanına sahip olanların (Vezir, Büyük Divan üyeleri, Ordu Komutanı) sonuncusu Amid'di. Onun en önemli meşguliyet sahasını mali meseleler oluşturuyordu.
Eyaletlerde sivil idarenin amirlerinden biri de amide bağlı olan Reis'di. Çoğunlukla yerli halkın soylu
ailelerinden tayin edilen reislerden sonra, yerlerine oğulları geçerdi. Onların görevleri arasında eyaletin iç idaresi, mali, adli, asayiş, belediye işleriyle, vakıfların kontrolü bulunuyordu.

c- Adalet Teşkilâtı
Bütün İslam devletlerinde adalet hizmetlerinin düzenli yürütülmesine özen gösterilmiştir. Adalet
teşkilatının en önemli unsuru kadılardır. Bağdat'ta Kâdı'l-Kudât, eyaletlerde de kadılar bulunurdu.

d- Ordu Teşkilâtı
Büyük Selçuklu İmparatorluğu ordusunu oluşturan başlıca unsurlar şunlardı;
Gulaman-ı Saray; Ordunun bir bölümünü Sultanı ve Sarayı korumakla görevli Gulaman-ı Saray oluşturmakta idi.
Hassa Ordusu: Selçuklu ordusunun daimi olarak muvazzaf gucunu, doğrudan Sultan'ın komuta ettiği 46.000 kişilik bu suvari kuvveti oluştururdu.
Türkmen Kuvvetleri: Bilindiği gibi Selçuklulara Türkmen de denilirdi ve Selçuklu Devleti'nin kurucuları Tuğrul ve Cağrı, Kutalmış, İbrahim Yınal ve diğerleri birer Türkmen beyi idiler. Selçuklu ülkesinde Yıva, Kayı, Bayındır, Cepni, Yureğir, Doğer gibi çeşitli kabilelere mensup olup, boy ve oymak reislerinin komutası altında hareket eden Türkmenler, Selçuklu ordusunun bir unsurunu teşkil ediyordu.
Tabi Hükümetlerin Kuvvetleri: Bu kuvvetler Selçuklu ordusunun en son kısmını oluşturuyordu. Vasal
devletler, doğrudan Sultan'a bağlı olduklarından, onun isteğiyle, antlaşmalarda belirtilen sayılardaki kuvvetlerle orduya katılmaya veya herhangi bir melike, valiye yardım etmeye mecburlardı.

e- İktisadı ve İçtimai Hayat
Büyük Selçuklularda toprak, geneli itibarıyla devlete ait yani mirî arazi idi. Ahalinin ekip biçtiği bağ, bahçe, koru veya otlak olarak değerlendirdiği bu toprağın vergileri hükümdara tahsis edildiğinde buna hâs arazi denirdi. Şu veya bu hizmet dolayısıyla, asker veya sivil bir kişiye belirli bir toprak parçası verildiyse, bu takdirde toprağı işleyenler vergilerini ona verirlerdi. Böylece devletin yapması gereken bazı hizmetler yerine getirilmiş, karşılığı da toprak gelirlerinden ödenmiş olurdu ki, buna iktâ sistemi, toprağın bu şekilde ayrılıp verilmesine ve bu toprağa da iktâ denirdi.

iktâ sistemi
İktalar, yalnızca hususi masraf ve maişetlerinin temini amacıyla, hanedan mensuplarına
da verilebilirdi. Bu iktaların devamı, hizmetin devamıyla birlikte, bunu veren hükümdarın hayatıyla da kaimdi. Yeni bir hükümdar başa geçtiğinde, bütün ikta sahiplerine (muktalar) yeni hükümdar adına beratlar verilirdi. Ayrıca ikta sahibi, ancak kendine tahsis edilen miktar vergiyi alabilir, hakkından fazlasını talep ederek halkı sıkıntıya sokamazdı.

Anadolu'nun kervan yolları üzerinde, birer menzillik mesafelerde, Türkiye Selçuklu sultanları veya devlet ileri gelenleri tarafından, vakıf eserler olarak inşa ettirilmiş, kervansaraylar ticaretin gelişmesindeki en önemli etkendir.
Kervansaraylar, Anadolu'da ticaret yolları güzergahında, büyük kervanları; taşıyıcı hayvanları, yükleri, kervan görevlileri ile birlikte bütünüyle içine alabilecek ve onların yeme-içme ve yatıp kalkmadan, tedavilerine, yırtılan ayakkabılarının tamirine, ibadetlerine, okuma ihtiyaçlarına ... v.b. cevap verebilecek komple tesislerdi. Kervanın üç gün sureyle bakımı, görüp gözetilmesi, yiyecek temini ücretsizdi. Buralarda zengin-fakir, hür-köle ve tabii olarak Müslüman-Hıristiyan ayırımı yapılmazdı. Bütün bu hizmetler için kervansaraylarda geniş birer görevli kadrosu bulunur ve tesislerin giderleri için önemli miktarda para getiren vakıflar kurulurdu.

Selçuklular döneminde sosyal hayatı doğrudan etkileyen, değişik amaçlı çok sayıda hayır müessesesi
oluşturulmuştu. Selçuklular döneminde Bîmâristûn, Bîmârhâne ve Dârüşşifâ adı altında çok sayıda hastane kurulmuştu. Bu alanda öncelik Nizamu'l-Mulk'un Nişabur'da yaptırdığı Bimaristan'a aittir.
Anadolu ilk hastane Kayseri'de 1205'te yapılmış Gevher Nesibe Dâruşşifâ'sıdır.
Selçuklu şehir ve kasabalarında, orta ve küçük tüccarla, esnaf ve çeşitli zanaatkarlar kendi aralarında ayrı ayrı loncalar şeklinde teşkilatlanmışlardı. Fütüvvet teşkilâtı diye isimlendirilen bu sosyo-ekonomik ve dini birlik, üyelerin haklarını korurken, aynı zamanda da onları disipline etmekte, ekonomik ve sosyal hayatın en önemli unsurlarından birini oluşturmakta idi.

İslam ülkelerinde manevi birliği sağlamak maksadıyla Abbasi Halifesi Nasır-Lidinillah (1180-1225) tarafından resmi bir hüviyete kavuşturulan fütüvvet kurumu, Anadolu'da Ahi Evran (1172-1262)'ın şekillendirmesi ile Ahilik olarak tezahür etmiş ve burada çok büyük bir gelişme göstermiştir. Bizzat Türkiye Selçuklu Sultanları I. Aaaddin Keykavus (1214) ve I. Alaaddin Keykubad fütüvvet teşkilatına girmişler ve Anadolu'da ahiliğin gelişmesine önemli katkılarda bulunmuşlardır.
Ahi birlikleri bir taraftan meslekleri ile ilgili sıkıntıları çözmekte, diğer taraftan da mensuplarının devletle olan ilişkilerini düzenlemekteydiler. Mal ve kalite kontrolü, fiyatların belirlenmesi bunların gör...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

30 Aralık 2009, 00:17:29
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« Yanıtla #9 : 30 Aralık 2009, 00:17:29 »

6. HAFTA
BÜYÜK SELÇUKLULAR(1040-1157)

Selçukluların Siyasî Tarihi
Selçuklu Ailesi ve Kuruluş

Selçuk ailesi Oğuzların Kınık boyuna mensuptur. Selçuk’un babası Dokak (Dukak) adını taşımakta ve önemli bir aileden gelerek Oğuz Yabgu Devleti'nde mühim bir mevki işgal etmekte idi.
Dokak'ın soyundan İslamiyet'i kabul eden ilk kişi ise Selçuk’tur.
Selçukluların Cend'e geldikleri sırada, bölge çevresinde ikisi Türk, Karahanlı ve Gazneliler ile biri İranlı hanedanların yönetiminde, Sâmânîler olmak üzere üç devlet vardı.
Selçuk’un Mikail, Arslan, Yusuf, Musa isimlerinde dört oğlu vardı. En büyük oğlu Mikail, daha babası hayatta iken (995'ten sonra) bir savaşta olmuş, onun iki oğlu Tuğrul ve Çağrı beyler bizzat dedeleri Selçuk tarafından yetiştirilmiştir.

Çağrı Bey'in Gaznelilere rağmen Horasan'ı geçerek Doğu Anadolu'ya gerçekleştirdiği akın (1016-1021)
önemlidir. Bu akınla Ermeni ve Gürcüler karşısında başarılı olunmuş, çok fazla ganimet elde edilmesi yanında, o bölgede, gelecek Türklere mukavemet edebilecek ciddi bir kuvvetin bulunmadığı da tespit edilmiştir.
Gazneli Selçuklu ilişkileri üç safhada devam edecektir. Bunun ilk safhası Nesa çevresinde geçer. Nitekim 1035 Haziranının son haftasında (29 Haziran) Nesa sahrasında karşılaşılan Hacib
Begtoğdı (Beydoğdu) komutasındaki fillerle takviyeli Gazne ordusu, Selçuklular tarafından büyük bir mağlubiyete uğratılmıştır.
Selçuklu-Gazneli münasebetlerinin ikinci merhalesinde, Serahs yakınlarında Talhab denilen yerde
1038 Mayısının üçüncü haftasında Hacib Subaşı komutasındaki Gazneli ordusu, ağır bir yenilgiye
uğratılmıştır.
Selçuklularla Gazneliler arasındaki üçüncü büyük savaş daha önemli sonuçlar doğuracaktır.

Dandanakan savaşı
Üç gün boyunca (22-24 Mayıs 1040) suren çarpışmalar sonunda Gazne ordusu büyük bir hezimete uğradı. Hazineleri ve külliyetli miktardaki savaş malzemesi Selçukluların ellerine geçti. Neticede Gazneliler Horasan'ı kesin olarak  kaybederken, İran muhtemel hic bir direnci kalmayan acık bir ulke durumuna düşmüştü. Fakat savaşın esas önemli sonucu, Selçuklu Devleti'nin kesin olarak müstakil bir devlet tarzında kurulmuş olmasıdır. Nitekim muharebenin son günü Cuma namazından sonra Tuğrul Bey, Selçuklu Devleti'nin sultanı ilan edildi. Civar hükümdarlara fetihnameler gönderildi.

Dandanakan'dan bir ay sonra Selçuklu ileri gelenleri Merv'de, kurdukları devletin asıl teşkil ve tanzimini hedefleyen ve Tuğrul Bey'in konuşmasıyla acılan büyük bir kurultay düzenlediler.
Serahs ve Belh şehirlerinin dahil bulunduğu Ceyhun ve Gazne arasındaki bölge merkez Merv olmak üzere Meliku'l-Muluk Cağrı Bey'e; Herat merkez olmak üzere Bust ve Sistan havalisi Musa İnanç Yabgu'ya; Başkent Nişabur'da kalmak üzere Irak bölgesi bütün Selçukluların sultan sıfatıyla Tuğrul Bey'e verildi.

Tuğrul Bey (1040-1063)
Sultan Tuğrul Bey'in devletinin sınırlarını kuzey, güney ve doğu yönlerinde genişletmesi yanında, önemli icraatlarından biri de, Türkmen akınlarını Anadolu'ya kanalize etmek suretiyle, bu toprakların ebedi bir Türk yurdu olmasına katkısıdır.

İslam ülkelerine giren Türkmenler, isabetli bir biçimde Bizans ülkesine yönlendirildiler, böylece bölgenin Türkleşmesine önemli katkıları temin edildi. Futuhat bölgesine yakınlığı dolayısıyla Nişabur yerine buradaki Rey başkent yapılmıştır (1043).

Selçukluların her yöne doğru hızla fetihlerini sürdürdükleri sırada Abbasi Halifesi Şii Buveyhiler ve Fatımiler tarafından desteklenen Arslan Besasiri'nin baskısı altındaydı. Kaim-Biemrillah'ın daveti üzerine Tuğrul Bey Bağdat'a yöneldi. 18 Aralık 1055'te şehre girdi. Böylece 110 yıldan fazla surmuş olan Abbasi Hilafeti üzerindeki Buveyhi hakimiyetine son verildi.

Tuğrul Bey Ocak 1058'de Bağdat'a tekrar geldi. Bu sırada büyük törenler yapıldı. Halife Kaim-Biemrillah, Tuğrul Bey'e sancaklar, hil’atlar verdi, taç giydirdi, kılıç kuşattı. Onu Meliki'l-Meşrik ve'l-Mağrib ilan etti.
Bağdat'tan Tuğrul Bey'in ayrılmasını fırsat bilen Arslan Besasiri tekrar Bağdat'a girdi (Aralık 1058) ve el-Mansur Camiinde hutbeyi Mısır Fatımi Halifesi el- Mustansır (1036-1094) adına okuttu. Tuğrul Bey, İbrahim Yınal meselesini hallettikten sonra Bağdat'a üçüncü defa gelerek (Aralık 1059) Halife'yi tekrar makamına oturttu.
Tuğrul Bey, 4 Eylul 1063'te öldu. Tahran'a 22 km. uzaklıkta bulunan Rey'deki türbesine (Kümbed-i
Tuğrulî) gömüldü. Adaleti ve dindarlığı bütün kaynaklarda belirtilen Tuğrul Bey, zekası ve siyasi
 görüşlerindeki isabetiyle, Selçuklu ailesi içinde temayüz etmiş, bu sebeple Selçuklu Devleti"nin ilk sultanı olmuş ve 25 yıla yakın saltanatı esnasında temelini attığı Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nu başarıyla yönetmiştir.
Tuğrul Bey'in dindar bir hükümdar idi. "Kendime saray yapıp yanında Allah 'in evini (cami) inşa etmezsem utanırım " sözü ona aittir. Kaynaklar Pazartesi ve Perşembe günleri daima oruçlu olduğunu da eklerler. Alimlere ve din adamlarına sevgi ve saygı onun tabiatıdır. Adaleti, şefkati, ihtiyatlılığı, sabrı, tahammülü ile göçebe bir teşkilatın reisliğinden imparatorluğun başına geçebilmiştir. Onun ölümünde devletin sınırları; Ceyhun'dan Fırat'a kadar ulaşmış, Türkmenleri Bizans'ın idaresinde bulunan Anadolu'ya sevk ederek burasının bir Türk yurdu haline gelmesine de yardımcı olmuştur.

Alp Arslan (1064-1072)
Alp Arslan 26 Nisan 1064'te Selçuklu tahtına oturdu. Bunun üzerine Abbasi Halifesi
Kaim-Biemrillah tarafından bir elcilik heyeti ile kutlanan Alp Arslan'a, Halife tarafından "Şehinşahü'l- Azam, Melikü'l-Arap ve'l-Acem" gibi birçok lakap ve unvanlar tevcih edilmiş, kılıç, hil'at, sancak ve çok sayıda değerli hediyeler de gönderilmiştir. Bu sırada o, otuz altı yaşındaydı. Önce ismi kendisi ve oğlu Melikşah'ınki ile birlikte yaşayacak olan Siyasetname sahibi Nizamu'l-Mülk’ü vezirliğe getirdi (29 Aralık 1064). Aile içi problemleri halledip üst düzey görevliler arasında değişiklikler yaptıktan sonra da fütuhata başladı.
Bizans'a bağlı olup çok iyi korunan ve "asla fethedilemez" şeklinde nitelenen, surlarıyla meşhur Ani fethedildi (16 Ağustos 1064). Buranın alınması İslam dünyasında çok olumlu yankılara neden oldu. Bu başarıyı bir beyanname ile kutlayan Halife, Alp Arslan'a Ebu'l-Feth unvanını vermiştir.

1065 yılında doğu seferine çıkan Alp Arslan, Ceyhun'u geçerek Türkistan’a girdi. Bu ilk Türkistan seferi
ile atalarının eski ülkesinin Maveraunnehir'e komşu kısımlarını Selçuklu Devleti'ne bağlamıştır.
1070'te Mekke Şerifi Muhammed b. Ebu Haşim Alp Arslan'ın huzuruna geldi ve Mekke'de hutbenin
Abbasi Halifesi ve Selçuklu Sultanı adına okunduğunu bildirdi.

Malazgirt Meydan Muharebesi (26 Ağustos 1071)
Romanos Diogenes, Türkleri Anadolu'dan kesin olarak çıkarmak amacıyla, kalabalık ve değişik
topluluklardan oluşmuş bir ordunun başında 13 Mart 1071'de İstanbul'dan hareket etti.
200.000 civarında askere sahiptir.
Alp Arslan, birlikte kılınan Cuma namazından sonra beyazlar giyinmiş, kokular surunmuş olarak askerlerinin başına geçmiş, onlara yaptığı kısa hitabede; Şehit düşerse vurulduğu yere gömülmesini, kendisinden sonra oğlu Melikşah'a itaat edilmesini bildirmiştir.

Savaş, Bizans ordusunun hücumuyla başladı. R. Diogenes'in hücumuna Alp Arslan, sahte ricatla cevap verince, sonuçta ordugahından uzaklaşan İmparator, akşama doğru pusuların olduğu yere gelip dayandı. Türk çemberi içinde kalan Bizans ordusu çok kotu bicimde mağlup olmuştu (26 Ağustos 1071). Bizzat İmparator esir duştu, fakat hayatı bağışlandı ve 3 Eylül 1071'de ülkesine iade edildi.

Malazgirt zaferinin sonuçlan, değişik yönlerden geniş bicimde incelenebilir. Bununla birlikte milli
tarihimiz ve İslam Tarihi acısından en önemli sonucunun, Anadolu'nun bir daha değişmemek üzere ebedi olarak Türk ve Müslüman yurdu olması sureci bu zaferle başlamıştır.

Alp Arslan, 1072 yılının Eylül ayında bölgede bozulan nizamı düzeltmek ve Karahanlı hükümdarı Nasr Han’ı cezalandırmak üzere Türkistan seferine cıktı. Alp Arslan’ın 200.000 kişilik buyuk bir ordunun ile hareket ettiği kaynaklarda yer almaktadır. Bu sefer esnasında kuşatılan Barzam kalesi muhafızı Yusuf Harezmi’nin suikastı sonucunda aldığı yaralar dolayısıyla 25 Kasım 1072'de 43 yaşında vefat etti ve Merv'de defnedildi.

Melikşah (1072-1092)
Alp Arslan, muhtemel kardeş kavgalarını önlemek amacıyla, Melikşah'ı veliahd ilan etmiş ve bunu birçok kere teyit etmiş, hatta Abbasi Halifesi Kaim-Biemrillah'ın da onayını almıştı. Babasıyla birlikte veya ayrı olarak, değişik cephelerde kahramanlıklar göstermiş, tecrübe kazanmış olan Melikşah, başta vezir Nizamu'l-Mülk olmak üzere devlet erkanı, komutanlar ve ulemanın da tasvibiyle, Selçuklu tahtına oturdu (25 Kasım 1072)
Melikşah'ın batı bölgesinde olduğu gibi, devletin doğu sınırlarını da genişletme gayreti içinde olduğu görülür. Nitekim Batı Karahanlı Hükümdarı Ahmet Han (1081-1089)'ın halk ve ulema ile arasının açılması, bunun üzerine ulemanın kendisini davetini değerlendiren Melikşah, önce Buhara ve daha sonra da Semerkant'ı alarak, Karahanlıların batı kolunu Selçuklulara bağlamıştır (1088-89).

Büyük Selçuklu Devleti'ni Cin'den Boğaziçi’ne, Akdeniz'e Kafkaslardan ve Aral golünden Hint Denizi ve
Yemen'e kadar genişleterek dünyanın en büyük imparatorluklarından biri haline getirmiş olan Melikşah, otuz sekiz yaşında 20 Kasım 1092'de Bağdat'ta zehirlenme sonucu öldü.

Sultan Melikşah'ın zehirlenerek olumu, kendisinden bir ay kadar önce 14 Ekim 1092'de, devletin yaklaşık otuz senedir vezirliğini yapmış olan Siyasetname sahibi Nizamu'I-Mülk’ün de İsfah...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Sayfa: 1 [2] 3   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes