> Forum > ๑۩۞۩๑ Açık Öğretim & İlitam Dunyasi ๑۩۞۩๑ > Sakarya İlitam > Ders Notları ve Özetler > İslam Tarihi 9-14.haftalar
Sayfa: [1] 2   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: İslam Tarihi 9-14.haftalar  (Okunma Sayısı 4378 defa)
30 Aralık 2009, 16:54:55
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« : 30 Aralık 2009, 16:54:55 »



9. HAFTA
OSMANLI DEVLETİ’NİN DURAKLAMA DÖNEMİ

Sokullu Mehmed Paşa 1564'de vezir-i âzamlığa Kanunî tarafından getirilmişti. II. Selim zamanında Sokullu, devleti tek başına idare etmişti. III. Murat zamanında, ise bağımsız olarak iş yapmasına imkân verilmedi. Sonunda 1579'da hançerlenerek öldürüldü. Eyüp'te yaptırdığı türbesine defnedildi. Sokullu'nun vefatı ile Osmanlı Devleti, (1683)'teki İkinci Viyana kuşatmasına kadar sürecek olan bir Duraklama Dönemine girmiştir.

III. MEHMED (1595–1603)
1590 yılında Avusturya-Almanya ile anlaşma yenilenmişti. Avusturya ile Osmanlı Devleti'nin arası açılmış çeşitli tahriklerle Avusturya'ya savaş ilân edilmişti. Birinci yıl, Sinan Paşa bazı mevziî başarılar elde etmişti. Fakat Avusturya, Eflâk ve Boğdan'la ittifak yaparak üç koldan Osmanlı topraklarına saldırmışlardı. III. Mehmet’in tahta geçtiği sırada da Estergon ve Vişigrad'ı ele geçirmişlerdi (1595)
Eğri Seferi ve Haçova Zaferi:
Cepheye gitmek istemeyen askerin ve hocası Saadeddin Efendi'nin ısrarı üzerine III. Mehmed, Avusturya seferine çıktı. 1596'da Eğri kalesi alındı. Sonra Avusturya imparatorunun kardeşi Arşüdük Maximilien'in kumandasındaki Haçlı ordusu ile Osmanlı ordusu, Haçova'da iki gün savaştılar. Hoca Saadeddin Efendi'nin cesareti, telkini ve sebatı ile haçlılar mağlup edildi (26 Ekim 1596). Daha sonra Kanije fethedildi ve muhafızlığına Tiryakı Hasan Paşa tayîn edildi (1600).
III. Mehmet 21 Aralık 1603 tarihinde vefat etmiştir. Dokuz yıl kadar hükümdarlık yapmıştır. Kendisi çok terbiyeli, halim, vakarlı, sakin aynı zamanda vehimli ve mütereddit bir kimsedir. Devrindeki Celâli isyanları ve İran vaziyeti, kendisini çok müteessir etmişti.

I. AHMED (1603–1617):
III. Mehmet’in ölümü ile yerine geçen oğlu I. Ahmet, 14 yaşında idi. Devri karışıklıklar içinde geçmiştir. 1614 yılında Malta'ya bir sefer yapılmış fakat 49
alınamamıştır. Avusturya savaşı, I. Ahmet devrinde de devam etmiştir. Lala Mehmet Paşa, Estergon'u geri almış ve ardından 11 Kasım 1606'da yapılan Zitvatoruk anlaşması ile 13 sene süren savaş sona erdirilmiş oldu. Böylece 57 yıl devam edecek bir sulh devri sağlandı. Anlaşma Türklerin lehine idi. Anlaşmaya göre, bundan böyle imparatora gönderilen nâmelerde kral yerine imparator tâbiri kullanılacak, yıllık vergi kaldırılacak, Avusturya'nın eline geçen Yanık (Raab), İstolni Belgrad, Peşte Osmanlılara iade edilecekti.
I. Ahmet Kasım 1617'de 28 yaşında iken vefat etti. 14 yaşında hükümdar olan I. Ahmet, 14 yıl hükümdarlık yapmış, 28 yaşında da vefat etmiştir. Sultan Ahmet Camii’ni yaptırarak namını ebedileştirmiştir.

Celâli İsyanları: Anadolu'da Kanunî devrindeki iktisadî durumun bozulması, düşük akçelerin kesilmesi ve uzun süren İran ve Avusturya savaşları, merkezî otoriteyi yıpratmış, iç isyanlar baş göstermiştir.

I. MUSTAFA (1617–1618)
I. Ahmet’in vefatından sonra Kösem Sultan'ın da teşviki ile I. Ahmet’in oğullarının küçüklüğü sebep gösterilerek Osmanlı veraset sistemi değiştirilmiş ve tahta, aklî dengesi bozuk olan I. Mustafa geçirilmiştir. Hastalığı devam ettiği için de üç ay sonra tahttan indirilerek yerine I. Ahmet’in oğlu Osman getirildi.

II. OSMAN (1618–1622)
Genç Osman, tahta geçtiği zaman 14 yaşında idi. Genç olmasına rağmen Islahat ve yenilik taraftarı idi. Ancak devletin yapısını, işleyişini ve kuvvetler dengesini bilmiyordu. Hocası Ömer Efendi ile kızlar ağası Mustafa Ağa ve annesi Mahfîruz'un tesiri altında kalıyordu. Devlet işlerini çok çabuk kavramıştı. Fakat kendisine yol gösterecek değerli rehberlerden mahrum idi.

Kazakların denizden Boğaziçi’ne kadar gelip yağma yapmaları üzerine padişah 29 Nisan 1621'de Lehistan seferine çıktı. Sefer 8 ay sürdü. Lehistan ile Hotin kalesi önünde yapılan savaşta belli bir başarı elde edilemedi ve anlaşma yapıldı. (5 Ekim 1621). Büyük bir zafer kazanmış gibi merasimle gelen Genç Osman, hacca gitmek bahanesiyle İstanbul'dan ayrılmak, bozulan yeniçeri ve kapıkulu ocaklarını ortadan kaldırmak ve yeni bir ordu kurmak istiyordu. Bunu hisseden yeniçeri ocakları ayaklandılar. (18 Mayıs 1622)'de Genç Osman'ı tahttan indirdiler.

II. Osman, Lehistan seferine çıkarken arkasında yetişmiş bir şehzade bırakmamak için (1621)'de 16 yaşındaki kardeşi Mehmet’i öldürtmüştür.

IV. MURAT (1623–1640)
I. Ahmet’in hayatta bulunan oğullarının en büyüğü olan IV. Murat, on bir buçuk yaşında Osmanlı tahtına geçti (9 Eylül 1623). Annesi Kösem Sultan, Ona niyabet ediyordu. İstanbul'daki karışıklıklar, Anadolu'da Abaza Mehmet Paşa'nın, yeniçerilere karşı giriştiği hareketler devam ederken 1623 yılında, Bekir Subaşı adında bir zorba subay Bağdat’ta karışıklıklara sebep oldu. Bekir Paşa'nın oğlunun ihaneti ile İran Şahı Abbas, Bağdat'ı ele geçirerek Bekir Paşa'yı öldürdü.

1625'de vezir-i azam yapılan Hafız Ahmet Paşa, uzun süre Bağdat’ı kuşattığı halde, daha sonra askerin ayaklanması sebebiyle alamadan geri döndü (1626 Temmuz). 1630'da Bağdat üzerine giden Hüsrev Paşa da şehri alamadan döndü.
Çocuk yaşta tahta geçen IV. Murat, devlet işlerini kavramaya çalışıyordu. Devleti Kösem Sultan'la kızlar ağası idare ediyorlardı. Bazı tayin ve azillere kızan ve tahrikle harekete geçen yeniçeriler, Padişahı ayak divanına davet etmiş, söz dinlememiş ve Hafız Ahmet Paşa'yı gözleri önünde öldürmüşlerdir.

Revan ve Bağdat Seferleri (1635) :
Kanunî’den beri terk edilen padişahların sefere gitme âdetini yeniden dirilten IV. Murat, ordusunun başında sefere çıktı. Revan’ın kuşatılıp kalenin düşmesine rağmen yardım gönderilmediği için İran, Revan’ı geri almıştır. 
Revan ve Bağdat fatihi olarak anılan IV. Murat, Şubat 1640'ta yirmi dokuz yaşında vefat etmiştir. I. Ahmet türbesine defnedilmiştir. Vezir-i azamı Kemankeş Kara Mustafa Paşa idi. Hükümdarlığı 16 yıl sürmüştür. Devlet nizamını kurmada epey mesafe kat etmiş, fakat vakitsiz ölümü ve değerli kardeşlerini öldürtmüş olması, işlerin aynı ölçüde devamını önlemiştir.

I. İBRAHİM (1640–1648)
IV. Murat’ın âni ve vakitsiz ölümü, yeniçeriler ve sipahilerle Kösem Sultan'a yaramıştır. I. İbrahim, Osmanlılardan hayatta kalan tek kişi idi. Bundan sonraki Osmanlı Padişahları onun neslinden gelmiştir. Vezir-i azam Kemankeş Kara Mustafa Paşa, devleti müstakil olarak idare ediyordu. Kendisine muhalif olanları bertaraf etmiş, nüfus ve emlâk sayımı yaptırmış, vergiler ve diğer gelirleri tanzim ettirmiş, israfı önlemeye çalışmış ve bütün bunlar sebebiyle de pek çok düşman kazanmıştı.

Sultan İbrahim, Dilâver Ağa'nın vezirliğini kabul etmeyen, Kethüda kadının odununu vaktinde göndermeyen ve Padişah'a karşı ileri geri konuşan Kemankeş Kara Mustafa Paşa'yı öldürttü (1644 Ocak)
Sultan İbrahim, asabî mizaçlı, sabırsız bir kimse idi. Hiç uğruna birçok devlet adamını öldürtmüştü. Bütün bu olaylar, ocak ağalarının harekete geçmelerine, Kösem Sultan'ın da yardımıyla Sultan İbrahim'in tahttan indirilmesine ve yerine 7 yaşındaki oğlu IV. Mehmet'in tahta çıkmasına sebep olmuştur (7 ağustos 1648).

IV. MEHMED (1648–1687
IV. Mehmet'in annesi Hatice Turhan 24 yaşındayken saltanat nâibesi oldu. Hatice Turhan Sultan, devletin bozulan nizamını düzeltmek, anarşiyi ortadan kaldırmak için vezir-i azamları birbiri ardınca değiştirdi. Fakat aradığını bir türlü bulamadı. 1656 yılı Şubatında Girit Serdarı Gazi Hüseyin Paşa sadârete getirildi. Fakat Hüseyin Paşa, daha Girit'ten gelmeden kendilerine düşük akçe verilen yeniçeriler ayaklandılar, 30 kişinin kellesini istediler. 14 yaşındaki padişah, bu istekleri mecburen yerine getirdi. Hüseyin Paşa, işe başlamadan azledilmiş ve daha sonra da Mimar Kasım Ağa ile Solakzâde Mehmed Hemdemî Efendi'nin İsrarla tavsiyesi üzerine, Sadârete Köprülü Mehmed Paşa getirildi (13 Eylül 1656).

Köprülü Mehmet Paşa'nın Sadâreti (1656–1661): Köprülü Mehmet Paşa, 80 yaşlarında geniş yetkilerle vezir-i azamlığa getirildi. Memleketin her tarafı IV. Murat'ın ilk yıllarında olduğu gibi isyan ve anarşi içinde idi. Erdel ve Lehistan meselelerini de halleden Köprülü Mehmet Paşa, Anadolu'daki asayişi temin etmek için harekete geçmiştir. Köprülü Mehmet Paşa Ekim 1661'de beş yıl bir buçuk ay sadaretten sonra vefat etmiştir.
24 Temmuz 1660 tarihinde İstanbul'da büyük bir yangın çıkmış, sur içindeki şehrin üçte biri yanmıştır.

Köprülüzâde Fâzıl Ahmet Paşanın Sadâreti(1661–1676) : Köprülü Mehmet Paşa'nın vasiyetine uyularak, yerine 25–26 yaşlarında bulunan oğlu Fazıl Ahmet Paşa, devletin en genç vezîr-i azamı olarak işbaşına getirildi.
Zitvatoruk anlaşmasının üzerinden 56 yıl geçmişti. Avusturya'nın Yeni Kale'yi yaptırması ve harp hazırlığı sebebiyle Fazıl Ahmet Paşa, 120.000 askerle sefere çıktı. Avusturya, yıllık vergi ve hediye teklif ettiyse de kabul edilmedi. Uyvar kalesi kuşatılarak 37 gün içinde alındı. Kışı Belgrat’ta geçiren Köprülü-zâde, Yeni Kale'yi alıp yıktırdı. Niyeti Yanık Kaleyi de almak ve Viyana'yı tehdit altında tutmaktı. Vasvar anlaşması imzalandı (1 Ağustos 1664). Anlaşmaya göre fethedilen kaleler, Osmanlılarda kalacak, Avusturya bir defaya mahsus olmak üzere harp tazminatı mukabilinde 200.000 altın florin verecekti.

Girit Fethinin Tamamlanması:
1645'de açılan Girit seferi 21 yıldır devam ediyordu. Bütün Avrupa Girit'e yardım gönderiyordu. Hazırlıklarını tamamlayan Fazıl Ahmet Paşa 3 Kasım 1666'da Girit'e çıktı ve 26 Mayıs 1667'de Girit'in merkezi Kandiye'yi kuşattı. İki yıl süren kuşatmada 1 Haziran 1669'da son taarruz başlatıldı. Sonunda Kandiye'yi müdafaa eden Morosini, daha fazla dayanamayacağını anladığından sulh istedi. 5 Eylül'de anlaşma yapıldı ve Kandiye, içindeki 1100 top ve di...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: İslam Tarihi 9-14.haftalar
« Posted on: 30 Nisan 2024, 07:54:30 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: İslam Tarihi 9-14.haftalar rüya tabiri,İslam Tarihi 9-14.haftalar mekke canlı, İslam Tarihi 9-14.haftalar kabe canlı yayın, İslam Tarihi 9-14.haftalar Üç boyutlu kuran oku İslam Tarihi 9-14.haftalar kuran ı kerim, İslam Tarihi 9-14.haftalar peygamber kıssaları,İslam Tarihi 9-14.haftalar ilitam ders soruları, İslam Tarihi 9-14.haftalarönlisans arapça,
Logged
30 Aralık 2009, 16:58:38
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« Yanıtla #1 : 30 Aralık 2009, 16:58:38 »

10. HAFTA
OSMANLI DEVLETİ: MÜESSESELER
DİVAN-I HÜMÂYUN

İslâm dünyasında, Hz. Ömer ile başlayan divan teşkilatı, daha sonra değişik şekil ve isimlerle gelişip devam etti. Osmanlı döneminde bizzat padişahın başkanlığında önemli devlet işlerini görüşmek üzere toplanan Divan'a, "Divan-ı Hümâyun" denirdi.

Divan, hangi din ve millete mensub olursa olsun, hangi sınıf ve tabakadan bulunursa bulunsun, kadın erkek herkese açıktı. Memleketin herhangi bir yerinde haksızlığa uğrayan, zulüm gören veya mahalli kadılarca haklarında yanlış hüküm verilmiş olanlar, vali ve askerî sınıftan şikâyeti bulunanlar, vakıf mütevellilerinin haksız muamelelerine uğrayanlar vs. gibi davacılar için divan kapısı daima açıktı. Divanda önce halkın dilek ve şikâyetleri dinlenir, ondan sonra devlet işleri görüşülüp karara bağlanırdı,

Divanda idarî ve örfî işler vezir-i azam, şer'î ve hukuki işler kadıasker, malî işler defterdar, arazi işleri de nişancı tarafından görülürdü. Divan müzakereleri o günkü rûznâmeye (gündem) göre yapılırdı. Divandan sonra Yeniçeri ağası padişah tarafından kabul olunarak ocak hakkında bilgi alınırdı. Ondan sonra kadıaskerler huzura girip kendileri ile ilgili işleri arzederlerdi. Bundan sonra da vezir-i a'zam ile vezirler ve defterdar kabul olunurdu.

      DİVAN ÜYELERİ

Kuruluş döneminde divanın asil üyeleri: Vezir-i azam, kadıasker, defterdar ve nişancıdan oluşmaktaydı.

       Vezir-i Azam ve vezirler
Osmanlıların ilk dönemlerinde divanda sadece bir vezir bulunuyordu. O da ilmiye sınıfına mensuptu. Daha sonra vezir sayısı artınca birinci vezire "Vezir-i a'zam" denildi. Osmanlı Devleti’nde ilk vezir Alaeddin Paşa’dır. Vezir-i azam, padişahtan sonra devletin en büyük reisi ve hükümdarın mutlak vekili olduğundan, sözü ve yazısı padişahın iradesi ve fermanı demekti.

Kadıasker
Osmanlı Devleti'nde askerî ve hukukî işlerden sorumlu olan kadıaskerlik teşkilatı kuruluşundan itibaren mevcut olan bir kurumdur. Osmanlı Devleti'nde ilk kadıaskerin Bursa Kadısı Çandarlı Kara Halil Hayreddin Pasa olduğu belirtilmektedir. Kelime olarak lügat mânâsı “asker kadısı" demek olan kadıaskerlik, Osmanlı ilmiye teşkilâtı içinde önemli hir mevki idi. Bununla beraber, Divan-ı Hümâyun azası olan kadiaskerin vazifeleri sadece askerî saha ile sınırlı değildi. Kadıaskerler aynı zamanda bütün sivil adlî işlere de bakıyorlardı. On-lar, belli seviyedeki bazı kadı ve nâiblerin tayinlerini de yapıyorlardı. Divan' toplantılarında vezir-ı a'zamın sağında vezirler, solunda da kadıaskerler yer alırdı.

      Defterdar
Defter ile dâr kelimelerinden meydana gelen bir terkib olan “defterdar” “deftertutan” demektir. Bir bakıma günümüzdeki Maliye bakanlığı karşılığıdır. Osmanlılar, XIV. asrın son yarısında ve Sultan I. Murad zamanında maliye teşkilâtının temelini atıp onu tedricen geliştirmişlerdir.

Genel olarak devlet gelirlerini çoğaltmak, gerekli yerlere sarf etmek ve fazla olanı da muhafaza altında bulundurmak vazifesi ile yükümlü bulunan defterdar, Osmanlı Devleti'nin kuruluş yıllarında bu görevleri yerine getiriyordu. Devletin kuruluş yıllarında bir defterdar varken, daha sonra, yeni yerlerin feth edilmesi ve ihtiyaçların çoğalması yüzünden sayıları artırıldı. Bunlar, II. Bâyezid dönemine kadar Rumeli'de hazineye ait işlere bakan Rumeli defterdarı veya baş defterdar ile Anadolu'nun malî işlerine bakan Anadolu defterdarı olmak üzere iki kişi idi. Defterdar tabiri, 1253 (1838) senesinin Zilhicce ayında sadır olan Hatt-ı hümâyun mucibince terk edilerek verine "Malîye Nezareti" tabiri kullanılmıştır.

       Nişancı:
Osmanlı devlet teşkilâtında Divan-ı Hümâyunun önemli vazifelerinden birini yerine getiren görevli için kullanılan bir tabirdir. Nişan kelimesinden türetilmiş olan "Nişancı", ferman, berat, menşur, nâme, mektup, ahidnâme, hüküm gibi devlet resmî evrakının baş tarafına padişahın, imzası demek olan nişanı koyardı

Osmanlı devlet teşkilâtında XVIII. asır başlarına kadar önemli bir makam olan nişancılık, daha önceki Müslüman ve Müslüman Türk devletlerinde de vardı. Nişancılık müessesesinin başında bulunan görevliye Osmanlılarda nişancı denirken. Abbasîler'de buna "Reisu Divani'l-İnşa" deniyordu.

Nişancı, Divan-ı Hümâyun azası olmasına rağmen, vezir rütbesini haiz değilse kanun gereği arz günlerinde padişahın huzuruna kabul edilmezdi. Sadece nişancılığa tayin edildiği zaman bir defa padişahın huzuruna girip tayinlerinden dolayı teşekkür ederdi. Nişancılık 1836 yılında tamamen lağvedilerek vazifeleri “Defter emini”ne verilmiştir.

SARAY TEŞKİLATI
İlk Osmanlı sarayı, mütevazı bir şekilde Bursa'da yapılmıştı. Bundan sonra Edirne'de saraylar inşa edilmişti. İstanbul'un fethinden sonra Fâtih Sultan Mehmed tarafından bugünkü Bâyezid'de İstanbul Üniversitesi'nin bulunduğu sahada bir saray yaptırılmıştı. Fakat daha sonra beğenilmeyen bu sarayın (Eski saray) yerine Marmara ile Haliç arasında bulunan tepe (Sarayburnu) üzerinde yeni bir saray inşa edilmişti. Yeni saray adı verilen bu saray (Topkapı Sarayı), padişahın ailesine mahsus daireler (harem), Enderun ve dış hizmetlerle alâkalı Birûn adı verilen üç kısımdan teşekkül etmekteydi.

Enderun:
Osmanlı Devletinde XV. asır ortalarından itibaren medrese dışında en köklü ve sağlam ikinci eğitim kurumu, Enderûndu. Sarayın, Enderun halkını, devşirme denilen bazı Hıristiyan tebaa çocukları veya harplerde esir alınıp yetiştirilen gençler meydana getiriyordu. Bunlar, devşirme kanununa göre sekiz ila on sekiz yaşları arasında toplanıp önce Enderun dışındaki Edirne Sarayı, Galatasaray! ve İbrahim Paşa Sarayı gibi saraylarda terbiye ve tahsil görüp Türk-İslâm âdet ve geleneklerini öğrendikten sonra Enderun'daki ihtiyaç ve kıdemlerine göre yeni saraydaki küçük ve büyük odalara verilirlerdi. Bunlar, burada da tahsile devam edip saray âdap ve erkânını öğrendikten sonra yeteneklerine göre Seferli, Kiler ve Hazine odalarından birisine çıkarılırlardı. Bundan sonra da en mümtaz oda olan Has oda gelirdi. Kiler ve Hazine odasındaki eskiler, yani kıdemlilerin seçmeleri münhal vukuunda (boşaldığında) buraya verilirlerdi. Veya zamanları gelince kapıkulu süvarisi olarak dışarı çıkarılırlardı.

      Harem:
Harem, Osmanlı padişahlarının hususi evi konumunda olan binalar manzumesidir. Topkapı Sarayı'nda ikinci avlunun solunda Divân-ı Hümâyunun arka kısmında yer alan Harem-i Hümâyun, genellikle Haliç'e nazır çeşitli sofalar, koridorlar, daireler, odalar, çeşmeler ve hizmet binalarından meydana gelmektedir. İslâm dünyasında eskiden beri yaygın olarak bilinen bir terim olarak harem, sarayların ve büyükçe evlerin sadece hanımlara tahsis edilen bölümü ve selamlığın mukabili olarak kullanılmıştır. Topkapı Sarayı da Osmanlı padişahlarının sarayı olduğundan, padişahın aile efradı ve onlara hizmet eden kadınlara tahsis edilmiş bölümüne Harem-i Hümâyun denilmiştir. Haremin (aile) reisi ve efendisi padişah olduğuna göre buradaki hiyerarşi ile mevcud binaların konumu, tefrişi, mesafeleri hep hünkâr dairesi esas alınarak belirleniyordu. Böylece valide sultan, hasekiler (kadın efendiler), şehzadeler, padişah kızları (sultanlar), ustalar, kalfalar ve cariyelerin daireleri belirli bir tertip içerisinde yer alıyorlardı. Harem halkını, padişah, valide sultan, padişah hanımları, sultanlar ve şehzadeler gibi haremde hizmet edilenler ile ustalar, kalfalar, cariyeler şeklinde hizmet edenler olmak üzere iki grupta değerlendirmek mümkündür.

       Ak ve Kara Hadım Ağaları
“Ağa-i Bâbu's-Saâde” denilen kapı ağası, hadım ak ağalarından olup yeni sarayın baş nâzırı, ve “Bâbu's-Saâde”nin âmiri idi. Başka bir ifade ile bunlar, Osmanlı sarayının “Bâbu's-Saâde” denilen kapısını muhafaza ile vazifeliydiler. XVI. asrın sonlarına kadar sarayın en nüfuzlu ağası Bâbu's-Saâde veya Kapı ağası idi. Kapı ağası, Haremin en büyük zabiti durumunda idi. Kapı ağasının emrindeki Ak hadımlar, sarayın kapısını muhafaza etmekte olup sayıları otuz civarında idi.

Bîrûn Erkânı:
sarayın Enderun dışındaki hizmet erbabından olup emir-i alem, kapıcılar kethüdası, çavuşbaşı, mirahur, bostancı ve bunların maiyetinde bulunan memurlar da "Bîrûn" erkânı içinde yer alıyorlardı.

OSMANLILARIN İLK ASKERÎ TEŞKİLÂTI
Bizans İmparatorluğu'nun hudutlarında bulunan ve Osman Gaziye bağlı olan Türk aşiretleri atlı idiler. Osman Bey zamanında harplere iştirak edip fetih yapanlar bu aşiret kuvvetleri idi. Aşiret kuvvetleri, başlarında serdarları olmak üzere Osman Bey'in hizmetine giriyor, fetihlerin sonunda ganimetlerden pay alıyor ve zapt edilen topraklardan yerleşme hakkı elde ediyorlardı. Toprağa yerleşen Türkmenler, tasarruf ettikleri yer karşılığında Osman Gazi'ye tabi oluyorlardı. Tımarlarının gerektirdiği sayıda atlı askeri de savaşa gönderiyorlardı. Osman Bey, uç beyi olduktan sonra kendisi ile yakın çevresini koruyan ve yevmiye hesabı ile ücret alan askerlerin sayısını artırdı. Bunlar, Selçuklularda olduğu gibi "Kul" veya "Nöker" adı ile anılıyorlardı. Ulûfeli askerlerin sayısı, beyliğin gücü ile orantılı olarak artıyordu. Bu bakımdan beyliğin sınırları genişledikçe Osman Bey'in kapısındaki kul sayısı da artıyordu.

Atlı olan aşiret birlikleri, özellikle kale muhasaralarında fazla tesirli olamıyorlardı. Bundan başka fetihler sonucu arazi genişleyip birçok gayr-i müslimin, devletin vatandaşı durumuna gelmesi ve muhasaraların uzaması üzerine aşiret kuvvetleri, istenilen zamanda istenilen yere ulaşamıyorlardı. Bu sebeple Orhan Bey döneminde yeni ve devamlı bir askerî birliğe ihtiyaç duyuldu.

YAYA VE MÜSELLEMLER
Fetihlerin devamı için zarurî olan ordunun organizasyonu, yani, ilk düzenli birlikler, Bursa’nın fethinden sonra ve İznik'in fethinden önce...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

30 Aralık 2009, 17:01:00
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« Yanıtla #2 : 30 Aralık 2009, 17:01:00 »

11. HAFTA
OSMANLI MALİYESİ

Osmanlı maliye teşkilâtının başında "Defterdar" adı verilen bir görevli bulunmaktadır. Bu görevli, günümüzdeki Maliye Bakanlarının yerine getirmekle yükümlü oldukları görevleri yapıyordu. Önceleri teşkilatın başında bir defterdarla, onun maiyeti vardı. Bütün malî işlerden bu Baş defterdar sorumlu idi. Ancak zamanla Osmanlı ülkesinin genişlemesi üzerine defterdar sayısı ikiye çıkarıldı.

Osmanlı maliyesi, "Miri hazine" (veya dış hazine) ile Enderun (veya iç hazine) hazinesi olmak üzere iki kısımdı. Dış hazinenin görev ve yetkisi, devletin genel gelirlerini toplamak ve gerekli masrafları yerli yerinde kullanmak şeklinde belirlenmişti. İç hazine ise padişaha aitti. Padişahlar, bu hazineyi istedikleri şekilde kullanıyorlardı. Şayet dış hazinenin parası yetişmez ise iç hazineden borçlanmak suretiyle ödünç para alınırdı. Dış hazine, vezirde bulunan hükümdar mührü ile açılıp kapanırdı. Hazine, defterdarın sorumluluğu, vezirin denetimi altında idi.
Osmanlı parasının Osman Gazi döneminde tedavüle çıktığı anlaşılmaktadır. Gümüşten mamul Osmanlı parasına "akça" deniyordu. Her padişah, hükümdarlık alameti olarak kendi adına para bastırırdı. Osmanlı hükümdarları Fâtih Sultan Mehmed dönemine kadar gümüş ve bakır para bastırdılar. Kuruluş döneminde ve daha sonraki dönemlerde paranın ayarına ve saf gümüş olmasına özen gösteriliyordu

      VERGİLER

Osmanlı maliyesinin farklı gelir kaynakları vardı. Bunların başında da halktan toplanan vergiler geliyordu. Tarihî bir vakıa olan vergi, amme hizmetlerinin muntazam bir şekilde devamlılığını temin için başvurulan bir çaredir. Bu yüzden verginin, devletlerin ekonomik ve sosyal hayatlarında önemli bir yeri bulunmaktadır.

Osmanlı devlet sisteminin önemli müesseselerinden biri olan mâliyenin, temel dayanağını teşkil eden vergi, genel mânâda iki ana bölüme ayrılır. Bunlardan biri tamamiyle şeriata dayanan ve esas itibarı ile Kitab (Kur'an) ile Sünnet'ten kaynaklanan "Şer'î Vergiler"dir ki buna "Tekâlif-i Şer'iyye" denmektedir. İkincisi de baş gösteren malî sıkıntılar yüzünden devlet tarafından bir zorunluluk sonucunda konan "Örfî Vergiler"dir ki buna da "Tekâlif-i Örfiye" denir.

      ŞERİ VERGİLER (TEKÂLİF-İ ŞER'İYYE)
      ZEKÂT

      Osmanlılarda daha ziyade gayr-i müslim tebeayı ilgilendiren vergilerden biri, Haraç adını taşımaktadır. İslâm vergi hukukunda olduğu gibi Osmanlılarda da Haraç iki kısma ayrılmaktadır. Bunlar Harac-ı Muvazzaf ve Harac-ı Mukasem adını taşımaktadırlar.
      Harac-ı Muvazzaf, arazi üzerine maktu bir şekilde konmuş bulunan akça olup zaman ve mıntıkalara göre farklı isimler alıyordu. Bunların bir kısmı adeta toprağın ücreti olarak alınmaktaydı. Bu gruba girenlerden bir kısmını şöyle isimlendirmek mümkün olacaktır: Resm-i Çift, Resm-i Zemin, Resm-i Âsiyâb, Resm-i Tapu, Bir kısmı da bir çeşit şahsî vergilere girmekteydi ki bunlar da: Resm-i Arûs, Resm-i Mücerred, İspenç ve Dühan gibi isimler alıyordu. Biraz aşağıda görüleceği gibi Harac-ı Mukasem, Osmanlılar döneminde "öşür" kelimesi ile ifade ediliyordu. Bu bakımdan biz de öşür bahsinde ona temas edeceğiz.
     
      ÖŞÜR
      Bilindiği gibi İslâm vergi hukukuna göre, ziraî mahsullerden belli nisbetler şartlar dâhilinde Müslüman tebeadan alınan vergiye Öşür denir. Osmanlı Devleti'nin kuruluş yıllarında diğer Müslüman devletlerde olduğu gibi, mülk olan "arazi-i öşriyye"den sadece öşür alınmaktaydı. Bu dönemde Osmanlılarda arazi biri "Öşriyye" diğeri de "Haraciyye" olmak üzere ikiye ayrılıyordu.

      CİZYE
      Devletin, idaresinde bulunan gayr-i müslimlerin haklarını korumak, onlara gelebilecek zararları ortadan kaldırmak ve askerlik hizmeti karşılığında aldığı bir vergidir. Bir mânâda buna, devletin müslüman tebeadan aldığı zekât karşılığıdır denebilir. Zira müslüman olmayan tebeayı cizyeye bağlamakla, devlette bir denge sağlanmış bulunuyordu. İslâm nazarında müslümanlarla zımmîler devletin vatandaşlarıdır. Aynı haklardan faydalanmakta ve aynı ölçülerde devletin imkânlarından yararlanmaktadırlar. Bu sebeple, Müslümanların ödediği zekâta karşılık, ehl-i zimmet te cizye vermekteydi.
     
      Osmanlı Devleti'nde bu vergiyi vermekle yükümlü tutulan kimseler, sadece ergenlik çağına gelmiş akıl ve vücutça sağlam olan erkeklerdir. Binaenaleyh sadaka ile geçinen rahipler, çalışamayacak derecede bir rahatsızlığı olup fakir düşenler, 14-75 yaşlarından küçük veya büyük olanlar ile kadınlar cizyeden muaf idiler.

      ÖRFÎ VERGİLER (TEKÂLİF-İ ÖRFİYYE)
Osmanlılarda şer'î vergilerin yanında, temeli ihtiyaçlardan doğan ve örfe dayanan bir verginin daha bulunduğuna temas edilmişti. Külliyetli miktarda askerin beslenmesi, donatılması ve harbe hazır bir duruma getirilebilmesi ile donanmanın hazır halde bulundurulması gibi mecburiyetler, devleti böyle bir vergiyi koyma zorunda bırakıyordu.

      TAŞRA TEŞKİLÂTI
Osmanlı Devleti'nde taşra idaresi, aşağıdan yukarıya köy, kaza, sancak ve beylerbeyilik olmak üzere idarî ve askerî taksimata tabi tutulmuştu. Reaya denilen köy halkı da "dirlik", "vakıf ve "mülk" reayası olmak üzere üç sınıfa ayrılmıştı. Köylerin birleşmesiyle kazalar, kazaların birleşmesinden sancaklar, sancakların birleşmesinden de eyaletler ortaya çıkmıştı.

       BEYLERBEYİ

Osmanlı Devleti'nde mîrimîran, emirülümera ve XVIII. yüzyıldan itibaren de vali gibi kelimelerle ifade edilen beylerbeyi, çok büyük ve itibarı yüksek bir görevli idi. Osmanlıların ilk dönemlerinde sadece bir beylerbeyi bulunur ve bütün ordu işlerinden sorumlu olurdu. Hükümdardan sonra sözü en fazla geçerli olan o idi. Bu devlette ilk beylerbeyi olarak bilinen kimse Orhan Gazi'nin oğlu Süleyman Paşa idi. Onun vefatından sonra bu vazife, Lala Şahin Paşa'ya verilmişti. Fakat Sultan I. Murad zamanında Çandarlı Halil Hayreddin Paşa'nın ordu komutanlığını da eline alması üzerine beylerbeyilerin önemleri bir dereceye kadar azalmış gibi görünse de nüfuzları yine de devam ediyordu. XIV. asır boyunca beylerbeyi, taşra kuvvetlerin komutanı ve çeşitli sancaklara dağılmış beylerin âmiri durumunda idi.
     
Beylerbeyiler, kendi bölgelerinde bütün "umur-ı siyasette" sultanın temsilcisi olmak, beylerbeyi divanında askerî hususlara dair meseleleri halletmek, güvenliği sağlamak, tımar tevcihi ve terakkilerini yürütmek gibi vazifelerle yükümlü idiler. Beylerbeyiler, kendi bölgelerindeki sancakbeyleri ile tımarlı sipahileri maiyetine alarak emr edilen yerde orduya katılmak zorunda idiler. Beylerbeyi seferle görevlendirildiği zaman yerine vekil olarak "mütesellim" denilen birisini bırakırdı.

Derece itibariyle en büyük beylerbeyi Rumeli beylerbeyi idi. Ondan sonra Anadolu beylerbeyi gelirdi. Kanunnâmelerde belirtildiğine göre beylerbeyi olabilmek için Mal defterdarı, beylik ile nişancı olanlar, beşyüz akçalık kadılar ve dörtyüz bin akça hassı olan sancakbeyleri beylerbeyi olabilirlerdi. Rumeli beylerbeyi terfi ettiği zaman "Küçük vezir" yani Divan-ı Hümâyun'da sonuncu vezir olurdu. Anadolu beylerbeyi terfi ettiği zaman da Rumeli Beylerbeyi olurdu.

      SANCAKBEYİ
Sancak, Osmanlı taşra teşkilatında kazaların birleşmesiyle teşekkül eden ve sancakbeyi denilen görevli tarafından yönetilen idarî birimin adıdır.

Sancakbeylerinin dereceleri, sahip oldukları has gelirine göre tayin edilirdi. Kanunnâmelerde belirtildiği gibi bunlara dörtyüz bin akçaya kadar has verilmekteydi. Oğullarına ise otuz bin akçalık zeamet bağlanırdı. Sancakbeyleri protokolda bütün ağaların üstünde bir yere sahiptiler. Devlet merkezindeki yeniçeri ağası, nişancı, mir-i alem gibi hizmet sahipleri, sancak beyi olurlarsa beşyüz veya dörtyüz bin ile tayin edilirlerdi.
 
      TOPRAK İDARESİ
        İslâm âleminde bir gelenek olarak, Osmanlılardan önceki Müslüman devletlerde ve özellikle Büyük Selçuklularda görülen ikta sistemi, Büyük Selçuklulardan sonra gelen bütün Türk İslâm devletlerinde uygulanmıştır.
       Anadolu'da, Osman Gazi ile başlayan tımar sistemi, ondan sonra gelen torunları tarafından devam ettirildi. Gerçekten de Orhan zamanında tımar tevcihlerine dair bir çok tarihî kayıt bulunmaktadır. Ayrıca gazilerin yani tımar erlerinin yeni zaptedilen uçlara yerleştirildiği hakkındaki rivayetler de tımarların askerî özellik ve mahiyetlerini daha iyi anlamamıza vesile olmaktadır. Rumeli fetihleri başlayınca tımar sistemi oralarda da uygulanmaya başladı. Sultan I. Murad devrinde Rumeli fütuhatı ehemmiyet kazanınca Anadolu'dan pekçok halk ve bazı Türk aşiretleri oradan alınıp Rumeli'ye iskân ettirildiler. Bu yeni gelenlerin geçimlerini sağlamak için onlara toprak tahsis edilmesi gerekiyordu. Bu nedenle tımar sistemi daha da yaygınlık kazanmaya başladı.

      Başlangıçta “Has” ile “Tımar” şeklinde ikiye ayrılmış olan dirlikler, I. Murad döneminde yeni bir kategorinin katılması ile üç kısma ayrıldılar. Rumeli Beylerbeyi Lala Şahin Paşa ölünce, onun yerine Kara Ali oğlu Kara Timurtaş Paşa beylerbeyi olmuştu. Dirlikleri yeniden düzenlemek isteyen Kara Timurtaş Paşa, “Has” ile “Tımar” arasında “Zeamet” adı ile yeni bir derece ihdas etti. Tedricî bir tekâmül takib ettiği muhakkak olan bu toprak sistemi, toprağın mülkiyet hakları ile ilgili değildir.
     
      1858 tarihli arazi kanununa göre Osmanlılarda arazi:
      a- Arazi-i Memlûke, b- Arazi-i Emîrîye, c- Arazi-i Mevkufa, d- Arazi-i Metruke, e- Arazi-i Mevât olmak üzere beş gruba ayrılmaktadır:
     
      a- Arazi-i Memlûke: Mülkiyet yolu ile tasarruf edilen topraklar olup dör...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

30 Aralık 2009, 17:08:32
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« Yanıtla #3 : 30 Aralık 2009, 17:08:32 »

12. HAFTA
XII. MÜSLÜMAN TÜRK DEVLETLERINDE SANAT

Tolunoğulları Dönemi (875-905)
Tolunoğulları Devleti Mısır ve Suriye bölgesinde kurulan ilk Müslüman-Türk devletidir. Devletin kurucusu Ahmed, Samarra’da sarayda görevli bir Türk kumandanı olan Tulun’un oğludur. Eylül 835'te Bağdad'da doğmuştur. 868 yılında Fustat valiliğine atanmış ve bir süre sonra bağımsızlığını ilan etmiştir. Kısa zamanda devletinin gücü Suriye ve Filistin bölgelerine kadar uzanmış, 905 yılında Abbasilerin Mısır’ı ele geçirmesiyle son bulmuştur.

Tolunoğullarının imar faaliyetlerinden günümüze kadar ulaşabilen yegâne eser, devletin kurucusunun adı ile anılan Tolunoğlu Ahmet Camii’dir. 876-879 yılları arasında Fustat yakınındaki Katai şehrinde inşa edilmiştir.

Karahanlılar Dönemi (840-1212)
Karahanlı Devleti, 840 yılında Uygurlar’ın yıkılmasından sonra, Bilge Kül Kadir Han tarafından Batı Türkistan’da kurulmuştur. 920 yıllarında Müslümanlığı kabul eden Karahanlılar’ın lideri Satuk Buğra Han, İslam’ı kabulden sonra Abdülkerim adını almıştır. 999 yılında Buhara’yı ele geçirerek Samanoğulları Devleti’ne son veren Karahanlılar’ın en parlak dönemi Yusuf Kadir Han zamanıdır. Yusuf Kadir Han’dan sonra zayıflayan Karahanlılar, 1058 yılında Doğu ve Batı olmak üzere ikiye bölünmüşlerdir. Doğu Karahanlılar’ın merkezi Kaşgar; Batı Karahanlılar’ın merkezi ise Semerkant’tır. Doğu Karahanlı Devleti, 1130 yılında Moğol Karahıtaylar; Batı Karahanlı Devleti ise Harzemşahlar tarafından ortadan kaldırılmıştır.

Karahanlılar devri, kültür ve bilim alanında olduğu gibi, imar faaliyetleri bakımından da parlak bir geçmişi ifade etmektedir. İslami dönem Türk mimarisinin ilk örnekleri bu dönemde ortaya konmuştur. Karahanlılar zamanında o günkü Orta Asya’nın önemli şehirleri Balasagun, Semerkant, Buhara, Özkent, Tirmiz ve Talas’ta, X. ve XI. yüzyıllara tarihlenen çok sayıda mimarî eser inşa edilmiştir. Malzeme olarak yapılarda önceleri kerpiç kullanılırken, sonradan giderek tuğla kullanımı ağırlık kazanmıştır.
Karahanlı camilerinin pek çoğu yıkılmış olup, bugün onlardan bazılarının sadece minareleri ayakta kalabilmiştir. Bu minareler arasında Tokmak yakınlarındaki Burana Minaresi (XI. yüzyıl), Özkent Minaresi (XI. yüzyıl), Buhara Kalan Minare (1127), Tirmiz yakınlarındaki Çar Kurgan Minaresi (1108-1109) ve Vabkent Minaresi (1196-1197) en meşhurlarıdır.
Karahanlı mimarisinde önemli bir yere sahip olan bir diğer yapı grubu ise türbelerdir. Kubbe ile örtülü ve çoğu kare planlı olan bu türbeler, tuğla işçiliği, cephe mimarileri ve büyük ölçülerdeki portalleriyle dikkat çekmektedirler. Tim Arap Ata Türbesi (978), Talas’ta XII. yüzyıl başlarında kurulmuş Ayşe Bibi ile Balaci Hatun türbeleri, Özkent Nasr b. Ali (1021), Özkent Celaleddin Hüseyin (1152) Özkent Muhammed b. Nasr (1186) ve Kaşan yakınlarındaki Sefid Bulan’da XII. yüzyıl ortalarında yapıldığı sanılan Şeyh Fazıl Türbesi en önemli örnekler olarak zikredilebilir.

Karahanlılar Döneminin Önemli Mimarî Eserlerinden Örnekler
Hazara CamiiTalhatan Baba Camii, Muğak Attari Camii
Kalan Minare
Arap Ata Türbesi
Ayşe Bibi Türbesi

Gazneliler Dönemi (963-1187)
Gazneli Devleti, Samanoğulları komutanlarından Alptekin tarafından bugünkü Afganistan topraklarında kurulmuştur. Gazneliler’de hükümdar sülalesi, yönetici kadro ve komutanlar Türk olmakla birlikte, halk ve ordu içinde İranlı, Hintli ve Afganlılar da bulunmaktaydı. Gazneliler, kurulduktan kısa bir süre sonra Doğu İran, Horasan, Afganistan ve Kuzey Hindistan’a hakim olmuşlardır. Gazneli Mahmut döneminde İslamiyet, Hindistan topraklarında yayılmaya başlamıştır. Sultan Mahmut’un oğlu Mesut, 1040 yılında Dandanakan Savaşı’nda Selçuklular’a yenilince, Gazneliler topraklarının önemli bir 98
bölümünü kaybetmiş ve bir daha toparlanamayarak 1187 yılında Afganistan yerlileri Gurlular tarafından ortadan kaldırılmıştır.

Gazneli devri sanatı ve mimarisi, Karahanlı birikimiyle birlikte gerek inşaî gerekse tezyinî açıdan Büyük Selçuklu sanatının oluşumuna önemli katkılarda bulunmuştur. Abidevî ölçü, terrakotalı taş konstrüksiyon, epigrafik tezyinat ve dört eyvanlı plan şeması, Gazneli mimarisinin başlıca özellikleri olarak belirginleşmektedir.

Karahanlılarla başlayan Türk Cami mimarisinin gelişiminin Gazneliler’de devam ettiği görülmektedir. Gazneli cami mimarisi, Gazne’de kurulmuş ağaç direkli, ahşap düz çatılı ve zengin süslemeli Arusü’l-Felek Camii (998-1030) ile başlar. Günümüze kendisinden hiçbir iz kalmayan bu cami, Anadolu’da Selçuklu cami mimarisinde önemli bir yere sahip ağaç direkli camilere, öncülük etmiştir. En önemli Gazneli eseri olan Leşker-i Bazar Ulu Camii (XI. yüzyılın ilk yarısı) enine dikdörtgen planı ve mihrap önü kubbesiyle Türk cami mimarisinin Anadolu’da gerçekleşecek gelişme seyrinde önemli bir aşamaya işaret etmektedir.

Gazneliler Döneminin Önemli Mimarî Eserlerinden Örnekler
Leşker-i Bazar Ulu Camii:
Sultan III. Mesut Minaresi
Arslan Cazip Türbesi:

[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

30 Aralık 2009, 17:09:14
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« Yanıtla #4 : 30 Aralık 2009, 17:09:14 »

13. HAFTA
XIII. MÜSLÜMAN TÜRK DEVLETLERINDE SANAT

Anadolu Selçukluları Dönemi (1092-1307)
Anadolu Selçuklu dönemine ait mimarî eserlerden önemli bir kısmını cami ve mescitler oluşturmaktadır. Bazıları Anadolu Selçuklu camilerini kendi aralarında üç tipe ayırmaktadır. 1. Çok sütunla bölünmüş harim kısmının önünde geniş bir avluya sahip olanlar. İlk camilerin çoğu bu tiptedir. Örnek, Konya Alaeddin Camii.
2. Avlusuz, sadece harim kısmından ibaret camiler. Bu tip pek yaygın değildir. Örnek Divriği Kale Camii.
3. Avlunun küçültülüp adeta sembolik bir unsur olarak harim içine alındığı camiler. Örnek, Kayseri Huand Hatun Camii

Anadolu Selçuklu mimarisinin bir diğer önemli ve yaygın yapı grubunu medreseler teşkil etmektedir. Anadolu Selçuklu mimarlığının en özgün anıtları olarak nitelendirilen medreseler, avlusunun üstünün örtülü olup olmamasına göre, kapalı avlulu ve açık avlulu medreseler şeklinde iki ana gruba ayrılmaktadır. Kapalı avlulu medrese şeması, büyük ölçüde Anadolu Selçuklu mimarisinin geliştirdiği bir düzenleme olarak görülmektedir. Kapalı avlulu medrese tipinin önemli örnekleri Afyon Boyalıköy (1210), Isparta Atabey Ertokuş (1224), Konya Karatay (1251), Konya İnce Minareli (1260-1265), Kırşehir Caca Bey (1272-1273) ve Afyon Çay Taş (1278) medreseleridir. Açık avlulu medreselerin önemli örnekleri olarak da medrese ve şifahane olarak düzenlenmiş iki bölümlü Kayseri Çifte Medrese (1205), Sivas Keykavus Şifahanesi (1217-1218) ile Kayseri Siraceddin (1237), Kayseri Huand Hatun (1238), Konya Sırçalı (1242), Akşehir Taş (1250), Kayseri Sahibiye (1268), Tokat Gök (1270), Sivas’ta aynı yıl (1271) içinde kurulmuş Çifte Minareli, Gök ve Bürûciye medreseleri ile Erzurum Çifte Minareli Medrese (XIII. yüzyılın sonları) zikredilebilir.

Anadolu Selçukluları Döneminin Önemli Mimarî Eserlerinden Örnekler
Konya Alaeddin Camii, Malatya Ulu Camii, Konya Karatay Medresesi, Konya İnce Minareli Medrese,
Sivas Gök Medrese, Erzurum Çifte Minareli Medrese.

[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Sayfa: [1] 2   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes